
Koronavirüsle Mücadelede “Ardern Faktörü”
Sistemlerin ve kurumların işleyişine öncelik verenler, liderliğin değerini zaman zaman geri plana atmaya kalkarlar ki doğrudur; ABD’de bir başkanın devlete verebileceği zarar, olağan koşullarda, ölümcül olmayacaktır. Denge ve denetleme mekanizmaları, konu ABD Başkanı olsa da, haddin aşılmasına izin vermez. Ama sistemler, kriz anlarında tıkanabilirler. Bugün, kimilerine göre İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşadığımız kürenin şahit olduğu en büyük krizde, dünyanın birçok yerinde de bu tıkanıklığa şahit oluyoruz aslında. Bir yanda “Griptir, geçer” diyerek önlem almayan ABD Başkanı’nı; öte yanda İtalya örneğinden ders alamayıp Birleşik Krallık’ı felakete sürükleyen Boris Johnson yönetimini izliyoruz.
Oysa Britanya Başbakanı Johnson’ın ülkesini İkinci Dünya Savaşı süresince yöneten Winston Churchill’i anlattığı kitabı “The Churchill Factor” (Churhcill Faktörü) da bu kriz anlarından biriyle başlar: Alman Şansölyesi Adolf Hitler, kıta Avrupası’nda agresif hareketler sergilemeye başlamış, Alman ordusu ülke sınırlarının dışına taşmıştır. Ama İngiliz Başbakan Neville Chamberlain ve Dışişleri Bakanı Viscount Halifax, savaş kararı almamakta diretir, Hitler ile masaya oturmayı tercih ederler. Oysa, aynı dönemde Parlamento’nun pek sevilmeyen, huysuz vekili Churchill, Hitler gibi biriyle masada sonuç alınamayacağını ısrarla söylemekte, geç olmadan askeri müdahale edilmesini önermektedir. Tarih, Churchill’i haklı çıkarır; Hitler masayı devirir ve Başbakan Chamberlain, makamını o huysuz vekile bırakarak istifa eder. Johnson, Churchill’siz bir Britanya’nın, savaşa belki hiç belki de çok geç katılarak Avrupa’da bir Nazi İmparatorluğu’nun kurulmasına sebep olabileceğini iddia eder. Ve ‘Churchill Faktörü’nün tarihi şekillendirdiğini söyler.
Tabii ki “eğer şöyle olsaydı” metoduyla düşünerek tarihe bakmak doğru değil. Ayrıca Churchill’a -hak ettiği- makamı açanın da başarısızlığı tolere etmeyen bir sistem olduğunu da unutmamak gerekir. Ama İkinci Dünya Savaşı süresince Churchill’in izlediği politikalar ve oluşturduğu savaş stratejisi, aslında Johnson’ın “Churchill Faktörü”nü kanıtlar nitelikte. Zira, yaptığı hemen her konuşmada Amerikan yönetimine seslenip, en meşhur söylevlerinden bir tanesinde “Yeni Dünya”yı, “eski”yi kurtarmaya davet ettiği düşünüldüğünde de karşımıza zafere giden stratejiyi ve o stratejiyi gerçekleştirmek için gerekli olan taktikleri kurgulama yetisine sahip bir lider görürüz.
Zaten liderlerin de işi budur. Karanlığın içinde, aydınlığa giden yolu bulup, arkalarındaki kitleyi o ışığa doğru yönlendirmeleri gerekir. Bir amaç belirleyip, o amaca özgü ve uygulanabilir stratejiyi çizip, toplumu o yönde gitmeye ikna etmeleri elzemdir. İşin zorluğu, ister istemez başarısız liderleri de gözler önüne serer: Ebola’yı çıktığı yerden olabildiğince az yayılmasını sağlayan ve gelecek yeni salgınlara karşı Beyaz Saray’da mücadele ekibi oluşturan Barack Obama’dan, Beyaz Saray’ı devraldığı gibi bu timi yok eden ve kendi yönetimine danışmanlık veren doktorlarla çelişen Trump’a savrulan ABD, bunu ağır bir faturayla beraber görüyor.
Ama karanlığın içinde parıldayan yıldızları da görmezden gelmek, böylesi günlerde imkansız artık. Dünyanın belki şu an mecali yok ama tarih, şüphesiz ki, “Jacinda Ardern Faktörü”nü de yazacak. (“Angela Merkel Faktörü”yle beraber. Onu da başka bir yazıda konuşuruz.) Zira Ardern, tarihin bugüne kadar “büyük lider” olarak tanımladığı bütün o insanlar gibi zor zamanlarda olağanüstü bir performans sergiliyor. Zor kararları, önderlik ettiği toplumla empati yapmayı bırakmadan alıyor. Kitleleri kendi arkasında toplayabiliyor ve ortak bir şekilde hareket etmelerini sağlıyor. Açık bir hedefe, işleyen bir strateji ve zamanında uygulanan taktiklerle varma yolunda ilerliyor. Görünen o ki, seçtiği yol gerçekçi ve sonuç da alıyor.
