[voiserPlayer]
Dünya belki de son yıllarda yaşanan en büyük krizlerden biri ile karşı karşıya. Üstelik bu kriz sadece uluslararası siyasetin bir konusu değil, tüm dünya toplumlarının günlük hayatını etkileyen ve dolayısıyla küresel sistemin her noktasına nüfuz eden bir boyutta. Ocak ayında öncelikle Çin’de başlayan ve günümüz itibariyle dünyanın her noktasına ulaşan Korona virüsü, Dünya Sağlık Örgütü tarafından bir pandemi olarak tanımlandı. Bu pandemi, bu yazının kaleme alındığı an itibariyle dünyada 400.000’e yakın kişide tespit edilmiş ve yaklaşık 14.000 kişinin ölümüne sebebiyet vermiş durumdadır. Sayının her geçen gün katlanarak arttığı gerçeği de ortadır ve meselenin teknik boyutlarına dair pek çok görüş uluslararası medyada bugüne kadar yer aldı. Ancak aracısız bir şekilde insan hayatını tehdit eden en can alıcı küresel krizlerden biri olan Korona virüsünün uzun vadede uluslararası sisteme ne gibi etkiler yapacağı sorusuna cevap arayışları devam etmekte. Bu krizi jeopolitik ve salt güç mücadelesi temelinde ele alan yazılar her ne kadar medyada fazla ilgi görse de uzun süreli bir perspektif ve daha da önemlisi çözüm arayışları için yeterli argümanlar ortaya koyamamaktadır. Aksine dikkatleri çekilmesi gereken önemli noktalardan bir tanesi uluslararası düzenin ve küresel yönetişimin, küreselleşme ve devlet-toplum doğası açısından nasıl şekillenebileceği ve bunun da ötesinde Korona virüsü ve benzeri krizler karşısında uluslararası sistemin yeni yönetişim normlarına ne derecede ihtiyaç duyduğunun önemidir.
Jeopolitik Yaklaşımlar ve Propaganda Savaşı
Her ne kadar bu yazının ana çerçevesini virüs salgının uluslararası düzene sosyal etkileri oluştursa da meseleyi jeopolitik çerçevede ele alan yaklaşımları da burada vurgulamak yerinde olacaktır. Zira, virüsün Çin’de kontrol altına alınması (ya da öyle yansıtılması) sonrası ABD ve Çin arasında bir propaganda savaşının başladığını göz ardı etmek mümkün değildir. Korona virüsünün jeopolitik yansımalarındaki en görünür hamlelerden bir tanesi tabii ki ABD Başkanı Donald Trump’ın virüsü Çin virüsü olarak adlandırması idi. Bu yaklaşım henüz uluslararası medyada ya da akademik çevrelerde ciddi bir karşılık bulmamıştır hatta buna karşılık olarak Çin Dışişleri Bakanlığı yetkilileri de sosyal medyada virüsün ABD kaynaklı olduğuna dair paylaşımlar yapmaya devam etmektedir. Jeopolitik argümanları daha da ileri götürüp virüsün tamamen bu amaçlar doğrultusunda insan üretimi olarak ortaya çıkarıldığını iddia eden analizler bulunsa da bunlar da çok ciddiye alınabilecek kanıtlar ortaya koyamamaktadır.
Virüsün kaynağı ve isimlendirilmesinin ötesinde dikkate alınması gereken bir jeopolitik gerçek var ise o da Çin’in virüs sonrası dış politika davranışlarını küresel liderlik yaklaşımı üzerinden kurgulamasıdır. Bunun yeni bir davranış olduğu iddia edilemez. Zira, Çin uzun zamandır küresel yönetişimde söz sahibi olmak adına küresel imajını yenilemekte hatta küreselleşmenin gerçek savunucusu olduğunu bile iddia etmekteydi. Yine uzun yıllardır yatırım yaptığı Kuşak ve Yol Projesi de Çin’in küresel liderlik uğrunda attığı adımların en büyük göstergelerinden bir tanesi idi. Ancak, uzun dönemli bir perspektif ile bakıldığında küresel liderliğin yalnızca kazanım için atılan adımlarla değil, kriz dönemlerinde sorumluluk alarak ya da sorumluluk alma imajı çizilerek oluşturulduğu görülebilir. Korona virüsü sonrası Çin’in dış politika davranışını bunun üzerine kurguladığı da bir gerçektir. Örneğin, krizin en çok etkilediği İtalya’nın yaptığı medikal yardım çağrısına hiçbir AB ülkesinden cevap gelmezken, Çin’in ortaya çıkması bunun en büyük örneklerinden bir tanesidir. Çin’in bu yardımları sadece İtalya ile sınırlı kalmamış günümüz itibariyle tüm Afrika kıtasına dağıtılmak üzere Etiyopya’ya yüklü bir yardım ulaştırılmıştır. Daha önce Çinli milyarder Jack Ma aracılığı ile bir milyon maske de ABD’ye gönderilmişti. Bu gelişmeler çerçevesinde Çin’in yeni bir sağlık temelli İpek Yolu projesi üzerinde çalıştığı bile iddia edildi.
