[voiserPlayer]
Liberal demokrasi kavramı günümüz dünyasında gitgide değerini yitiriyor. 20. yüzyıl boyunca Batı ülkeleri tarafından el üstünde tutulan, çoğulculuk, ifade özgürlüğü ve temel hakların korunması gibi ilkeler üzerine kurulu bu siyasi sistem yeni bir popülist, anti-demokratik dalganın tehdidi altında. Demokratik rejimler erozyona uğruyor, popülist ve anti-demokratik söylemleri olan liderler de güç kazanıyor. Dünyamız bir demokrasi krizi yaşıyor. Bugünlere gelmemizdeyse liberal demokrasi kavramının iç çelişkileri de önemli bir rol oynuyor. Bu yazı liberal demokrasinin kendi çöküşüne nasıl hizmet edebileceğini ortaya koyma niyeti taşıyor. Ancak bugün, geçmişte liberal demokrasinin sınırları hakkında yapılan tartışmaya göre daha büyük ve pek de tartışılmayan sorunlarla da karşı karşıyayız.
Demokrasinin sınırları geçmişte de özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası, çok büyük bir tartışma konusu oldu. Faşizm ve Nazizm’in yarattığı yıkımın sebeplerini sorgulayanların gözüne çarpan en önemli meselelerden biri Almanya gibi bir ülkede Nazilerin iktidara gelerek liberal demokratik düzeni, demokrasinin sunduğu araçları kullanarak yıkabilmiş olmasıydı. Çoğulculuk prensibi liberal demokrasilerde farklı dünya görüşlerine sahip olan her kesimin fikirlerini ifade edebilmesini garanti altına alıyordu. Naziler de bu çoğulculuk fırsatını sömürerek kendi siyasi fikirlerini yayabilecek bir platform olarak Alman demokrasisini kullandılar. Bu sayede kendilerini seçim yoluyla iktidara bile taşıdılar. Hikâyenin kalan kısmı ise bilindiği gibi.
Bu deneyim birçok insana ifade özgürlüğü fırsatı sunan çoğulcu liberal demokrasilerin zaaflarını sorgulattırdı. Liberal demokrasiler kendi çöküşlerine hizmet etmişlerdi. Bu rejimler altında demokrasinin muhafaza edileceğinin otomatik bir garantisinin olmadığı izlenimi çoğulculuğun ve ifade özgürlüğünün sınırlarının ne olması gerektiği tartışmasını da doğurdu. Nitekim, demokratik düzene karşıt söylemleri bulunan grupların demokratik bir şekilde kendilerini ifade edebilmelerine izin vermek absürt bir duruma sebep oluyor ve liberal demokratik rejimlerin varlığını tehlikeye sokuyordu.
Karl Popper, liberal demokrasilerin bu ikilemini “Tolerans Paradoksu” adlı tartışmasında güzelce özetliyor. Popper’a göre herkese tolerans gösterilmesi toleranslı bir toplumun yıkımına sebep olacaktır. Popper, başkalarına tolerans gösteremeyenlere tolerans gösterilmemesi gerektiğini, demokrasinin muhafaza edilebilmesi için hoşgörüsüz olanların ve kendisi gibi olmayanları lanetleyenlerin sistem dışına itilmesi gerektiğini belirtir. Aksi takdirde demokratik düzen yok olacaktır. Bu da kısaca çoğulculuğu reddedenlerin liberal demokrasilerde yeri yok demektir. Bu fikri, çokça kullanılan “Nobody has a monopoly on truth” yani “Hakikat kimsenin tekelinde değildir” sloganıyla özetlemek de mümkün.
