“Var mısın? Yoksun,
İki gözüm eminim sen yoksun.”
-Mor ve Ötesi, Cambaz.
[voiserPlayer]
Türkiye’de gitgide artan politika kaynaklı yoksullaşma, devletin fonksiyonel olarak içinin boşaltıldığını gözler önüne serdi. Fakat devlet kapasitesinin içinin boşalması devlet aygıtını ortadan kaldırmadı. Bu süreçten ekonomik olarak daha güçlü çıkan kitleler oldu ve gittikçe artarak üretilen bir “güç imgesi” anaakım medyayı sardı. Bu güç imgesindeki “güç”ten kasıt, devletin merkezinde yer alan hükümet ve hükümet dışı aktörlerin (siyasetçilerin) ortalama bir vatandaşla kıyaslanamayacak kadar güçlü olması. Bu gücün sembolik olma sebebi ise siyasetçilerin kendi hesaplarında gücü, “etki” ve “kaynak erişimi” ile ölçmeleri ve buna öznel bir değer biçmeleri. Bu değer, siyasetçilerin kendi güçlerini devletin güçleriyle eşleştirmesiyle sunuluyor ve “güvenlik” kavramları ve tarih anlatılarındaki karakterler ile sembolize ediliyor. Bu güç ilişkisi ve gücün sembolleşmesi esnasında tüketilen ve dönüştürülen kamu kaynakları, kamuya hizmet için değil, tüketilmek için sunuluyor. Dolayısıyla kamu kaynakları hem siyasetçi tarafından hem de sunuluş biçimi yüzünden halk tarafından tüketiliyor. Bu ikilem üzerinden, Türkiye’de devlet ve siyasetçilerin işlevinin ne olduğu üzerine bir sorgulama yaparak, bu sistemi anlamak adına reklam devleti ve performans siyasetçisi kavramlarını öne süreceğim.
Reklam devleti, devletin kaynaklarının onu yönetenler tarafından medyaya yatırılması ve kendisini tüketilebilir bir formda sunmaya adaması durumu olarak tanımlanabilir. Bu medya yatırımı devlet tarafından halkın ve devlet dışı aktörlerin güvensizliklerini dönüştürmekte kullanılıyor. Bu sayede siyasi aktörler, halkın neyi öncelemesi gerektiği ve kendileri hakkında “nasıl” düşüneceğini yayıyor. Bazı durumlarda bunu yapmayı başaramasa da çatışmayı sürdürüyor. Bu düşünce biçimi bilginin dağıtılması sürecine bir bilgi formunda katılıyor. Egemen siyasetçilerin düşünülmesini istediği, tüketilebilir bir “dünya ve siyaset” kurgusu yaratılıyor, daha sonra bu kurgu gerçek olarak kabul edilerek yeniden üretiliyor ve halkın kendi güvenliğini bu kurgu içerisinde araması isteniyor. Bu anlayışı bir dizi setine ya da dramaya benzeterek diyebiliriz ki halkın düşünüşü belli bir senaryoyu takip ediyor, bu senaryo bağlamında gelecek bölümlerin nasıl gerçekleşeceği hakkında tahminler yürütülüyor: Haber Türk ve CNN Türk’te çıkan stratejistler komplo teorileri üretmeye ek olarak verili bu senaryodaki düşünce zincirini sağlamlaştırıyor. Hangi aktörlerin “iyi” ve “kötü” olduğu, hangi aktörlerin kazanacağı ve kaybedeceği bu senaryo bağlamında düşünülüyor. Dolayısıyla gerçeklik hâlini alan ve bazen “sorgulamayı/eleştirel düşünmeyi” de kendi senaryosunun bağlamına dahil eden bu durum, siyasetin düşünülüşünü ve tanıtımını bir diziden farksız hâle getiriyor. Bu süreç ise devlet kaynakları tarafından oluşturulup, devlet adına konuşan ve onu yönetenlerin ideolojisini, siyasi alanın tartışma konusu olmaktan çıkarıyor. Çeşitli partiler, bakanlıklar ve iletişim başkanlığı gibi kurumlar dijital/TV reklamlarıyla birlikte TV dizilerine âtıflar yapılarak paylaşılıyor.