Tüm bu küresel liderlik gösterişleri arasında Çin-ABD ikili ilişkileri de bir yandan gerginleşmeye devam etmektedir. Virüs öncesi zaten devam eden ticaret savaşları ve diğer krizlerin yanında Çin-ABD ilişkilerinin gerilmesi virüs ile birlikte daha da aşikâr hale gelmektedir. Bu konuya dair hem piyasa boyutuyla alakalı hem de siyasi söylemler düzleminde verilecek onlarca örnek bulunmaktadır ancak Çin’in 18 Mart’ta Çin’de çalışan hemen tüm Amerikalı gazetecileri sınır dışı etmesi bile Çin-ABD ilişkilerindeki gerginliği gözler önüne sermektedir.
Küreselleşme, Liberal Uluslararası Düzen, Devlet-Toplum Doğası
Bahsi geçen güç dengesine dair tartışmalar salgının sadece yüzeysel ve geçici yansımalarına işaret etmektedir. Ancak salgının, yarattığı panik havasının ve bu bağlamda dönüşecek olan algıların sistemik açıdan değerlendirilmesi uzun süreli perspektifler oluşturmaya yardım edecektir. Bu bağlamda üç çerçevede meseleyi ele almak yerinde olacaktır.
Tartışmalar arasında öne çıkan birinci olgu küreselleşmedir. Salgın başladığı andan itibaren yapılan hemen her analizde küreselleşme vurgusu zaman zaman pozitif ancak genelde de negatif bir şekilde öne çıkarılmıştır. Kimi analizler salgının küreselleşmenin ve küresel ekonomik düzenin bir sonucu olduğunu ortaya çıkarırken kimileri de bu salgının küreselleşmenin sonunu getireceğini iddia etmişlerdir. Pek çok uzman salgının devlet gücünü arttıracağından ve küresel entegrasyonun ötesinde daha milliyetçi söylemlerin güç kazanacağından bahsetmektedir. Ancak böyle keskin kararlar vermek için çok erken. Her şeyden önce şunu belirtmekte yarar var: küreselleşme ya da küreselleşme mekanizmaları sadece teknoloji ve ideolojinin bir ürünü değildir ve tarihte devletler sistemleri oluşmaya başladığından itibaren gelişmekte ve dönüşmektedir. Tarihsel dönemlerdeki toplumlar ve devletler arasındaki etkileşimin artması ve azalmasına göre küreselleşmenin boyutu değişmiştir ancak tarih boyunca hemen her zaman bu olgunun varlığından bahsetmek mümkündür. Korona bağlamında küreselleşme noktasında varılabilecek ilk ılımlı yaklaşım, küreselleşmenin hem sorun hem çözüm olduğu yaklaşımıdır. Her ne kadar sorunun kaynağı olarak küreselleşme öne sürülse de sorunun çözümü de ancak küreselleşmenin imkanlarında yatmaktadır. Bu tartışmanın ötesinde küreselleşmenin doğasına ve Korona salgını ile birlikte getirebileceklerine dair birkaç gözlem yapmak da yerinde olunacaktır.
Korona salgını dünyanın karşılaştığı ilk küresel kriz değil ancak verdiği ani hasar ve yayılım hızı ile tüm dünyanın ilgisini en hızlı şekilde çeken gelişmelerden bir tanesi. Yani çağımızın pek çok krizi çoğunlukla bölgesel etkiler yaratan ya da ağırlıklı olarak uluslararası siyaset düzleminde kalan krizlerdi. Ancak Korona salgını ve beraberinde getirdiği kriz hem bölgeler arası yarattığı etki bakımından hem de devlet-toplum düzleminin tamamını etkilemesi bakımından önemli. Bu durumun dünyada yeni bir ulus ötesi farkındalığın oluşmasına katkı sunduğunu söylemek yanlış olmaz. Virüs bağlamında artan bilgi akışı, toplumların birbirlerinin günlük hayatları, sağlık sistemleri ve devletlerinin aldığı önlemler konusunda bir ulus ötesi farkındalık yaratmıştır. Örneğin, İngiltere’de izlenen farklı stratejinin toplumsal düzlemde sıkı bir şekilde eleştirilmesi bu farkındalık sayesinde olmuştur. Dolayısıyla küreselleşmenin bitmesi tartışmalarından öte yeni bir ulus ötesi farkındalık artışından bahsetmek daha yerinde olacaktır.