Popper’ın liberal demokrasi savunması rejim için sağlam bir baraj oluşturuyor. Bugün bile dünya benzer sorunlarla karşı karşıya. Siyaseti biz ve öteki ikiliği üzerine kurgulayan popülist söylemlere sahip siyasi grupların ve liderlerin popülaritesi artmış halde. Birçok ülkedeyse bu gruplar iktidarda ve liberal demokrasinin ülkelerinde gün geçtikçe daha fazla erozyona uğramasına sebep oluyorlar. Bu gruplar kendileri gibi düşünmeyenleri düşman olarak ilan ediyorlar ve şeytanlaştırmaktan çekinmiyorlar. Geçmişte çok benzer deneyimler yaşanmış olmasına rağmen dünya yine aynı hataya düşebildi, yine benzer şekilde demokrasiye tehdit oluşturan grupların demokrasiyi kullanarak güç kazanmasına izin verilebildi. Demek ki ders almak gerçekten güç.
Çoğulculuk karşıtı bir zihniyete sahip olan hoşgörüsüz grupların fikirlerinin güç kazanması uzun bir sürece yayıldığı için tespit etmesi zor. Tehdit fark edilinceyse iş işten geçmiş oluyor. Bu hala öğrenmemiz gereken bir ders ve Popper’ın ortaya koyduğu liberal demokrasi savunması, hoşgörüsüz düşüncelere ve insanlara karşı nasıl bir tavır takınılması gerektiği konusunda yol gösterici bir konumda. Ancak, Popper’ın tartışması şu sorulara da yol açıyor: Bu düzeni kim koruyacak? İlk akla gelen cevap “kurumlar” veya “vatandaşların kendisi” olsa da yeterince büyük bir kitleyi engellemek için halk veya kurumlar ne yapmalı? Kasıt, sistem dışına itmekse bu nasıl bir liberal demokrasi anlayışına sahip olunmasını gerektiriyor?
Çoğulcu bir siyasi sistemin korunması için buna inananların sağlam refleksleri olan, kalkanları güçlü bir siyasi rejim yaratabilmesi gerekiyor. Yani aslında çoğulculuğa tehdit oluşturan oluşum ve fikirlerin baskılanması ve kolayca cezalandırılıp sistem dışına itilmesi gerekiyor. Ancak, önemli bir sorun da çoğulculuğa ve liberal demokrasiye neyin tehdit oluşturduğunu kararlaştırabilmek. Fikirler mi yoksa bireyler mi? Bu ikisi birbirinden ayrılabilir mi? Toplum içerisinde, yeterince irdelenirse, hoşgörüsüz olduğu kanaatine varılabilecek çok fazla nüfuz sahibi fikir bulunuyor.
Muhafazakârlığı, hatta dinin belli değerlerini hoşgörüsüz görebilecek ya da muhafazakâr düşüncelere saygı duyulmaması gerektiği fikrine sahip olanların hoşgörüsüz olabileceğini belirtebilecek bir sürü birey bulunuyor. Kürtaj karşıtlığı ya da geleneksel cinsiyet rollerinin muhafaza edilmesi gerektiği fikirleri hoş görülmeli mi yoksa bu fikirler hoşgörü sınırlarını aşan bir içeriğe mi sahip? Toplumdaki muhafazakâr kitleler bu fikirlerin hoş görülmesi ve isteyenin bu fikirlere göre yaşamasına izin verilmesi gerektiğini düşünürken başka kitleler bu fikirleri savunmanın hoşgörü sınırlarını aşan söylemlere yol açacağına inanabilir. Benzer şekilde, modern kesimler geleneksel cinsiyet rollerinin yıkılması gerektiğini düşünürken ve buna göre bir kamusal düzen kurma arzusundayken, bu kamusal düzen muhafazakâr kitlelerin istedikleri gibi yaşama arzusuna bir engel oluşturabilir.