Reklam devleti, insanların güvenliklerini nasıl tanımladıklarının söylem ile (TV ve sosyal medya yayınlarıyla) değiştirilmeye uğraşıldığı, devletin kaynaklarının devleti medyada[1] ve halkla ilişkiler alanında var etmeye harcandığı bir “yönetme pratiği” olarak tarif edilebilir. Devlet-vatandaş ilişkisindeki boşluğu doldurmak üzere kurulan CİMER ve BİMER gibi merkezlerin, İletişim Başkanlığının, RTÜK’ün ve yayıncılıkta TRT-CNN modellerinin aldığı büyük yatırımlar ve siyasi kaynak aktarımları, devletle vatandaş arasındaki ilişkinin araçsal bir şekilde değil, sembolik bir şekilde doldurulmaya çalışıldığını gösteriyor.[2] Burada anlatılmak istenen kaynak aktarımı, medyada özelleşmeyen ancak medya sahibi olan holdinglere yapılan kredi ve ihale aktarımları. Bu aktarımlar halkın yoksullaşmasına ve iktidarın bu durumu dış tehditlerle bağdaştırıp “dayanışma mesajı” vererek kabul ettiği ve bunu siyasi tartışmanın konusu yapmayarak savuşturduğu bir ortam yaratılması için kullanılıyor. Yani devlet, kapasitesini vatandaşın kronik yoksulluğunu ve genç vatandaşlarının gündelik güvensizliklerinin ne olduğunu sorgulamak üzerine kurmaktansa, kendi yönetebileceği kadarını “tabandan talep geldiği” iddiasıyla kuruyor. Bunu da gerçek hayatta kişilerin güvenliğini tehdit eden ancak iktidar tarafından yayılan bir dizi sembol ile dolduruyor. Devletin güvenlik aygıtının göz altılarının semboller (TRT ve ATV dizilerinde ya da CNN Türk tartışma yayınları ekseninde) yayılan sembolik düşmanların gerçek hayatta tezahürü üzerine kurulması bu sorguyu gittikçe kuvvetlendiriyor. Örneğin, ülkenin emniyet mekanizmasının kadınların güvensizliklerini[3] anlamak yerine, ülkenin güvenlik tehdidini dışarıdan içeriye ve içeriden dışarıya sızmaya çalışan düşmanlara indirgeyip daha sonra da kadın hareketini bu tehditle ilişkilendirip polis gücü ile dağıtmayı meşrulaştırıyor. Bu indirgemeyi de anayasal hakların sergilenmesinin bir suç olduğuna atfediyor. İddia edilen bu suçun meşruiyetini ise “vatan hainleri”nin dizilerde ve tartışma programlarında resmedilmesi ve tasvir edilmesine dayandırıyor.[4]
Performans Siyasetçisi
Performans siyasetçisi, halkla ilişkiler kavramlarından “basın açıklaması” okuyan yöneticilerin tam zıddı, yani sürekli olarak performans sergileyen ve yaratmak istediği imajı “tek yönlü simetrik ilişki”[5] ile destekleyen siyasetçi türü olarak tanımlanabilir. Reklam devletini tarif ederken kullanabileceğimiz dramaturjik benzetme, devletin bir sahne olarak halkın önüne çıkarılmasını, ancak perde arkasının da bir şekilde kutsallaştırılmasını salık veriyordu ve bu perde seyircinin beklentilerini (güvensizlikleri) yaratmayı hedefleyen, uzun soluklu bir oyundu. Bu sırada da sahnedeki oyuncuların perde arkasını ifşa etmek pahasına inandırıcı-inandırıcı olmayan oyunlarını bir mücadele içerisinde sergilediklerini görüyoruz. Bu sahne, önceki bölümde bir yapıyı ve rasyonaliteyi tarif ediyordu. Bu bölümde ise dramuaturji benzetmesi sahnede ne olduğuna dair bir tanımlama girişimi olacak. Bu benzetmede belli başlı kalıplardaki davranışları yapan insanların ideolojilerin materyal yükümlülüklerini es geçen bir ortaklıkta bir araya gelmesiyle oluşup, bu ortaklığın karakterler arasındaki bağı kurduğunu söyleyebiliriz. Bu ilişkiler ağı ise kendisini bir halkla ilişkiler kampanyası ve reklamlar silsilesiyle