İnsanca yönetim ile gerçekçi siyaset, sanki bir arada var olamazmış gibi geliyor bir süredir insanlara. Bir yanda Trump’ın materyalizmi diğer yanda Sanders idealizmi çarpışıyor. Ahlak ve kültür üzerinden siyaset yapılınca uçlar, birbirinden bağımsızmış gibi duruyor. Oysa liderlik, ikisinin kesiştiği ince alanda. Ardern, o alanının hala kullanıma açık olduğunu dünyaya gösteriyor. Tony Blair’ın iletişim çarı Alastair Campbell’ın da altını ısrarla çizdiği gibi, hem strateji kurup uygulama becerisi, hem toplumla empati yapma yeteneği, hem de şeffaflıktan ve dürüstlükten ödün vermeyerek toplumun güvenini kazanma kabiliyeti, bir liderin nasıl parladığını gösteriyor.
Zira Ardern, henüz 21 Mart’ta -ülkesindeki vaka sayısı üç hanelere ulaşmamış ve hiç ölüm yaşanmamışken- Amerikan Başkanı insanlarla el sıkışmaya devam ederken, ülkesinin virüsle mücadele stratejisi bütün Yeni Zelanda’ya ilan etti. Konuştuğu basın toplantısında Çin ve İtalya örneklerinden ders aldıklarını göstererek, “Erken ve sert bir şekilde harekete geçiyoruz” dedi. Harvard Business Review’da Harvard’dan Kerrissey ve Edmondson’un da belirttiği gibi, aslında bu, kriz anlarında liderliğin gerektirdiği en zor özelliklerden biriydi: Toplumun önüne çıkanlar, krizi olmadığı kadar büyütmek ve insanları telaşa sürüklemekten kaçınmak isterler. Henüz bilim insanlarının yapısından emin olmadığı bir virüse karşı en başından sert olmak, cesaret isteyen bir tutumdur – dünyanın dört bir yanında kamu görevi yapanların takınamadığı bir tutum.
Bunun yanı sıra Ardern’in ekonomik neticelerden önce insan yaşamını gözettiği de belli oluyordu. Bu yüzden de yayılımın yalnızca hızını düşürmek değil; yayılım zincirini tamamen kırmak için hareket edeceklerini söyledi. (Başarısız oldukları takdirde ikinci stratejinin de sağlık sisteminin kapasitesini artırmak olduğunu, yine detaylı bir şekilde anlattı.) Bunu başarmak için hükümetin çıkarttığı 4 kademeli eylem planını da bütün detaylarıyla anlattı ve dördüncü aşamaya gelindiğinde, yani virüsün kontrolsüz bir şekilde yayılmaya başladığı tespit edildiğinde, ülkenin bütüncül olarak karantinaya gireceğini ifade etti. Bu, 2 gün sonra başlayacaktı.
Stratejinin ilk ayağı, şu ana kadar başarılı gidiyor. Ülke, 23 Mart’ta, henüz sadece 102 vaka varken 1 aylığına karantinaya geçti. Ardern, kararı açıklarken hiçbir detaydan kaçınmadan, retoriğin sağlayabileceği suni güvene ihtiyaç duymadan, “Önümüzdeki günlerde vaka sayısının artacağını göreceğiz; çünkü bu virüsün belli bir kuluçka süresi var. Ama bu artışın ardından düşüşe tanıklık edeceğiz” dedi ve vaka sayısının anlamını şu cümleyle özetledi: “Lütfen unutmayalım; bir zamanlar İtalya’da da vaka sayısı bu kadardı.” Başbakan’ın bu sözleri, kendi akıl sağlığı için -refleks olarak- tehlikeyi hep olduğundan küçük görmek isteyen insana karşı da aklıselimi oyunu çağırıyordu.
