[voiserPlayer]
Kadına yönelik şiddet gündemden düşmüyor. Her gün sosyal medyaya yeni bir şiddet görüntüsü düşerken halkın -özellikle de kadınların- konu ile ilgili öfkesi iktidar tarafından dikkate alınmıyor. Kadınlar bu durum karşısında kendilerini korumak için yeni yöntemler geliştiriyor ve örgütleniyorlar. Bu oluşumlardan bir tanesi olan Kadın Öz Savunma Akademisi, her türlü şiddet karşısında kadınların kendilerini nasıl koruyacakları konusunda toplumsal bilinç oluşturmaya çalışıyor. Bu röportajımızda Arın Demir, Türkiye’deki kadına karşı şiddeti ve cinsiyet eşitsizliği sorunlarını Kadın Öz Savunma Akademisi’nden Esra Sancaklı ile konuştu.
Dünya Ekonomik Forumu’nun 2021 yılı Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi’nde Türkiye 156 ülke arasında 133. sıraya geriledi. Ülkemizin bu olumsuz tablosunu yukarı sıralara taşımak adına Kadın Öz Savunma Akademisi’nin kuruluş amaç ve hedefleri nelerdir?
Dediğiniz gibi sıralamaya baktığımızda Türkiye için tablonun iç açıcı olmadığını görüyoruz. Ülkemizde özellikle son yıllarda kadına yönelik şiddetle mücadele ve toplumsal cinsiyet eşitliği konularında ciddi bir gerilemenin olduğunu aşikâr. Bu durumu zaten gördüğümüz için 133. sıralama aslında bizi şaşırtmıyor. Peki, bu sıralamalar bize ne anlatıyor ve Kadın Öz Savunma Akademisi neden kuruldu? Ortada temel olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı bir şiddet sorunu var. Biz bu şiddete aslında hayatın birçok noktasında tanıklık ediyoruz. İş yerinde, sokakta, kamusal yaşamda, evin içerisinde, ilişkilerimizde ve siyasi yaşamda eşitsizlik temelli bir şiddet söz konusudur. Biz de şiddetin bu çok boyutlu yapısına karşı mücadele için bütüncül bir savunma ve güçlenme hattı inşa etmek için “güçlendirici öz savunma”yı yaygınlaştırmak amacıyla kurulduk. Tarihsel olarak güçlendirici öz savunma tarihine baktığımızda köklü bir geçmişi olduğunu biliyoruz. Özellikle 20. yüzyılın başlarında seçme ve seçilme hakkı için mücadele eden kadınların güçlendirici öz savunma ile kazanımlarını elde ettiğini gözlemlemek, bizi bu akademiyi kurmaya motive etti diyebilirim.
Öz savunma tanımı itibarıyla ‘‘bir kişinin ya da grubun herhangi bir tehlike karşısında kendi kendini savunması’’ anlamına geliyor. Kadınların kendi kendini savunmaları üzerine yoğunlaşmanız, kurumsal olarak yasal düzenlemelerin yetersizliğinden ortaya çıkan bir otorite boşluğunun sonucu mudur?