var ediyor. Kendi kurduğu ağa ya da daha önce gerçekleşmiş kurgusal anlatılara atıf yaparak insanların kendisinin “büyüklüğünü” diğer şeylerle kıyaslayarak yeniden kabul etmesini sağlıyor. Buna bir nevi “rıza üretimi” de denilebilir, ancak “rıza üretimi” kavramının Batı-Orta Avrupa eksenine orada yaşanan kapitalizmin daha az vahşi ve daha çok pragmatik olduğu düşüncesiyle daha uygun olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’deki mevcut siyasetçi performansını ve onların “makûl”ü belirlemesini, Besim Tibuk ve Mustafa Sarıgül örneklerini bir spektrumun iki zıt ucuna koyarak inceleyebiliriz. Bir yandan Besim Tibuk, bir performans siyasetçisi olmamayı, doğrudan pratik uygulamaları ifade etmeyi temsil ederken diğer yandan Mustafa Sarıgül tamamen rol yapan bir siyasetçi modelini ifade ediyor. Mustafa Sarıgül’ün TikTok videolarında yaptığı konuşmaların aslında siyaset sahnesinde yapılanlardan farklı olmadığını, hatta çalışma şeklinin siyasetçilerin çalışma şeklinden de farklı olmadığını savunabiliriz: Takım elbisesi içinde il il dolaşıp, “çok çalışıp”, yüzyıldır var olan sorunlara konuşmasında yer verip “pozisyon almak” ve insanlara “değişim umudu vaat etmek”. Fakat onun hareketlerinde insanları güldüren, onu siyasetçiden çok Amerikan tele-vaizlerine benzeten şey “inandırıcılık”. Kendisinin inandırıcı bulunmaması, performansını vermeye çalıştığı gerçeklikle çatışmasından kaynaklanıyor. Hâlbuki bir komedi dizisinde rol alıp dizide bir başkan adayını canlandırsa belki de çok başarılı bulunacak, çok gerçekçi oynadığı düşünülecek ve övgü alacak. Televizyonda gördüğümüz kurgu karakterlere istemeden çok fazla atıf yaptığı, kalıp cümleleri ve kimlikleri pozisyon almak için çok savurgan kullandığı ve sadece ikna etmeye çalıştığı, iddialarıyla kendi profilinin gerçek bir karşılığı olmadığını fazla belli ettiği için onu inandırıcı bulmuyoruz. İnandırıcılık, aktörün sahne arkasından geldiğinin seyirci tarafından unutulmasıyla ve aktörün sahte olay yaratabilmesiyle sağlanabilir.
B. B. Özpek’in programlarında sıklıkla dile getirdiği AKP’nin bir siyaset üretmemesi tespitini göz önünde bulundurarak, insanların R. Tayyip Erdoğan’ın da yıllarca sergilediği “siyasetçi” performansına oy verdiği, Kemal Kılıçdaroğlu’nun bugün “liderlik vasfı” olmamasının onun sergilediği tiyatral etkileyiciliği düşük rolden kaynaklandığı söylenebilir. Bu spektrumda Kılıçdaroğlu, Tibuk’a daha yakınken, Erdoğan ise Sarıgül’e daha yakın. Çoğumuz Ekrem İmamoğlu’nun small-talk’larının[6] çok inandırıcı olduğunu ve performansının sahneye yakıştığını düşünüyoruz. İnsanların bir siyasetçiyi benimseme/beğenme tercihinde kullandıkları “değerleme birimini” ise sembolik ve kurguya dayalı sayabiliriz. Tıpkı beğenilen dizi karakterlerinin onları oynayan oyuncuyla özdeşleştirilmeleri, film repliklerinin filmin yazarına değil de repliği okuyan kurgusal karaktere ya da aktöre atfedilerek paylaşılması gibi düşünülebilir. Buradaki mantık, ikna edici performansın, fonksiyonel ve temsil gibi siyasetin ana amaçlarından daha çok öncellenmesi (prioritizing). Örneğin, kitlenin Engin Altan Düzyatan’ın Ertuğrul Gazi’yle özdeşleşmesinin ardından, benzer bir tarihi kurguda Engin Altan’ı görmek istemesi ve Düzyatan’ın Barbaroslar Akdeniz’in Kılıcı dizisine dâhil edilmesini istemesi bu duruma örnek verilebilir.