Ardern, liderlik ettiği insanlarla empati yapabildiğini de yüzü hemen her göründüğünde belli ediyor. Örneğin, karantina sırasında evinden yaptığı bir canlı yayında eşofmanlarıyla izleyicilerin karşısına çıkıyor ve “Çocuklarla ilgilenirken iş kıyafetlerini giyemediğini” gülümseyerek anlatıyor. Tabii ki, insanlara evinden yaptığı o yayında bile mücadelede ne durumda olduklarını işin detaylarına inerek anlatıyor: “Önümüzdeki iki hafta boyunca vaka sayısı artacak ama sabırlı olursak aldığımız önlemlerin sonuçlarını da bunun hemen ardından göreceğiz.” Başka bir gün de makamını bir platform olarak kullanıyor ve bir psikiyatristle yaptığı canlı yayında evlerinden çıkamayan insanların ruh sağlıklarını nasıl koruyacaklarını soruyor. Diş Perisi ve Paskalya Tavşanını ‘çalışmak zorunda olan meslekler’in içinde saydığı konuşmayı da izlemeyen kalmadı elbette. Başbakanın Yeni Zelandalılarla her iletişim kurduğunda da yüzde yüz şeffaflık gösterdiği kadar ülkesinden takınmasını beklediği tavır da belli oluyordu. Şu mesajı tekrar ediliyordu: “Güçlü ve nazik olun ki COVID-19’a karşı bir araya gelelim.’’
Ama Ardern’in tatlı sözler kadar zamanlı ve gerektiği ölçüde sert önlemler aldığı da unutulmamalı. Sözler, insanları ikna ederken önlemler mücadelenin seyrini belirliyor. İkisi bir arada yürüdüğü için de sonuç alınıyor: Bu yazının yazıldığı an itibariyle Yeni Zelanda iki haftadan uzun süredir karantinada ve 6 gündür yeni vaka sayıları düşerken günlük iyileşen hasta sayısı yeni vakaları da geçmiş durumda. Ama Ardern, yine gerçekçi olmayan zafer naraları atmaktan imtina ederek ‘bir maraton koştuklarını’ söylüyor. 5 milyonluk ülkede bugüne kadar 50 binden fazla test yapıldı. (Türkiye’nin 80 milyona karşı yaptığı 250 bin civarı test ile orantılı düşünülürse, Yeni Zelanda’nın bu alandaki başarısı da daha net anlaşılır.) Ardern, geçtiğimiz yıl ülkesi yakın tarihin en acımasız terör saldırılarından birini yaşadıktan ve 50 Müslüman camilerde ibadet ederken öldürüldükten sonra da yalnızca Müslüman azınlığın yanında durduğunu gösteren fotoğraflarla vermekle kalmamıştı. Ülkenin silah yasaları bir hafta içinde değişmişti. Bugün Washington Post’a ‘’Yeni Zelanda yayılım eğrisini yataylaştırmıyor; kırıyor’’ manşetini atmaya iten de karar alma ve uygulamadaki başarıydı, elbette.
Ardern’in sert ve net kriz yönetimi, böylesi olağandışı günlerde liderliğin önemini bütün dünyaya tekrardan hatırlattı. Zira başka devlet başkanları -fazla sert olarak- ekonomilerine zarar vermekten ya da toplumu ikna edememekten korkarken Ardern, dürüstlüğün, şeffaflığın ve empatinin oyunun kurallarını belirlemek için ne kadar mühim olduğunu gösterdi. Zira son anketlere göre Yeni Zelanda’nın yüzde 88’i hükümete güveniyor ve Başbakan’ın sözü dinleniyor. Yeni Zelanda’nın yayılımı kırmak konusunda teşkil ettiği örnek de buradan geliyor.
İşin özeti basit aslında: Tarihin en karanlık dönemleri, insanlığın içindeki en aydınlık parıltıları da ortaya çıkarmayı her zaman başarmıştır. Gözün göremediği bir düşman, dünyanın dört bir yanında insanları öldürürken; riskten kaçmayan doktorları hastanelerde görüyoruz bugün. Dün, dünyayı kendi beğendikleri tek bir renge boyamak için Avrupa’nın ortasında soykırım yapmaktan imtina etmeyenlere karşı cepheye koşan, askerleri kurtarmak için balıkçı tekneleriyle Dunkirk’e giden insanlarda da gördük bu parıltıyı. Ancak, alev alev yanan bir aydınlığa varmak için, liderlere ihtiyaç duyarız. Liderler, o parıldayan insanları belli bir amaç için bir araya getirip, yolu gösterenlerdir. O yüzden de bir gün kapağında “Ardern Faktörü” yazan o kitap çıkacak. Güzel cümlelerin liderliğe yetmediği, bir kez daha kayıt altına alınacak.
Fotoğraf: Mathias Jensen
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Trump’la Uyanmayı Ben Seçmedim
Bu Yüzden Dijital Devrimin Demokrasi Mücadelesini Vermek Zorundayım. Her sabah ondan gelen bir elektronik postayla uyanıyorum. Kahvaltıma yine o eşlik ediyor. İşe oturunca dahi telefonun ışığı yanıyorsa, biliyorum ki karşıma onun adı çıkacak. Öğlen yemeğini beraber yapacak; akşam yürüyüşe beraber çıkacağız. Karantinadayım ama biliyorum ne yalnız başıma yemek yiyeceğim ne