Aslında yasal düzenlemeler var. Sadece uygulanmıyor ya da uygulanmasında birtakım ihlaller ve ihmaller yaşanıyor. Öz savunmanın yasal zeminine bakıldığında, uluslararası sözleşmelerde, TCK’da ve anayasada karşılığı olduğunu görüyoruz Keza 6284’ün öngördüğü tüm tedbirlerinde de biz bütüncül koruma yaklaşımlarını görebiliyoruz. Bu yaklaşım, güçlendirici öz savunmanın şiddete karşı koruma noktasındaki bütüncül yaklaşımıyla eşdeğer. Yasal düzenlemeler yeterli gibi görünse de bir sürü noktada yeteri kadar uygulanmadıklarını biliyoruz. İşte bu noktada öz savunmanın sadece bireysel anlamda anlaşılmaması gerekiyor. Bizim mücadelesini verdiğimiz öz savunma, ilgili kişilerin dahil olduğu ve güçlendikleri ortak bir zemin olarak tanımlanıyor. Özsavunma birlikte güçlenme noktasında kişiler arasında bir ortaklık yaratıyor. Birlikte güçlenme beraberinde birlikte mücadeleyi, birlikte örgütlülüğü ve birbirinden öğrenmeyi dayanışma ile sağlıyor. Eğer burayla ilgili bir yasa yoksa, yasa yapıcıların bu noktada dikkatini çekebilmek ya da yasalar varsa ve uygulanmıyorsa-tüm dünyadaki sistem aslında böyle- bu noktada yasaların uygulanmasını sağlamak, ceza adalet sistemini işler kılmak gibi yan yana gelmenin getirdiği bir sürü -kazanım olduğunu söyleyebilirim.
Hacettepe Üniversitesi’nin 2014 yılında gerçekleştirdiği aile içi şiddet araştırmasına göre fiziksel şiddet %36, cinsel şiddet yaygınlığı ise %12 olarak karşımıza çıkıyor. Yapılan araştırmalarda toplumun şiddet türlerine yönelik bilinci bu verilerin şekillenmesini nasıl etkiliyor?
Bahsettiğiniz araştırma Türkiye’de kadına yönelik aile içi şiddetle ilgili yapılmış en kapsamlı araştırmadır. Bununla birlikte şunu belirtmem gerekiyor; Türkiye toplumunda cinsel şiddet yaygınlığı ne yazık ki %12 seviyelerinde değil, çok daha yüksek. Bunun sebebi, insanlar cinsel şiddete maruz kaldıklarında ifade edememesi ya da bununla ilgili şikâyet mekanizmalarını kullanmaktan çekinmesidir. Öz savunmanın insanları güçlendiren noktalarından biri, şiddetin herhangi bir türüne maruz kaldığında şiddetin tanısını koyabilmesidir. Farklı çalışmaların ortaya koyduğu verilerden de yola çıkarak şunu söyleyebiliriz; kanıksanmış ya da normalleştirilmiş davranış kalıplarından kaynaklı şiddete yönelik farkındalığı daha az olan insanlar, tokat atmayı fiziksel şiddetten saymayabiliyor ya da bağırma gibi davranışları fiziksel şiddet olarak adlandırmayabiliyor. Ya da evlilik içerisindeki tacizi, tecavüzü cinsel şiddetten saymıyor çünkü buna dair bir farkındalığı oluşmamış olabiliyor. Bu nedenlerden dolayı araştırmada %12 olarak ortaya çıkan cinsel şiddet sonucunun ne yazık ki çok daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Bunu aşmak için insanların şiddet türlerinin ve kapsamının ne olduğu hangi davranışların aslında şiddete girdiğini biliyor olması gerekir. Tabii bilmesiyle beraber kendisine yönelik uygulanan şiddetin yaptırıma tabi tutulması için şikâyet edebiliyor olması gerekir. Eğer tanıksa da bununla ilgili ihbar mekanizmalarının etkili şekilde işliyor olması önemlidir.
Bakanlar Kurulu Kararı ile 2011’de onaylanan ve İstanbul Sözleşmesi olarak da bilinen “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” yürürlükten kalkmasıyla kadınların yasal düzenlemelerle korunmasına ilişkin ne tür önlemler artık alınamaz hale geldi?
İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olan ülkeleri bütüncül bir koruma sağlama noktasında yükümlü kılıyor olması çok önemliydi. Şiddetin her boyutuna karşı mücadelemizde önemli bir dayanağımız olan 6284 sayılı kanun hala yürürlükte fakat günün sonunda süreç böyle devam ederse 6284’ün yerine biz başka bir şeyin geleceğini konuşur hale geldik. Uluslararası bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesinde çekilmek bizleri daha savunmasız bir noktaya getirdi. 6284’ün yürürlüğe girdiği sene kadına yönelik şiddetin en az görüldüğü senelerden biriydi. Fakat yine de 6284’ün uygulamasında ihlal ve ihmaller dolayısıyla hem kadın cinayetlerinde hem de fiziksel şiddet vakalarında karşı ciddi bir indirimin ya da cezasızlığın söz konusu olduğunu görebiliyoruz. Artık en büyük korkumuz toplumda faillerin cezasız kalmasındaki algının yükselmesi. Faillerin beyanlarında da bunu ne yazık ki çok sık görmeye başladık. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, “iki sene yatar çıkarım”, “bir ay yatay çıkarım” ya da “bana bir şey olmaz”cı zihniyeti büyüttü. 6284 kapsamında başvurduğumuz birçok koruyucu önleyici tedbirler vardı. Biz bunların artık ne kadarı uygulanabilir bilmiyoruz. Son iki senede pandemiyle birlikte eve kapanmalarla birlikte ev içi şiddet biz ve bizim gibi ülkelerde oldukça arttı. Ev içi şiddetin zaten yüksek olduğu bir yerde kişiyi salgın önlemleri üzerinden şiddet gördüğü ortama hapsetti. Buna ek olarak işlemeyen bürokratik mekanizmalar dolayısıyla, alınması gereken evden uzaklaştırma gibi önlemler alınmaz hale geldi.
Hem şikâyet mekanizmalarının hem de yasal düzenlemelerin uygulanmamasının temelinde bürokratik olarak kurumsal sorunlar mı yoksa toplumsal kültürel faktörler mi ağır basıyor?
Her ikisi de mevcut. Kurumsaldaki kısım şu: bir kamu görevlisinin gerekli uygulamayı yapabilmesi için 6284’ü bilmesi, İstanbul Sözleşmesi’ni biliyor olması gerekir. Fakat bir jandarma ya da polis karakoluna şikâyete gittiğinizde, şiddete maruz kaldığınızı beyan ettiğinizde buna dair işlem yapılmıyor. Çünkü karşınızdaki kişi ne yapacağını bilmiyor. Siz şikâyet etme ve hakkınızı arama amacıyla kuruma gidiyorsunuz ama karşınızdaki uygulayıcı merci ne yasa ne yönetmelik biliyor. Bunun önlenmesi adına kurum içi eğitimlerin sık sık verilmesi gerekiyor. Bizim aldığımız bilgilere göre en son yapılan kurum içi eğitim 2019 yılına ait, ki bu eğitimler sürekli yapılan eğitimler değil. Yani bu şu demek oluyor; bu eğitimden sonra alınan yeni hiçbir personelin İstanbul Sözleşmesi ya da 6284’e dair bir bilgisi yok. Kimsenin doğrudan yasa bilmediği ya da yasanın nasıl uygulanacağını bilmediği bir yerde şikâyete giden kişinin çoğu zaman şikayetinin alınmadığını biliyoruz. Şikâyet mekanizmasına ‘‘6284’ü biliyorum, hakları biliyorum, yasaya göre hareket etmek zorundasın’’ dediğinde oradaki o personel bilmiyorsa ya da uygulamaktan imtina ediyorsa bile şikâyet mekanizmasının kendisiyle ilgili işletileceğini bildiğinden kaynaklı buraya dair görevini yerine getirmeye çalışıyor. Özellikle kolluk kuvvetlerinde bunu çok yaşıyoruz. Kamu kuruluşlarına gittiğinizde siz istediğiniz desteği göremiyorsunuz. Şiddet gören kadını şiddet gördüğü eve “her evde olur böyle şeyler” diyerek geri gönderiyorlar. Şiddette uzlaşma olmaz. Maalesef, şiddete dair gelişen geniş bir toplumsal kabulün ürünü bunlar!