Siyasetçinin performansını ve kitlenin performans talebini bir “kitlesel davranış” olarak açıklamak daha uygun olacaktır. Öyleyse, denebilir ki kitlesel olarak benimsenen liderler, bu spektrumdaki optimum yerlerine göre “iyi siyasetçi” olmaya yaklaşıyorlar. Eğer siyasetçiler bu tip performatif figürler olarak ele alınırsa, onların içinde bulunmak için yarıştığı ve bulunduğu devlet de bir reklam devleti olacaktır: Kendini göstergelere, seçim kampanyası reklamlarına, TRT dizilerine, kurgulanmış tarih anlatılarına, Kurtlar Vadisi dizisine[7] ve derin güçlere duyulan bir güvenle var etmeyi sürdüren bir devlet. Tüm bunları, bakanların, devlet başkanının ve diğer yetkililerin konuşmalarında ve devletin bizzat kaynaklarını ayırdığı medya projelerinde görmek mümkün.
Reklam Devleti
Reklam devleti tartışmasına döndüğümüzde, bu devletin devlet-vatandaş ilişkisinin ve imtiyazlılar tarafından işlevsizleştirilen devletin varlığının medya imajları üzerinden sürdürüldüğü bir model olduğunu söyleyebiliriz. Devlet artık, Weberyan anlamda modern kurumlarını sorunları çözmek üzere kullanan, bunun karşılığında da kişilere meşru şiddet kullanma hakkı tanıyan bir yapı olarak işlemiyor. Bunun yerine devlet, kendini siyaset üstünde konumlandıran insanlardan oluşuyor ve bu insanlar devlet adına kendi meşruiyetlerini doğrudan modern devletin insanların akıllarında yarattığı “meşru”, “kutsal” ve “kudretli” varlığına âtıf yaparak kuruyor. Dolayısıyla modern devletin kurumları ve işlevselliği ortadan kalktığı için, ortada sadece devletin bir “reklam” hali kalıyor. Daha sonra ise kurumları boşaltılmış ve süregelen güvenlik sorunları üzerine kişilerin kendilerini devlet olarak var ettiği reklam devleti, kendi varlığını ispatlama ihtiyacı güdüyor. Kendi varlığını ise elinde bulundurduğu özel medya kuruluşları ve özel medya kuruluşlarını taklit eden devlet yayın organlarıyla birlikte medya stratejileri üzerinden sürdürüyor. Yani ortada krizleri yöneten değil, kudretli bir devletin var olduğu iddiasını yöneten, insanlara sorun yaratan ancak bu sorunları yalnızca kendisinin (yani aslında onun yerine geçen ayrıcalıklı siyasilerin) çözebileceğine ikna etmeye çalışan bir devlet kalıyor. Fakat buradaki asıl sorun, bu devletin kendi vatandaşlarının güvensizliklerini görme kapasitesinde ve isteğindeki düşüş.[8] Makbul olarak tanımladığı vatandaşlarının güvensizliklerini kendi siyasetini güdebileceği tehditlerle değiştirirken, “makbul olmayan vatandaşları” ise bu güvensizliklerin kaynağı ya da onlarla iltisaklı ilan ediyor. Yaratılmış güvenlik sorunları, meseleleri onların tartışılabilir olan siyasi niteliklerinden arındırıyor ve siyasetçinin performansına daha çok inandırıcılık katıyor. Bu inandırıcılık, reklam devletinin popüler kültüre entegre olmasıyla beraber popüler kültürden hem besleniyor hem de onu şekillendiriyor. Kendi tarihselliğini, kendi mantalitesini ve kendi işlevini tamamen medya araçları ve halihazırdaki ön kabuller üzerinden sürdürüyor. Sorunları çözmektense, bu sorunları bilginin dağıtımı ve insanların iyi-kötü ayrımını yaptığı kıyaslar üzerinde kontrol kurarak değiştiriyor. Kendi meşruiyetini çok kırılgan bir şekilde sürdürdüğü için ise “kriz”lerle kendi varlığının anormalliğini unutturuyor.[9] Devlet artık TV reklamlarının arasında yer almaya başlıyor, bakanlıkları TV programı ve reklamları için birbiriyle rekabete giriyor ve tüm aktörler var olmak için halk tarafından haklarında konuşulmasına ihtiyaç duyuyor. Hakkında konuşulan, kendi kendini yeniden üreten reklam devleti, modern devletten kalan araçlarıyla birlikte kendini finanse etmeye devam ediyor.