Johnson vs. Starmer: Liderliğin İki Maskesi
Liderliğe soyunan hemen herkes, liderliklerinin sınanacağı birçok anla karşı karşıya kalacaktır. Bu, bir şirket yöneticisi için arkasından dolanan çalışanlarına karşı ne yapacağı da olabilir; bir öğrenci temsilcisinin okul yönetimine karşı tavır takınma cesareti de. O anlar, liderin karakterini belirleyecektir: Korkak mı; savaşçı mı? Cesur mu; yalancı mı? Özellikle de siyasette

Totaliter Rejimler Virüslerden Daha Tehlikelidir
İlk kurşunu Çin’in Türkiye Büyükelçiliği attı. Yayınladıkları videoda kendilerini Lego’dan doktor kahramanlar olarak gösteriyor, Özgürlük Heykeli’yle sembolize edilen ABD ise gittikçe hastalanıyordu. Çin,”Biz size söyledik” derken, öfkeden kızaran heykel, “Yalancılar” diyebiliyordu sadece. Çin, gelecek virüsle mücadelede önerilerini yaparken Amerika, “Griptir, geçer” cevabının ötesine gitmiyordu. Tesadüf o ya, ikinci kurşunu aynı

Koronavirüse Karşı Savaşta Akılları ve Kalpleri Fethetmek
‘Korona’ henüz Çin sınırlarının dışında sadece bir bira adıyken, meseleyi tartışmaya başlamamız gerekiyordu. Bir kere bu yeni ve yabancı virüsün varlığını başta reddederek sorunu çözebileceğini zanneden bir devletle dünyanın karşı karşıya olduğunu düşünerek hazırlanmamız lazımdı. Tarihçi Niall Ferguson da küreselleşmeyle beraber insanların hayatlarını köy-şehir-kıta demeden geniş ve birbirine yakın temasta