Muhafazakâr kitleler başka yaşam tarzına sahip insanlara müdahale etmemeyi kabul etse bile kamusal düzeni modern ve cinsiyet rollerinden özgürleşmiş bir biçimde kurgulama arzusu, muhafazakâr kesimlerin kendi içlerinde yaşamak istedikleri yaşam biçimine engel olabilme ihtimaline sahip. Kendi inancından dolayı bir kadınla aynı toplu taşıma aracına binmek istemeyen bir erkek, bu inancı taşımayanların kullanabileceği toplu taşıma araçlarının varlığına karşı olmadığını; ancak, kendi inancına uygun araçların var olması gerektiğini dile getirebilir. Ancak böyle bir talep kamusal alanda eşit şekilde yaşamayı talep eden kadın ve erkeklerin belli kamusal alanlardan engellenmesi demek olacaktır. Bu da toplumsal hoşgörünün yitirilmesi demektir.
Eğer toplumda bu tarz farklı görüşleri benimsemiş yeterince büyük kitleler varsa bu bireylerin sistemden dışlanması imkânsız hale gelir çünkü, bu büyük kitlelerin siyaset dışına itilmesi anlamına geliyor. Bireyler yerine fikirler dışlanacaksa yine benzer bir sorunla karşı karşıya kalabiliriz. Toplumda ciddi nüfuzu olan fikirler hangi derecede baskılanabilir? Bundan öte, toplum içerisinde birbiriyle zıtlık içerisinde olan fikirler karşısında neyin hoşgörü sınırını aşıp aşmadığının hakemliğini kimin yapacağı da muamma. Değişik yaşam tarzlarına tamamen tarafsız olabilecek ve herkesi memnun edebilecek çoğulcu bir kurumsal yapının kurulması pek olası gözükmüyor. Çünkü çok temelde değer ayrımlarına sahip görüşler arasında kurulan bir kurumsal yapı bir fikri ya da diğerini hayal kırıklığına uğratacaktır.
Bütün bunlardan öte, hoşgörüsüz bir dünya görüşünün bir toplumda çoğunluktaki kitleler tarafından benimsendiği durumda bu görüşü sistem dışında tutmak neredeyse imkânsız hale gelecektir. Popper’ın önerileri demokrasiye ve çoğulculuğa potansiyel tehdit oluşturabilecek grupların erken safhalarda tespit edilmesi halinde ne yapılabileceği hakkında bize yol gösteriyor. Ancak, toleransı zaten zayıf olan büyük gruplara sahip toplumlarda demokrasinin ve çoğulculuğun nasıl muhafaza edilebileceği bir muamma.
Bugün içinde bulunduğumuz durumda, Türkiye dahil farklı ülkelerde toplumlar farklı dünya görüşleriyle zıt kutuplara itiliyorlar ve ortak bir siyasi ve toplumsal düzenin kurulması imkansızlaşıyor. Bu çatışmadan da demokrasi büyük bir zarar görüyor. İnsanların dünya görüşleri herkesin her farklı fikre hoşgörülü yaklaşabilmesine bir noktada engel oluyor. Burada mesele hoşgörüsüz olanları dışlamak kadar basit değil. Farklı kitleler farklı temelleri olan ideolojik dünya görüşlerine yakınlar ve bu farklı temellerin birbiriyle tamamen uyuşabilmesini beklemek de çok gerçekçi değil. Temelde yatan farklılıklar yüzde yüz bir hoşgörü rejiminin varlığına en büyük engel. Günün sonunda bir uzlaşı sağlanamadığı ve bazı konularda ortak değerler oluşturulamadığı sürece fikir ayrılıklarının çatışmaya dönüşme riski sürüyor. İstediğimiz kadar çoğulculuk desek de bazı ortak değerler üzerine kurulu bir toplumsal ve siyasi düzen olmadıkça, farklı gerçeklikler birbiriyle çatışmaya ve toplumsal gerginlikler yaratmaya devam edecekler.