Reklam Devleti ve Pandemi Yönetimi
Reklam devletinin en büyük parıltılarından biri aslında tam da pandeminin başında kendini göstermişti. Sağlık Bakanlığı, pandemiyi bir TV dizisi şeklinde heyecan yaratarak ve bilinmezliğin getirdiği puslu havada tüm dikkatleri üzerine çekerek açıklamıştı. Bu dönemde pandeminin kontrol altına alındığı hissi yaratılmaya çalışıldı ve aynı zamanda pandeminin getirdiği korku pandemi önlemlerinin siyaset üstü, “bilim kurulu”nun karar verebileceği bir seviyede kabul edilmesini sağladı. Hasta sayısının öncelikle tek kişi olarak açıklanması, sonra ilk hastaların medyaya bilgi verilerek karantinaya alınması ve vaka sayılarının yavaş yavaş arttığının açıklanması, insanları ekran başına kilitliyordu. Pandeminin büyümeyeceğine dair beslenen umut ile insanların içinde bulunduğu çaresizlik aynı kodla yazılmış bilgisayar karakterleri gibiydi: Gerilim yavaş yavaş arttıkça başarılı olunduğu söylenecek, daha sonrasında ihtiyaç duyulan devlet müdahalesi tam ölçeğe çıktığında ise kurulan baskı tolere edilecekti. Nitekim öyle de oldu. 140 Journos tarafından çekilen Veba belgeselinde, bakanlık tarafından daha önceden, 21 Ocak itibariyle ilk pozitif numunelerin alınmaya başlandığı ve geometrik olarak artan vakaların bilinmesine rağmen bakanlık tarafından açıklanmadığı, o sıralar virüs salgınının Türkiye’ye henüz gelmediği yönünde bir iletişim stratejisi izlendiği anlatılıyordu. Vakaların açıklanmasının IMF’nin virüsten etkilenen ülkelere finansal yardım paketi vereceğini açıklamasının ardından gerçekleştiği, kapanma sürecinde konuyu tek elden yönetmek isteyen Koca’nın medikal şirketleri olan Soylu (ve ailesi) ile çatıştığı anlatılıyordu. Bu çatışma esnasında, halkın evlere kapanması, halk sağlığı güvensizliği, Tabipler Birliği ve hekimlerin bireysel olarak tanık oldukları artan güvensizlikler yerini aritmetik olarak açıklanan, kontrol altında tutulan bir pandemiye bırakmıştı. En başından beri çok iyi yönetildiği iddiasında olunan, her vaka artışının takip edilmesinin aslında kitlelerin kendi ürettiği umudu beslediği ve bu umudun reklam devletine olan güvene dönüştürülmesine çabalandığı görülüyor. Bu umut TV yayınlarına dönüşüp pek çok yeni karakterle tanışılmasına, Sağlık Bakanı’nın popülerliğine, ardından İçişleri Bakanı’nın bu popülerliğe meydan okuyup kendi imajını tüketici kitleye sunmasına yol açtı. Sahne arkasındaki oyunun asla sahne önünde açıktan söylenmediği, ancak kaynakların tüketime aktarıldığı bu süreçte, pandemiyle gerçekten mücadele edilmesi yerine onun sunuluşu ve sunuluşu üzerinden çekişme yaşanan bir siyaset izlendi. Sonuç olarak, aslında pandeminin bir kişiyle başlayıp daha sonra halka aktarıldığı gibi takip edilmediği, bilginin kontrolü için ise epey bir kaynağın harcandığı söyleniyordu.