Temelinde bürokratik ve toplumsal kültürel etmenlerin bulunduğu köklü bir soruna karşılık kadınların öz savunma yetilerinin geliştirilmesinin problem çözücü bir yöntem olduğunu düşünüyor musunuz?
Öz savunma şiddete şiddetle karşılık gibi bir yerden algılanıyor. Aslında bu algı gerçek değil. Öz savunma kişinin tamamıyla yaşam hakkını koruması üzerine temellenen bir şey. Güçlendirici öz savunmayla birlikte kişi öncelikle maruz kaldığının ne olduğunu biliyor. Yani ben şiddete maruz kalıyorum, cinsel şiddete maruz kalıyorum, ekonomik şiddete maruz kalıyorum diyor. Maruz kaldığı şiddetin adını koyabildikten sonra buraya dair ne yapabileceğini öğreniyor. Mesela, kişiler ekonomik şiddeti uygulayan faile yaptırımının olduğunu bilmiyor. İşte bu noktada güçlendirici öz savunmayla birlikte öğreniyor ki ekonomik şiddete karşı benim haklarım varmış, maruz kaldığımda bunları yapabilirmişim. Kişinin tüm bunları yapabilmesinin önünü açıyor. Ceza adalet sistemindeki işlemeyen noktalar kişinin haklarını ve bu haklarını nasıl kullanacağını bilmeyişi üzerinden de besleniyor. Biz bildiğimizde, talep ettiğimizde sistemi işler hale getiriyoruz. Ne yazık ki biraz bireysel bir yerden işletmek zorunda kalıyoruz mekanizmaları. Aynı zamanda bunu yapabilmesi için kişinin, yani kendi haklarını koruyabilmesi ya da bu haklarını savunabilmesi mücadele edebilmesi için de kendine güvenmesi ve mücadele cesaretine sahip olması gerekiyor. Psikolojik güçlenme, bunu sağlıyor. Psikolojik olarak güçlü olmadığınız sürece siz fiziksel olarak da kendinizi savunamazsınız. Çünkü toplum bireyleri mağdur psikolojisi yetiştiriyor. Biz şiddete maruz kaldığımızda şu cümleyi duyuyoruz mahkemelerde, “o saatte orada ne işin vardı?” ya da “o eteği niye giydin?”, “niye öyle davrandın?”. Mağdur kişi suçlayıcılıktan kaynaklı olarak zaten ikinci kez mağdur ediliyor. İkincil mağduriyetle birlikte özgüveni cesareti kırılan, psikolojik olarak güçlü hissetmeyen kişilerin şiddet döngüsünden çıkamayışını da görüyoruz ve defalarca aynı şiddete maruz kalabiliyorlar. O yüzden özsavunmanın bütüncül olarak güçlendirmesi bu noktada önemli diyebilirim.
Psikolojik, ekonomik, dijital gibi fiziksel olmayan şiddet türlerinin algılanması nasıl kolaylaştırılabilir?
Öncelikle bilinçsizlik de demeyelim ama bu bahsettiğimiz bazı toplumsal kabullerden kaynaklanıyor. Biz bunu normalleştirme adı altında yapıyoruz. Neyi normalleştiriyoruz mesela? Hangi lafları çok sık duyuyoruz? Ya da aile bireyinin, hayatımızdaki kişinin ya da sokaktaki bir kişinin bize yaptığı bir davranışı etrafımızdaki kişilerle paylaştığımızda ne gibi tavırlar görüyoruz? Sık gördüğümüz davranışlara baktığımızda da bu şiddetin neden farkında değiliz ya da neden mücadele edemiyoruz diye düşünmeliyiz. Çünkü normalleştiriyoruz. Birbirimize kulaktan kulağa, nesilden nesile aktardığımız kabuller var. O yüzden de kişinin mücadele edebilmesi için “burada bir şey var” diyebilmesi gerekiyor. Bunun için kolay bir durum tespit yöntemi var. Kişi içinde bulunduğu durumdan rahatsız oluyorsa ya da bir durum kişinin canını sıkıyorsa orada bir problem vardır. Burada olmaması gereken bir yol açılmıştır ve o şiddete giden bir yol da olabilir. Yapılan davranış doğrudan şiddet türü de olabilir.
