[voiserPlayer]
Türkiye İşçi Partisi’nin demokrasi anlayışına dair yapılan tartışmalar, partinin en nihayetinde Marksist olduğu ve proletarya diktatörlüğünü savunmasının doğal olduğu şablonuna sıkıştırılarak genelde dar bir açıdan sürdürüldü.
Oysa Türkiye sosyalizm tarihinde demokrasi ve özgürlükler üzerinde en fazla duran parti TİP idi. İktidarın demokratik yollarla alınmasının hedeflendiği parti yayınlarında yer alıyor, partinin önde gelen isimleri sık sık buna vurgu yapıyordu.
1962’de yayınlanan “Türkiye İşçi Partisi Kimlerin Partisidir?” adlı broşürde şunlar yazıyordu:
“Halkın oyu ile kanun yolundan iktidara gelen TİP, halkın oyunu kaybedince yine kanun yolundan iktidardan çekilir.” (Sayfa 7.)
Ertesi yıl yine parti tarafından yayınlanan “Amacımız, Yolumuz, Yöntemimiz” adlı broşürde vurgulananlardan biri ise şuydu:
“Halk yararına yapılacak değişiklikler, halkın bilinçli ve örgütlü desteğiyle, gene halka dayanarak yapılacaktır. Bu yol, hem demokratik olacak hem de istenilen halktan yana devletçiliği getirecektir.” (Sayfa 27.)
Genel başkan Mehmet Ali Aybar’ın özellikle 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren ortaya attığı “güler yüzlü sosyalizm”, “hürriyetçi sosyalizm” gibi kavramlar ve bunların üzerine yapılan fikir münakaşaları, aynı bakış açısının partinin tepe noktasında da güçlü bir biçimde var olduğunun en önemli göstergesiydi.
Aybar’ın en başından itibaren, yani partinin genel başkanlığına seçildiği ilk andan itibaren, Sovyetler Birliği’nin bürokratik ve merkeziyetçi yönetim şekline karşı olduğu bilinen bir durumdu. 60’ların ilk yarısında bunu pek dillendirmese de özellikle 1965’ten itibaren parlamenter mücadelenin de başlamasıyla Aybar bu yönünü açığa vurmaya başladı.
Baskıcı, bürokratik ve kapalı bir rejim yerine; demokratik, hürriyetçi ve güler yüzlü bir sosyalizm anlayışını benimsemek ve bunu açıkça savunmak, legal alanda siyaset yapan bir sosyalist parti için her şeyden önce halkla bütünleşebilmek, ya da farklı bir deyişle marjinalleşmemek adına önemliydi.
“Türkiye’ye özgü sosyalizm” kavramının özü buydu.
İlerleyen yıllarda bu tartışmaların da içinde olduğu çeşitli sebeplerle Aybar’ın karşısında yer alacak olan, partinin önemli isimlerinden Sadun Aren de bu konuda kendisiyle hemen hemen aynı çizgideydi:
“Sosyalizm birçok insanların kafasında kanlı ihtilaller ve totaliter idarelerle çağrışım halindedir. Bu gibi insanlar tamamıyla haksız da değillerdir. Gerçekten birçok memleketlerde ihtilal yolu ile iktidara gelmiş ve totaliter idarelerle yürütülmüştür. Sosyalizmin Türkiye’de de bu aynı yollarla gerçekleşeceğini zanneden kimseler, haklı olarak sosyalizme karşı çekingen davranmaktadırlar. Bu sebepten, sosyalizmin gerçekleşme yolunun diğer memleketlerin izlemiş oldukları yoldan farklı olacağını ortaya koymak lazımdır…
Totaliter, insafsız bir idare karşısında değiliz. Demokratik düşünüş ve idare her gün biraz daha kökleşmekte ve yerleşmektedir. Bu durum bir sınıf diktatörlüğünü, yani devlet kuvvetinin bir sınıf veya zümre yararına kullanılmasını geniş ölçüde önlemektedir.