Bu süreçte, Bilim Kurulu kararlarının siyasî içeriği topluma unutturulmaya çalışıldı. Bu kurulun kararları muhalif sesleri kesmek için siyaset üstü bir kurum iddiası güdülerek kuruldu. Halkın güvenliğinin sağlanması salık verilirken TV’lerde yoğun mesai harcayan devlet ve bakanlık, pratiğe baktığımızda rejimin değil, kaynak aktarımının güvenliğini sağlamaya çalışıyordu. Reklam devletinin kaynağında yer alan kaynak aktarımı meselesi, güvenliğin siyaseti ile güvenlik siyaseti yapmanın yeni bir gerçek yaratması gerektiği fikriyle aynı anda neşet etti. YKS sınavlarının ertelenmesi ile ilgili CNN Türk gece haberleri kuşağında program sunucusu Başak Şengül, Bilim Kurulu üyesi Ateş Kara’ya sorusunu yöneltirken sorusuna, “CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu konuda yoğun eleştirisi vardı…” diye başlamış ve sınavın ertelenmesinin pandemiye nasıl etki edeceği sorusunu sormuştu. Ateş Kara ise soruya bir eğitim bilimci olmadığı gerekçesi ile cevap veremeyeceğini belirtmişti. Pandeminin başlarında, henüz üzerinde mutabık olunan konu Sağlık Bakanı’nın başarılı PR çalışması sonucu ne kadar iyi çalıştığı iken haberlerin aktarılış ve bilim kurulunun kuruluş biçimindeki siyasetin insanlara tamamen unutturulması sağlanmıştı. Pandeminin bir diziye çevrilmesi vatandaşın devlete güveninin üst seviyeye çıkarılması için aslında bilginin kontrol altına alınmasıyla gerçekleşmişti. Pandeminin bu heyecanla aktarılması, pek çok ihmale ve halka biçilmek üzere ortaya çıkan bir maliyete de sebep olmuştu. Dolayısıyla, bir reklam olarak ortaya çıkan yönetim, tüketilebilir bir hale sokulmuş, halk da bu ürünü geri dönüşü olmayan bir maliyetle tüketmişti.
Bitirirken: Reklam Devleti ve Krizler
Devletin kaynaklarını medyaya ayırması ve kendisini medyada kişiler ve göstergeler üzerinden göstermesini “reklam devleti” olarak tanımlarken, bu devleti ortaya çıkaran siyasetçi modelini de “performans siyasetçisi” olarak tanımlamıştık. Performans siyasetçisi kavramı, günümüz Türkiye’sinde tüketilebilir siyasetçi performansını bir TV dizisi/tiyatro oyununa benzetiyor ve halkın oy tercihlerine de ışık tutuyor. Reklam devleti üzerinden okuyabileceğimiz pandemi sürecinin ilk döneminin yönetimi, güncel olarak Türkiye’de devletin anlamının nasıl üretildiği ile ilgili bir girişimin vaka örneğiydi. Reklam devleti üzerine düşünürken epistemolojik olarak devlet kavramını, Türkiye’de yaratılageldiği ve geleneklerinin benimsendiği şekliyle bir temsili aygıt olarak ele alabiliriz. Pandemi örneği ise siyasal iletişim literatüründe “sahte olay yaratma” (pseudo-event) olarak geçen kavramın tam olarak karşılamadığı, otoriter devlet pratiklerini içeren ancak otoriter devletin kapasitesinin aksine devletin kapasitesizliğinden doğan, bu kapasite eksiğinin kişilerin aşırı güçlenmesiyle doldurulmaya çalışıldığı bir süreç. 2007 ve 2010 referandumu, 2016 darbe girişimi ve 2017 referandumunu kırılma noktaları olarak ele alıp otoriter devlet kapasitesinin krize girdiğini ve onun evrildiği noktanın bir reklam devleti olduğunu iddia edebiliriz. Bu süreçte ve daha sonrasında ise yukarıda sayılan pratiklerin artçıları kendini “skandallar” ve “krizler”de ortaya çıkarmaya devam etti. Çünkü skandallar ve krizler bütün bir sistemin yok olduğu gerçeğini gizlemek için kullanılan terimlerdir.