Gezi Davası’yla Değil İnsanca Bir Yaşamla Sönecek Gezi’nin Alevi
“ ‘Bir gün birileri sokağa çıktı ve her şey değişti’, diyenler bir masala inanıyor”. Bu cümleyi geçenlerde bir Fransız arkadaşımın ağzından duydum. Paris’in kimi sokak başlarında karşıma çıkan isimliklerin, 68’de o sokakları doldurup bir devrim hayali görürken hayatını kaybedenler olduklarını öğrendiğimde hissettiklerimi tarif etmeye çalışırken söyledi bunu. Ve o günlerde

Kahraman Bekleyenlere İmamoğlu da Yetmez Elbette
Geçen yaz Brezilyalı bir arkadaşıma Dolmabahçe Sarayı’nı gezdirirken, Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişin, hayata koridorlarında gezindiğimiz “ev”in bir odasında veda eden Mustafa Kemal’in ideallerinin tarihini de anlatmıştım. “Kendi kaderine hükmetmeye çalışan bir halkın hikâyesi” diye özetlemişti anlattıklarımı. Atatürk’ün pragmatik ama idealist liderliğine hayran kalmıştı. Dolmabahçe’den Beşiktaş’a doğru yürürken sokak duvarlarını kaplayan fotoğraflardaki

Babil, Cem Yılmaz ve Apolitik Olmanın Dayanılmaz İşlevi
Soğuk Savaş yılları… Berlin Duvarı, yalnızca birbiriyle akraba bir toplumu ikiye ayırmakla kalmıyor, birbiriyle neredeyse taban tabana zıt iki siyasal doktrinini de bu toplumlara uyguluyor. Doğu Berlin’de Sovyetler, Batı’dan gelebilecek her türlü “özgürlük” akımının önünü kesebilmek adına gittikçe zorbalaşan yöntemlerle toplumu zapturapt altına almak istiyor. Rock’n Roll dinleyen gençler tutuklanıyor,

Mustafa Sandal Nasıl Olur da Mustafa Sandal’dan Bahseder!
Londra’da yaşadığım mahalle, perdelere pek sıcak bakmıyor. Hava karardığında karanlığa, Londra’nın sisine pusuna teslim olmuyor sokaklar. Çoğunluğu iki üç katlı olan evlerin hemen hemen tamamının camları, içeride BBC’nin Parlamento yayınını takip eden aileleri ya da genişçe bir kütüphanenin önünde JM Coetzee’nin yeni çıkan romanını okuyan Londralıları açık ediyor. Evlerin içindeki

Kürt Sorunu’nu Çözse Çözse Jacinda Ardern Çözer
Geçenlerde Mehmet Ali Birand’ın hayat hikayesini tartışırken “her şeyin değiştiği” ama aslında “hiçbir şeyin değişmediği” Türkiye’yi seyrettiğimi fark ettim. Birand’ın hayatındaki dönüm noktalarından biri, şüphesiz ki daha hiç kimse “Güneydoğu meselesi” dahi demezken PKK’yı “Kürt Sorunu” olarak tanımladığı köşe yazısıdır. Askerin ve militarist nizamın ayağına sık aralıklarla basan Birand’ın kariyeri

Ya Savaşa Hâlâ Hiç Gerek Yoksa?
Irak tezkeresinin tartışıldığı o günlerde, bir avuç sanatçı bir araya gelip, savaş naraları atanlara inat barışın şarkısını söylemişlerdi: “Kim kazanacak bu hırstan?” diye soruyorlardı. “Kim ağlayacak sonunda? Zamanın ruhu terk ediver dünyayı…” ve klipte savaşın gerçekliği oynarken -kan, gözyaşı ve ölüm ekrandayken yani- haykırıyorlardı: “Yok, savaşa hiç gerek yok…” ABD