Demek oluyor ki sosyalizm bizde bir sınıf kavgası vasıtası veya zulme karşı bir isyan ve nefretin tezahürü değildir. Sosyalizmin bizdeki en büyük gerekçesi, kalkınma ve batılılaşmanın yegane vasıtası, toplumumuzun ve dünya şartlarının bizi zorladığı bir sistem olmasıdır. İşte bu sebepten dolayıdır ki memleketimizde sosyalizmin gerçekleşmesi için izlenecek yol ihtilalci değildir ve olamaz. Sosyalizm kamuoyu ile demokratik bir şekilde işbaşına geçecektir… Çünkü sosyalizmin en hakim niteliği, insancı ve dolayısıyla hürriyetçi oluşudur…” (TİP Tarihinden Kesitler – A. Hamdi Dinler – sayfa 54-55)
Peki aynı konuya Behice Boran’ın bakışı nasıldı?
Parti içinde Behice Boran ve Sadun Aren’in başını çektiği grubun Aybar’a bayrak açmasının ana sebebinin Çekoslovakya’da meydana gelen olaylar olduğu sık vurgulanan yanlışlardandır. Bu yanlış görüş, Aybar’ın Sovyet işgaline karşı olduğu, Boran-Aren ikilisinin ise işgalden yana tavır aldıkları iddiasına dayanır.
Ancak tam aksine, Behice Boran işgalin başladığı günlerde Milliyet’e yazdığı yazıda işgale karşı tavır almış ve Aybar ile aşağı yukarı aynı düşünceleri dile getirmişti:
“Sovyetler Birliği’nin Varşova Paktı’nın diğer dört üyesi ile birlikte Çekoslovakya’ya yaptığı askeri müdahalenin hiçbir yönden haklı, hatta gerçekçi politika bakımından geçerli görülebilecek yanı yoktur. Bu müdahale milli bağımsızlık ve eşitlik haklarına olduğu kadar sosyalizm ve sosyalist enternasyonalizmin ilkelerine de aykırıdır…
Sovyetler Birliği’nde işçi sınıfı diktatörlüğü, partinin, hatta parti içinde belirli bir kadronun git gide tek bir kişinin müstebit, keyfi idaresi şeklini almıştır.” (Milliyet – 27 Ağustos 1968.)
Yıllar sonra Aybar’ı Çekoslovakya işgali konusunda anti-Sovyetik olmakla suçlayan Boran’ın bu yazısı da açıkça anti-Sovyetik bir yazıydı ve TİP’in bültenlerinde ve programında yer alan demokratik yollarla siyaset yapma fikriyle uyuşuyordu.
Aren’in işgale karşı çıkmadığı ise doğruydu. Ancak Aren’e göre bunun gerekçesi, sosyalist kampın kapitalist blok karşısında güç kaybedeceği çekincesiydi.
Yukarıdaki alıntıdan anlaşılacağı üzere Sadun Aren’in Sovyetler Birliği’ndeki totaliter yönetim anlayışına karşı olduğu ve Türkiye’de siyasetin demokratik yollardan yapılması gerektiğine inandığı ortadaydı.
Görüldüğü gibi, Boran-Aren ikilisi ile Aybar’ın münakaşa sebebi, Aybar’ın “hürriyetçi sosyalizm” gibi kavramları kullanarak bilimsel sosyalizme aykırı düştüğüne inanmaları değildi. Çünkü kendileri de aynı fikirleri çeşitli konuşmalarında dile getirmişler ve demokratik siyaset yapma inançlarını sık sık vurgulamışlardı.
Asıl karşı çıkılan nokta, Aybar’ın bu kavramları parti kurullarına danışmadan istediği yerde istediği gibi kullanması ve diğer yöneticileri zor durumda bırakmasıydı. Sosyalizmin, özünde zaten hürriyeti içerdiği düşüncesi de tepkinin bir başka sebebiydi.
TİP’in arzuladığı, bürokratik merkeziyetçi iktidar yapısı değil, seçimle başa gelen demokratik sosyalist bir yönetim şekliydi. Kuruluşundan bu yana partinin içinde yer alan üç önemli ideolog da özgürlükçü sosyalizmden yana, bürokratik ve ceberut yönetim anlayışına karşıydılar.
Hatta Aybar, Türkiye’ye özgü sosyalizmin fertçi bir sosyalizm olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. Bilindiği gibi, fertçilik ya da bugünkü deyişle bireycilik kavramı liberalizme özgü bir kavram olarak gelişmiş, sosyalist ideoloji bunun karşısına adı üstünde toplumculuk anlayışıyla çıkmıştı.