[10] Skandal, ortada normal bir yönetimin hâkim olduğunu, yalnızca belli olayların sistem dışı olduğunu ve sistemin kendi kendini düzeltebildiğini imler.[11] Örneğin, geçtiğimiz Aralık’taki dolar krizini önceki dolar kuru düşüş ve yükselişlerinden ayıran şey, doların kullanım değerinin yitmesiydi. Buradaki yitimden kasıt, doların sembolik olarak düşüşüne yapılan anlam yüklemesiydi; ekonomi üzerine yapılan muhalefette doların ticari kullanımı arka planda kaldı, dolayısıyla hükümetin ne pahasına olursa olsun ekranda gözüken bir sayı olarak doların seviyesini düşürmesi, bir süre büyük bir boşluğa yol açtı. Çünkü sembolik değer hâline gelen dolar kuru, gerçek kullanım değerinden (politik kararlar sonucu insanların fakirliğe sürüklenmesinden, markette durmadan artan fiyatlardan ve azalan maaşlardan) daha farklı bir nokta üzerinden eleştirilmeye başlanmıştı. Bu eleştirilere karşılık ise fakirleşmeyi durdurmak yerine ekranda görünen sayının yükselişini durdurmak oldu. Bu hamle, kitleler tarafından tüketilebilir bir hamleydi, ancak öncesinde gelen muhalif eleştiri de son derece tüketilebilir bir noktadan gelmişti. Bu pratik zaten fakirleşmekte olan insanları daha çok fakirleştirdi ve devletin kapasitesini tamamen göstergelere aktardığını bir kez daha kanıtladı. Ancak muhalefetin de benzer bir simülatif düşünceyle argüman üretmesi kendi reklam kapasitesinin azlığından dolayı bu argümanı boşa düşürdü. Dolar kuru bir krize dönüştüğü andan itibaren, sistem kendini normalleştirme fırsatı buldu. Sonuç olarak, reklam devletinin kaynakları; tüketime, krizlere ve kişilere ayırması ve kitlelere tüketilebilir bir siyaset sunması, ekonomik eşitsizliğin getirdiği gerçeklikle bazı noktalarda belli sürelerde başa çıkabildiği için üzerinde düşünülmeye değer bir durum olabilir.[12]
Kaynaklar;
Baudrillard, Jean. “Simulacra and Simulation.” Translated by Shelia F. Glaser. Chap. The Orbital and The Nuclear, pp. 27-30: University of Michigan Press., 1994.
Bilgin, Pinar. “Sacralisation: Defying the Politicisation of Security in Turkey.” European Review of International Studies 5, no. 3 (2018): 94-114.
Bilgin, Pinar, and Basak Ince. “Security and Citizenship in the Global South: In/Securing Citizens in Early Republican Turkey (1923–1946).” International Relations 29, no. 4 (2015): 500-20.
Boyraz, Cemil. “Neoliberal Populism and Governmentality in Turkey: The Foundation of Communication Centers During the Akp Era.” Philosophy & Social Criticism 44, no. 4 (2018): 437-52.
Carney, Josh. “Genre Strikes Back: Conspiracy Theory, Post-Truth Politics, and the Turkish Crime Drama Valley of the Wolves.” TV/Series, no. 13 (2018).
Grigoriadis, Ioannis N, and Onur T Karabıçak. “Baudrillard in Ankara: Mainstream Media and the Production of Simulacra in the Turkish Public Sphere.” British Journal of Middle Eastern Studies (2021): 1-15.
Grunig, James E, and Larissa A Grunig. “Models of Public Relations and Communication.” Excellence in public relations and communication management 1992 (1992): 285-325.