Bir örnek ile algılanması güçlük çekilen şiddet türünü somutlayabilirsiniz?
Şöyle mesela, flört şiddeti üzerinden çok sık yaşanan çok basit bir örnek vereyim, bunu genel olarak konuştuğumuzda bütün genç kadınlarda benzer etki oluşturuyor diye söyleyeceğim: Bir dil okuluna gideceksiniz, partneriniz o dil okuluna gitmenizi istemiyor. “Ben seni çok seviyorum, bana zaman ayıramayacaksın” gibi kıskançlık kisvesi altında bunu kapatıyor. Bu mesela ekonomik şiddettir. Çünkü sizin dil okulunuza gidip yurtdışında mastır yapma hayalinizi elinizden alıyor. Siz dil bilirseniz yurt dışına gidersiniz, okursanız daha güçlü olursunuz. Ekonomik olarak özgür olursunuz. Buraya varan bir boyutu olduğunu konuştuğumuzda insanlarda “biz aslında ne gibi davranışların üzerini örtüyormuşuz” gibi bir algı oluşmaya başlıyor. Bunların hepsi ufak ufak eşeleyerek çıkabilecek şeyler. Bu davranışlar şiddettir dediğimizde kişinin aklından uçup gidebilen noktalar, üzerine detaylı düşünmesi gerekiyor, ben neden rahatsız oluyorum, beni ne huzursuz ediyor diye.
Mutluluk ve cinsiyet eşitliği arasında pozitif bir korelasyon olduğu iddia ediliyor. 2020 yılında Türkiye İstatistik Kurumu’nun Yaşam Memnuniyeti araştırmasına göre Diyarbakır, Van, Adana ve Malatya gibi Doğu ağırlıklı illerimizde mutsuzluğun yüksek olduğu ortaya çıkmış. Sizin de bölgesel faaliyetleriniz benzeri bir yoğunluğu beraberinde getiriyor mu?
Salgın öncesinde Türkiye’de şiddetin en yoğun görüldüğü illerde çalışmalar yaparak aslında yola çıkmıştık. Şu anda online çalışmalarda da yine benzer şehirlerden gelen başvurulara öncelik tanıyoruz. Bu noktada saydığınız şehirler maalesef bu listede var. Yani şiddetin yoğun görüldüğü, eşitsizliğin fazla olduğu, kadın dayanışmasının ne yazık ki daha az görüldüğü bölgeler olarak karşımıza çıkıyor. Böyle şehirlerde sosyal yaşamda da zaten kadını daha az aktif olarak görüyoruz. Farklı verilerin de bunu desteklediğini söyleyebilirim., Kadın merkezlerinin açılması ya da onlar için yapılan çalışmalar olsa da böyle yerlere gidebilmek için de ne yazık ki kişilerin çok ciddi mücadele vermesi gerekiyor. Hem burada eşitsizlikle mücadele ettiğini görüyoruz, hem de kendi yaşam hakkı üzerinde kendi sözünün olmadığı, özgürlüğünün kısıtlandığı ve şiddete maruz kaldığı birçok alanı da görebiliyoruz.
Dünya Ekonomik Forumu’nun kadınların siyasi katılımlarının güçlendirilmesi verilerine göre 158 ülkede 109. sırada yer alıyor. TBMM’de kadın vekillerin oranı yaklaşık %17, kabinede ise sadece tek bir kadın bakan bulunuyor. Bu oranların düşüklüğü bir yana, siyasete katılabilen az sayıda kadınlara verilen görevlerin etki ve önem seviyesi ne şekildedir?