Peki, yeterince büyük kitleler farklı doğruları savunduğunda ve bu doğrular bir diğerini dışladığında çatışmalar nasıl çözülebilir? Aslında bunun net bir cevabı olmayabilir. Çatışmaları gidermek için kesin bir kurumsal çözüm bulmak mümkün olmayabilir. Bir noktadan sonra toplumsal ayrımları demokratik kurumlar bile bir araya getirmekte zorlanabilir (en sağlıklı yöntem bu olsa bile). Ama aynı anda sorunun cevabı sanıldığından daha basit de olabilir. Farklı taraflar insanların aklını ve kalbini kazanmak için mücadele veriyorlar ve eninde sonunda bir taraf üstün geliyor. Bu ya uzlaşma niyeti olan iki tarafın diyaloğuyla ya da uzlaşma niyeti olmayan iki tarafın çatışmasıyla gerçekleşebilir. Eğer süreç içerisinde taraflar uzlaşmamakta direnirse çatışma kaçınılmaz hale gelecektir. Uzlaşmayla değilse çatışmanın sonlanmasıyla yeni bir mutabakata varılacaktır. Birbiriyle çekişme içerisinde olan grupların uzlaşmama niyetlerinin bedeli ağır olabilir. Günün sonunda farklı grupların hepsi bu işten zararlı çıkabilir. Farklılıkların giderilmesi ve sağlıklı bir rejimin kurulabilmesi için uzlaşma yoluyla ortak müştereklerin üzerinde bir mutabakata varılması herkes için en bedelsiz yol. Ancak bunun gerçekleşmesi için de tarafların siyasi olgunluk göstermesi gerekiyor. Facialara yol açmak istemiyorsak iletişim kurmaya mahkumuz. Yine de bu, bazı büyük kitleleri içeren fikir çatışmalarının liberal demokrasinin sınırları içerisinde çözümlenemeyebileceğinin bir göstergesi. Bu durumda, kurumsal çözümler yetersiz kaldığında, iş gerçekten salt bir hakimiyet çatışmasına dönebilir.
Liberal demokrasinin çelişkisi, farklı görüşlerin ortaya konmasını sağlayan bir sistem sunma iddiasındayken, işleyebilmesi için insanların çoğulculuk ve hoşgörü değerlerini önceden benimsemesini talep etmesinde. Aslında, tekil bir temel hakikati benimsemeden çoğulculuğun işleyebileceği bir ortam sunmuyor. Çünkü çoğulculuk fikrinin kendisi tekil bir hakikat içeriyor: “Kimse hakikatin tekeline sahip değildir”. Günün sonunda liberal demokrasilerin ayakta kalabilmesi için toplumun temel bir ortak hakikati benimsemesi gerekiyor. Bu da liberal demokrasinin içinden çıkmakta zorlanacağı bir çelişki.
Ancak, bugün liberal demokrasinin sorunları bununla bitmiyor. Çoğulculuğun ve farklı yaşam biçimlerine hoşgörünün sağlandığı bir düzenin de göz ardı ettiği önemli bir tehdit var: Çoğulculuğun yaratabileceği fiyaskolar. Bugün karşılaştığımız küresel salgın krizi ve bundan da uzun süredir gündemde olan iklim krizi, toplumların ortak akılla hareket edebilme becerisini ölçüyor. Bu krizlere karşı farklı tepkiler veren kesimler bulunuyor. Farklı görüşlere sahip olmak kimsenin yaşam tarzına müdahale etmese de hoşgörü sınırlarını aşmasa da krizler karşısında sağlam durabilme kapasitemizi etkiliyor. Bu krizlere karşı farklı yaklaşımlar ve çözüm seçeneklerinin tartışılması çoğulculuk prensibi altında savunuluyor. Nitekim mesele hoşgörüsüzlük olmadığı için bu konularda farklı görüşlere sahip olmak da liberal demokrasilerde kabul edilebilir bir şey. Ancak bu, insanlara bu krizleri inkâr edebilme, sorumsuz davranabilme ve başkalarının hayatlarını da risk altına sokma fırsatı tanıyor. COVID-19’un abartıldığına inanan yeterince büyük bir kitle sadece kendini değil bütün toplum sağlığını tehlike altına sokabilir. Benzer şekilde, iklim krizinin var olmadığını düşünen gruplar çevreye zarar veren uygulamalarına devam edebilir. Bu da günün sonunda herkesin zarar görmesine yol açacaktır. Ancak insanların bu konularda istedikleri yaklaşıma göre hareket etmeleri özünde çoğulculukla ters düşen bir prensip de değil.