Koch, Andrew. “Cyber Citizen or Cyborg Citizen: Baudrillard, Political Agency, and the Commons in Virtual Politics.” Journal of Mass Media Ethics 20, no. 2-3 (2005): 159-75.
Yanardağoğlu, Eylem. The Transformation of the Media System in Turkey: Citizenship, Communication, and Convergence. Springer, 2021.
[1] Eylem Yanardağoğlu, The Transformation of the Media System in Turkey: Citizenship, Communication, and Convergence (Springer, 2021). ss. 106-111.
[2] Cemil Boyraz, “Neoliberal populism and governmentality in Turkey: The foundation of communication centers during the AKP era,” Philosophy & Social Criticism 44, no. 4 (2018). Cemil Boyraz, kaynak gösterilen makalede Türkiye’yi neoliberal popülizm ile sınıflandırmış olsa da bu yazı Türkiye’nin problemindeki bağımsız değişkeni neoliberal düzen olarak ele almamaktadır. Savunduğum argümana ve yaptığım sınıflandırmaya göre, Türkiye’nin “eşitsizlik” ve “kaynak sömürüsü” problemleri siyasetin tanımlanmasından ve pratiğinin evrensel ideolojilerin manifestolarından son derece uzakta yapılması, kısa vadeli kişisel çıkarlara odaklanılan bir pragmatizmden ve yapısal olarak içi boşaltılan denge-denetleme-güvenlik kurumlarından kaynaklanmaktadır.
[3] Burada “güvenlik-güvensizlik” tanımını güvende olma ve güvende hissetme durumu üzerinden yapıyorum. Bknz.: Pinar Bilgin and Basak Ince, “Security and citizenship in the global South: In/securing citizens in early republican Turkey (1923–1946),” International Relations 29, no. 4 (2015). s. 501.
[4] Ioannis N Grigoriadis and Onur T Karabıçak, “Baudrillard in Ankara: mainstream media and the production of simulacra in the Turkish public sphere,” British Journal of Middle Eastern Studies (2021).
[5] James E Grunig and Larissa A Grunig, “Models of public relations and communication,” Excellence in public relations and communication management 1992 (1992).
[6] Toplumsal bir ortamda karşılaşılıp sıradan ve önemli olmayan konular hakkında gündelik bir dilde ancak kibar şekilde yapılan konuşma türüdür (Oxford Dictionary). Çoğu için bir beceri olarak sayılırken, Ekrem İmamoğlu için halkla arasında geçen bire-bir, ikna edici ve sempatik konuşma türü olarak kullanılıyor.
[7] Josh Carney, “Genre strikes back: conspiracy theory, post-truth politics, and the Turkish crime drama Valley of the Wolves,” TV/Series, no. 13 (2018).
[8] Pinar Bilgin, “Sacralisation: Defying the Politicisation of Security in Turkey,” European Review of International Studies 5, no. 3 (2018).
[9] Jean Baudrillard, “Simulacra and Simulation,” (University of Michigan Press., 1994).
[10] David A. Lynes, “Simulacrum,” in Encyclopedia of Case Study Research, ed. Gabrielle Durepos & Elden Wiebe Albert J. Mills (Thousand Oaks: Sage Research Methods, 2012).
[11] Andrew Koch, “Cyber citizen or cyborg citizen: Baudrillard, political agency, and the commons in virtual politics,” Journal of Mass Media Ethics 20, no. 2-3 (2005).
[12] Türkiye’yi temsil eden markaların ve uluslararası alanda resmi olarak “Turkey” isminin Türkiye olarak değiştirilmesiyle birlikte yapılan THY reklamı, geçtiğimiz sene yapılıp tepki çeken Turizm Bakanlığı reklamları, turizme ekonominin kurtarıcısı olarak bakılması, yumuşak güç kavramının görünmeden yapılan bir siyaset olmasına karşın Türkiye’nin bunu görünür şekilde yapması ve bununla övünülmesi ve Sofagate skandalı buna birer örnek teşkil ediyor.
Fotoğraf: Aaron Sebastian