Eski bir bakanlık çalışanı olarak şöyle söyleyebilirim; kadınsanız sizi daha sekreterya, halkla ilişkiler bölümlerinde kullanılıyorlar. Hatta, genel yaklaşımı çok net bir yerden söyleyeyim daha prezantabl olarak görünebileceğiniz yerler varsa, mesela sözcülük gibi böyle yerlerde istihdam ediyorlar. Sözcülükte de çok fazla kurumun politikalarını bağlamayan daha alt noktalarda işinizi yapabileceğiniz görevler oluyor. Sizin ne politika yapıcı bir zeminde olmanızı ne de -bir parti veya bir örgütlenme ise- yönetici pozisyonda olup oraya kendi yaklaşımınızı getirebileceğiniz noktada olmanız isteniyor. Bu her yerde var maalesef, bir iki partiyle alakalı da değil. Bunu değiştirmeye çalışan yaklaşımlar, partiler ve örgütlenmeler de mevcut tabii. Kadın hareketinin etkisini özellikle ilçe bazlı siyasette daha çok görmek mümkün fakat halen daha gelinen nokta yeterli değil. Yine de toplumsal yapının kadınları karar alıcı olarak görmemesi ve hala eski usûl dediğimiz erkek politikacıların getirdiği bir yaklaşım mevcut. Bunu da kısa sürede aşabilir miyiz bilemiyorum.
Kuruluşundan günümüze Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı hep kadın bakanlar tarafından yönetilmiş. Öte yandan, geçmişten günümüze Savunma, Enerji, Maliye, Sanayi, Tarım, Ulaştırma, Şehircilik, Gençlik ve Spor Bakanlıkları hiç kadın bakanlar tarafından yönetilmemiş. Ağırlıklı olarak kadınların belirli bir bakanlığı yönetmesi, Türkiye’deki siyasi kültürün kadınlara yönelik algısının bir sonucu mudur?
Kesinlikle bir sonucudur. Bakış açısı şu: kadın, aile varsa aile ile ilgilensin, çünkü; kadın zihinlerinde ile aile yan yana konumlandırılıyor. Bırakın Bakan’ı bakan yardımcısı olarak bile görmek zor. Kurumlarda kadın çalışanlar var fakat günün sonunda önemli noktalarda olmak için erkeklik ön plana çıkıyor. Hepimiz aynı noktaları doldurabilecek liyakat sahibi birçok kadının olduğunu biliyoruz.
Biraz da politika yapım süreçleri adına bürokrasi tarafını düşünürsek, eski sistemde müsteşarlar teknik anlamda bakanlığın esas yöneticileriydi. Türkiye tarihinde ise sadece iki kadın müsteşar olarak atanmış. Politika kapsayıcılığının arttırılması adına yeni hükümetler bürokraside bu sayının yukarıya çekilmesi adına nasıl bir strateji izlemelidir?
Bu hizmet noktaları toplumun her kesimine hizmet verdiğine göre her kesiminden insanın da bu koltuklarda oturabilmesi gerekiyor. Bunun için bence her partinin kadın adaylar için kota uygulaması yapacağını dile getirmesi, kadın siyasetçilerin de bulundukları kurumlarda kadınlar için kota uygulayacağını vaat etmesi gerekir. Bunu bir vaat olarak konuşmak bile bence yeterince kötü, keşke buna ihtiyaç olmasaydı fakat içinde bulunduğumuz durumun gerektirdiği şey bu. Bu durum en hızlı şekilde bu tip bireysel inisiyatiflerle değişebilir, uzun dönemli değişim için toptan bir anlayış değişikliği gerekiyor. Kadına şiddet vakalarında da gördüğümüz gibi devletin bakış açısı değişmedikçe toplumsal düzeyde bir değişiklik olması pek mümkün görünmüyor.
Fotoğraf: Sinitta Leunen