Çoğulculuğun ve liberal demokrasilerin zayıf kaldığı en önemli konulardan biri büyük felaketlere karşı verdiği (ya da veremediği) tepkiler. İklim krizini inkâr eden büyük kitleler, bunu engellemeye çalışan girişimleri tersine çevirebilecek gücü bulabiliyorlar. Bu insanların kararları sadece kendilerini değil, herkesi etkiliyor. COVID-19’u ciddiye almak istemeyen kitleler hastalığın herkese yayılmasına sebep oluyorlar. Yine, bu insanların hareketleri sadece kendilerine değil herkese zarar veriyor. Karşı karşıya kaldığımız devasa sorunlarda ortak bir akılla hareket edemezsek hepimizin zararlı çıkacağı bir durumda kalıyoruz. Yeterince büyük krizlerle karşı karşıya kalınca bir arada hareket edilemezse ve ortak bir çözüm planı oluşturulamazsa hepimiz kaybedebiliriz.
Doğal felaketler kolektif hareket etmenin öneminin en net şekilde ortaya çıktığı meseleler olsa bile devasa ekonomik krizlerde bile benzer sorunlar söz konusu olabilir. Farklı tarafların ekonomik yıkımları farklı sebeplere bağlaması ve farklı ekonomi politikalarının bu yıkımdan kurtulmak için uygulanması gerektiğini savunması da liberal demokrasilerde gayet meşru bir tartışma zemini. Ancak ekonomik facialarda toplumsal anlaşmazlıkların boyutu ciddi derecelerde olursa yine benzer bir şekilde yıkımın içinden çıkmakta zorlanılabilir. Bu da herkes için pahalıya patlayacaktır. Eğer atılması gereken adımlar konusunda bir uzlaşıya varılamazsa sistem kitlenip daha da büyük krizlere yol açabilir.
Ortak bir akılla hareket edebilmeye engel olan en büyük sorunlardan biri hakikatin tartışması. Her meselede her farklı tarafın eşit derecede haklı olma ihtimali bir hayli zayıf. Bu da toplumun bazı sorunlarla etkili bir şekilde başa çıkabilmesi için bazı tarafların haklı olmadıklarını kabul etmelerini gerektiriyor. Maalesef en büyük sorunlardan biri farklı grupların bu olgunluğu gösterememesi. Anlaşmaya varmak ve bir uzlaşı oluşturmak demek farklı tarafların hepsinin eşit derecede memnun olması demek değil. İnsanların anlamakta güçlük çektiği şey diyaloğun ne amaca hizmet ettiği. Taraflar arası diyalog ve tartışma iki tarafın da sadece kendini ortaya koyması için değil, bu pozisyonlar ortaya konduktan sonra tartışarak doğruyla yanlışı bulabilmek için yapılır. Ciddi derecede kutuplaşmış toplumlardaysa ifade özgürlüğü bile tarafların sadece aynı fikirlerini tekrar tekrar diretmeleri dışında bir işe yaramaz.