Aybar’ın bunu bilmemesine imkan yoktu. Ancak bu sözü söylemesi, sosyalist bir yönetimin de en az liberal iktidarlar kadar bireye önem verebileceğini vurgulamak içindi.
TİP’in ilk genel başkanı için özgürlüğün ve demokrasinin önemi işte bu kadar büyüktü.
Partinin önde gelen aydınlarının bu konuda aynı fikirde olmaları tesadüf değildi. O yıllarda ülkenin sosyolojik ve iktisadi yapısını inceleyen aydınların Türkiye’nin kapitalistleşme yolunda bir hayli ilerlediğini ve toplumsal sınıfların belirginleşmesiyle demokratik yollardan kapitalist düzene karşı mücadele vermenin en doğru yol olduğunu görmeleri doğaldı.
Ancak fikren bu noktada birleşebilen Aybar-Boran-Aren üçlüsü, pratikte ise tam aksi yönde birleşerek fikirlerine uygun demokratik tavırları sergilemekte zorlandılar.
Aybar’ın genel başkanlık yaptığı yıllarda da Boran’ın genel başkanlık yaptığı yıllarda da parti, muhaliflere karşı hep bir soruşturma, suçlama, ihraç dalgalarıyla çalkalandı. Genel merkezi çeşitli sebeplerle eleştirenler ya partiye sızmış ajanlar olarak yaftalanıyor ya da iyi niyetli olsalar bile sosyalizm düşmanlarının eline koz vermekle suçlanıyorlardı.
Bu anlayışın, Türkiye siyasetinde bugün de devam eden “dış güçler” kavramı çerçevesinde yapılan propagandalardan zihinsel olarak pek bir farkı olmadığını görmek zor değil.
İşte bu anlayış kapsamında Fethi Naci, Niyazi Ağırnaslı, Yalçın Küçük gibi isimler çeşitli dönemlerde partiden ihraç edilenler arasında yer aldılar. Hatta Behice Boran’ın genel başkan seçildiği 4. Kongrenin ardından eski genel başkan Mehmet Ali Aybar bile ihraç istemiyle disiplin kuruluna sevk edilmiş ve bunu hazmedemediği için partiden istifa etmişti.
Ne yazık ki, söylemleriyle bürokratik merkeziyetçilikten uzak görünen liderler, yönetimdeyken tam tersi bir tavır içinde hareket ediyorlardı. Bu durumda, partide yaşanan bölünmelere şaşırmak da çok zordu.
Bu anlayış, Milli Demokratik Devrim’i (MDD) doğuran ve sosyalist hareketin hiç bitmeyecek bölünmelerine ilk defa kapı açan başlıca sebeplerden biri oldu. Artık sosyalist hareketler içinde sorunları ayrılarak çözmeye çalışma geleneği başlamış, ancak sorunlar her defasında büyüyerek çatışmalara varan noktalara gelinmesine sebep olmuştu.
Partinin ilk kurulduğu yıllarda toplantıları basanlar genelde Komünizmle Mücadele Derneği üyeleriyken yetmişli yıllara yaklaşıldığında MDD’ciler bu işi üstlenmiş durumdaydılar.
Yalnızca bu örnek bile 10 yıldan az bir sürede nereden nereye gelindiğinin göstergesiydi. 12 Mart’ın ardından kapatılan parti 1975’te yeniden açıldığında oldukça zayıflamış durumdaydı. Legal siyaset tarzı, yerini illegal mücadele ve şiddete terk etmişti. Bunda devletin baskısı önemli rol oynamakla birlikte yaşanan parti içi münakaşaların payı da büyüktü.
Demokratik siyaset yolunu seçmiş, parlamentoya 15 milletvekiliyle girmiş, ülkenin sosyolojik yapısı gereği gittikçe büyümesi beklenen bir partinin bölünerek ve eriyerek yok olması, ders alınması gereken düşündürücü bir durumdur. Ancak bu vahim durum üzerinde geçen onca yıla rağmen yeterince durulduğu söylenemez.
Önümüzdeki süreçte sosyalist mücadele büyüyecek ve özellikle demokratik siyaset kanalıyla daha geniş kitlelere ulaşılacaksa geçmişten dersler çıkarmak ve aynı hatalara düşmemek dikkat edilmesi gereken noktalar olmalıdır. Bunun için de geçmişin kapsamlı bir muhasebesini yapmak şarttır.