[voiserPlayer]
İnsan, hayatın her alanında “nesnel ölçütler” belirlemek yönünde aralıksız bir faaliyet içinde olmasına rağmen, bireylerin içsel yaşantısının bu faaliyetten esirgenmiş mahrem bir yanı vardır. Bu bağlamda, türü ve içeriği ne olursa olsun, bir metin ile okuru arasındaki ilişki de oldukça öznel bir ilişkidir. İlişkinin bu öznel doğasından güç alarak, yine oldukça öznel bir saptamayla başlamak istiyorum: Kanaatimce Thomas Mann’ın edebiyatının karakteristiğini oluşturan asli unsur, onun kurgusal olmayan felsefi anlatı formunu, üstelik oldukça sıradan konular etrafında bile örebilerek kurgusal-edebi anlatı formuna dönüştürebilmek yönündeki sıra dışı becerisidir. Dolayısıyla konu -ya da tema- değişmesine rağmen, Mann’ın anlatılarının derinlemesine dikey bir boyuta sahip olduğu, insan bilgisinin farklı alanlarından yoğun bir malzeme içerdiği ve bu yüzden de farklı okumalar yapmaya elverişli katmanlardan oluştuğu söylenebilir.
Mann’ın Büyülü Dağ (Der Zauberberg) adlı romanıyla yaşadığım bireysel tecrübeden süzerek vardığım sonuç, eserde müstakil olarak ele alınmaya müsait iki farklı -ama birbiriyle ilişkili- katmanın bulunduğu yönünde. Bu iki katmanı öz bir şekilde ifade etmek istiyorum.
Psikolojik Katman
Roman, kendisine dair ilk tasvirin “sıradan bir genç” ifadeleriyle yapıldığı Hans Castrop karakterinin anlatılmaya değer bulunan öyküsünü hiçbir ayrıntıyı atlamadan okura sunma taahhüdü ile başlıyor. Okur roman boyunca, çevreye, insanların fiziksel, sıhhi ve ahlâki durumlarına ve birbirleriyle ilişkilerine yönelik uzun ve detaylı tasvirlerle yorulabilecek olmasına rağmen alttan alta takip edilen esas izleğin kahramanımızın bireysel dönüşümü olduğuna yönelik güçlü bir sezgi de geliştiriyor. Bu sezgiyi belirginleştiren unsurlardan biri, kahramanın etrafındaki sahnede yer tutan karakterlerin uzun bir zaman süreci içine yerleştirilmelerine rağmen ilk belirdikleri zamanki gibi kalmalarıdır.
Büyülü Dağ’ın anlatısında zaman neredeyse yalnız Hans Castrop için akmakta ve etkilerini onun üzerinden göstermektedir. Uluslararası Berghoff sanatoryumunda tüberküloz tedavisi gören kuzenini ziyarete giden genç gemi mühendisi Castrop, beklenmedik bir şekilde kendisinin de aynı hastalıktan muzdarip olduğunu öğrenmesiyle kısa ve orta vadeli gelecek planlarını rafa kaldırmak zorunda kalmış, yaşayış tarzına yabancı olan ve bütünüyle kendine özgü bir habitusun parçası haline gelmiştir. Castrop bu uyum sürecini görece çabuk atlatacak ve zaman içinde yaşadığı tecrübeler onda köklü bir bireysel dönüşüme yol açacaktır.
Romanın başlarında tasvir edilen karakter, mesleğinin doğasındaki dakikliği içselleştirmiş, işine ve aile düzenine bağlılık içinde, yakın bir zamanda prestijli bir şirkette işe başlayacağı için heyecanlı biridir. Karakterin başlarda öne çıkan bir özelliği de entelektüel ilgilerinin oldukça sınırlı oluşudur. Mann bize halis bir orta sınıf “mühendis kafası” sunmaktadır: Bu genç gemi mühendisinin zihni her şeyden önce kariyeriyle ilgili formel ıvır zıvırlarla doludur; öyle ki, uzun süren bir yolculuğa çıkmasına rağmen yanına yalnızca “Büyük Buharlı Gemiler” adlı bir cep kitabı almıştır. Ancak anlatı ilerledikçe yazarın takip ettiğini söylediğimiz esas izlekte karakterin dönüşümü de izlenir hale gelmektedir: Castrop sanatoryumda geçirdiği süre boyunca, hastalık, ölüm, zaman ve aşk gibi evrensel konularda derin içgörüler geliştirmeye, içine dahil olduğu habitus ve coğrafyanın güçlü etkileriyle yavaş yavaş başka biri olmaya başlayacak ve bu süreç boyunca okur, sıradan bir orta sınıf tipinin, bir “mühendis kafası”nın, -tabir caizse- bir filozofa dönüşmesine tanıklık edecektir. Castrop’un geçirdiği bu dönüşüm, duyarlılığı yüksek bir okurun özdeşleşmekte güçlük çekmeyeceği ve bu açıdan romanın belki de en evrensel yönüne karşılık geliyor.