Hoşgörüsüzlükle mücadele ederken de kitlesel felaketlere verilecek doğru cevabı ararken de taraflar pozisyonlarını değiştirmemekte ısrarcı kalırsa çatışmanın durulma ihtimali ciddi derecede düşüyor. Bu açıdan bakıldığında, liberal demokrasiye tehdit oluşturacak yapıdaki fikirlerle tehdit oluşturmayacağı düşünülen yapıdaki fikirler benzer şekilde liberal demokrasinin yıkımında rol oynayabiliyor. Yani Popper’ın hoşgörüsüzlük ve toleranssızlığa karşı mücadele ederek liberal demokrasileri ayakta tutmamız gerektiği önerisi zayıf kalabilir. Liberal demokrasiler ironik bir şekilde kendilerinin anti-tezi olarak görülebilecek popülist ve gerçekdışı söylemleri kullanan iktidarların ve içinde yaşadığımız post-truth dünyasının oluşmasına hizmet edebiliyor. Günün sonunda eğer taraflar yeterince büyükse ve iletişime açık değilse çatışma kaçınılmaz hale geliyor. Bu çatışmayı engellemenin tek yolu iletişim kurabilmek ve fikirlerini değiştirmeye açık olabilmek. Bu büyük bir olgunluk gerektirse de bu yol tercih edilmezse ödenecek siyasi, ekonomik ve toplumsal bedeller çok ciddi boyutlarda olabilir.
Hakikatin mutlak tekeline sahip olduğunu iddia etmek sağlıklı ya da kabul edilebilir bir pozisyon değil. Ancak, belli hakikatler hakkında bir uzlaşmaya varılmadığı sürece de faciaları önlemek gittikçe zorlaşıyor. Hiçbir rejim tamamen farklı hakikatlerde yaşayan toplulukları bir arada tutabilecek güce sahip değildir. Bir rejimin sağlam kalabilmesi için belli ortak müştereklerin kabul edilmiş olması gerekiyor. Demokrasiler de her ne kadar farklı fikirlerin ortaya konması için çoğulculuk ilkelerine dayalı bir platform sağlasa da, bu platformun kurulabilmesi için belli konularda hemfikir olmamız ve kurguladığımız bu sistemin temel prensiplerine bağlı kalabilmemiz gerekiyor. Aslında bir açıdan bakınca, daha önce de belirttiğim gibi mesele çok karmaşık değil. Farklı taraflar ve görüşler insanların aklı ve kalbini kazanmak için mücadele ediyor.
Demokrasinin ayakta kalabilmesi için benimsenmesi gereken değerlerin mücadelesini vererek insanların aklı ve kalbinin kazanılmadığı ve ezici çoğunluğun rızasıyla ortak değerler üzerine bir demokratik sistem kurulmadığı sürece, liberal demokrasiler tehdit altında olmaya devam edecektir. Eğer fikir ayrılıkları demokrasi içerisinde çözülemezse ve taraflar kendi düşüncelerini dönüştürmemekte ısrarcı olurlarsa demokratik sistem çökme tehlikesi altında kalır, toplumsal ayrımlar kabileciliğe yol açar ve toplumsal gerilimin önünü almak imkânsız hale gelebilir. Bu durumda da fikir ayrılıkları, ağır bedelleri olabilecek salt bir hakimiyet savaşına dönüşür. Hakikatin tekeli yoktur ama bazı hakikatler üzerinde mutabakata varılmadığı sürece sağlam bir demokratik rejim de sürdürülemez. Liberal demokrasinin sunduğu fikir ve ifade özgürlüğünün ne işe yaradığını iyi anlamak gerekiyor: Kendimizi özgürce ifade edebilelim ki mantıklı fikirlerle saçma fikirleri, doğruyla yanlışı, haklıyla haksızı birbirinden ayıklayabilelim. Bu sağlanamazsa çoğulculuğun kabilecilikten ileriye gitmesi zor. Kurumlar her zaman toplumu dengede tutabilecek güçte değildir. Toplumu ayakta tutacak olan çoğunluğun ortak iradesidir. Bunu elde etmek içinse hiçbir kurumun mekanizması yeterli değildir. Günün sonunda demokrasinin mücadelesini verme sorumluluğu bu değerlere inananlara düşüyor.
Fotoğraf: Fred Moon