Sosyo-Politik Katman
Büyülü Dağ Avrupalı okurla 1924 yılında buluşmuştur. Mann eserin önsözünde romanın, hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmadığı travmatik bir eşikten -yani büyük savaştan- önceki dünyada geçtiğini vurgular. Mann’a göre öykü eskidir, zira aradaki zamansal mesafe çok olmamasına rağmen yaşananların ağırlığı bir kopuş yaratmıştır; dünya artık büyük savaştan önceki gibi değildir. Mann bize bu yitip gitmiş dünyanın yaşantılarından sahneler sunmaktadır.
Öykünün fonunu oluşturan Berghoff sanatoryumu, yetmiş iki milletten insanın tedavi gördüğü, bulunduğu rakım itibariyle medeni dünyadan görece uzak bir yerdir. Farklı milletlerden olmakla birlikte ortak bir dertten muzdarip insanların toplandığı bu yerde, hem insanlarının bu başat durumu hem de lokasyonu itibariyle adeta kapalı bir evren oluşturmakta, bu da orada kendine özgü bir habitusun gelişmesini sağlamaktadır.
Ancak Büyülü Dağ’ın bir anlatı olarak örülmesine imkân sunan çerçeveyi sağlayan sadece bu “ortak dert” değildir. Farklı milletlerden insanların birbiriyle bir sosyal ilişki kurmalarını sağlayan başka tür ortaklıklar da gerekmektedir. Örneğin, bu insanların ekseriyeti belirli bir ekonomik seviyenin üzerindeki kimselerdir. Nitekim, sanatoryum kamucu bir yapılanma değildir; orada kalan hastaların dışarıdaki yaşantının nimetlerinden kendi hususi lükslerine kadar faydalanmalarını sağlayacak bir şekilde düzenlenmiş, masraflı bir tedavi merkeziyle karşı karşıyayızdır. Diğer bir deyişle, Berghoff sanatoryumu kapalı bir evren olmasına rağmen aslında bütünüyle burjuvazinin dünyasında bulunmaktayız. Dolayısıyla, sanatoryum farklı milletlerden olmakla birlikte aynı sınıftan insanlarla doludur.
Burjuvazinin söz konusu kapalı evreninde Mann dikkatimizi politik açıdan iki karakterin üzerine yoğunlaştırır. Karakterlerden biri, Ludovico Settembrini adında İtalyan bir hümanist, ulusalcı bir mason, tipik bir aydınlanma düşünürüdür. Temsil ettiği eğitim geleneği açısından bu karakter Weimar ruhunun unsurlarından biri olan Bildung idealinin de ete kemiğe bürünmüş halidir. Settembrini karakterinin karşısında ise felsefi ve politik açıdan sürekli polemik halinde olduğu Leo Naptha karakteri bulunuyor. Naptha, klasik diller eğitimi almış, Latince hocalığı yapan, gelenekselci ve tutucu bir Cizvit. Mann, biri liberal diğeri ise despotizm yanlısı bu iki karakterin tartışmalarına romanın istikametini bütünüyle değiştirecek kadar uzun pasajlar ayırmıştır.
Gelgelelim, burada vurgulanması gereken nokta, Mann’ın kendisini taraflardan birine hapsederek bir monolog sunmak yerine diyalogun gücünü ön plana çıkarmış olduğudur. Tarafların politik görüşlerinin felsefi açıdan bütün kuvvetleri ve zayıflıkları yaptıkları bu tartışmalarla sergilenmektedir. Mann, Castrop karakteri üzerinden geri plana çekilerek eşit mesafede durmakta ve yeri geldiğinde her iki tarafın da hakkını teslim etmektedir. Bu açıdan Mann’ın büyük savaş sonrası dünyanın insanlarına dair demokratik bir hassasiyet geliştirdiği ve politik çoğulculuğu olumladığı da hissedilmektedir.