Küreselleşme bağlamında vurgulanması gereken ikinci husus ise müşterek hareket etme anlayışı ile alakalıdır. Geçmişe dönük bir değerlendirme yapıldığında hemen her küresel hareketin ve örgütlenmenin büyük krizler ve yıkımlar sonrası oluştuğunu görmekteyiz. Birinci ve İkinci Dünya savaşları sonrası artan bölgesel ve küresel örgütlenmeler bunun en büyük örneklerini oluşturmaktadır. Aynı şekilde Korona virüsü ve beraberinde getirdiği ve getireceği toplumsal ve sistemik yıkımların yeni bir küresel müşterek hareket etme algısını tetikleyebileceği göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla Korona salgını meselesini, küreselleşmenin yok oluşu değil aksine küreselleşmenin kırılgan ve krizler içeren bir olgu olduğu gerçeğini ortaya koyarak ele alan yaklaşımlar daha makul gözükmektedir.
Liberal uluslararası düzen ve örgütleri bağlamında ise yine Korona salgınının negatif perspektifte ele alındığı aşikâr. Özellikle AB çerçevesinde yapılan analizlerde, salgının AB’nin sonunu getireceğine dair fikirler ön plana çıkmakta ve alınan mecburi sınır kapatma önlemlerinin bunun bir göstergesi olduğu ifade edilmektedir. Nathalie Tocci, bu krizin AB projesinin sonunu getirebileceği gibi küllerinden doğmasına sebebiyet verebileceğini de ifade etmişti. Zira ortada daha derin bir kriz ve gerçek var, Korona salgını bunu sadece daha görünür kılıyor. Örneğin mülteci krizinde AB’nin hem dış hem iç sınırları zaten kapalı değil miydi? Dolayısıyla AB özelinde bu meseleyi yine kısa dönemli yansımalarla ele almak yerine kriz sonrası oluşabilecek muhtemel yeni dayanışma formları üzerinden analiz etmek faydalı olacaktır. Mekanizmaların ve dönemsel politikaların günden günde farklılık arz edeceği aşikâr ancak Avrupa fikrinin böylesi hızlı çökeceğini iddia etmek gerçekçi gözükmemektedir.
Esasında liberal uluslararası düzen ve örgütlerine dair düşünülmesi gereken yalnızca AB olmamalı, bu krizde BM’nin, Dünya Sağlık Örgütü’nün ve çok daha kolay karar alma mekanizmasına sahip olan G20’nin rolünün ön plana çıkarılması gerekmektedir. Örneğin, bu sene Suudi Arabistan başkanlığında toplanacak olan G20, önümüzdeki hafta yapacağı toplantı dışında Korona gündemine dair neler önerebilir? Liberal uluslararası düzene dair yapılan tartışmaların hemen hiçbirinde dikkatlerin dünyanın en zengin 20 ülkesini bir araya getiren bu foruma odaklanmaması ilginçtir. Mesela Paola Subacchi’nin önerdiği gibi G20 girişimi ile bir fon oluşturulamaz mı? Örgütsel düzeyin dışında yapılacak bir diğer öngörü de bireysel filantropi girişimlerinin artacağıdır.
Korona salgınının devlet-toplum ilişkilerine yapacağı etkiler de şüphesiz uluslararası düzen açısından büyük sonuçlar yaratacaktır. Her ne kadar şimdilik geçici bir önlem olarak görünse de tüm dünyada bir karantina halinin oluşması yeni bir toplumsal örgütlenme biçimine dair ipuçları vermektedir. Bu yalnızca örgün eğitim ve çalışma koşullarının dönüşmesi değil insanın selamlaşma gibi günlük davranış pratiklerinin dönüşmesi ile de alakalıdır. Bu karantina halinin ne kadar süreceği tartışmalı bir konu olsa da bu dönemlerde insanların siyasetçilerden çok bilim adamları ve teknokratlara olan ilgisinin ve güveninin arttığı bir gerçektir. Dolayısıyla bu son yıllarda yükselmekte olan popülist siyasete de önemli bir etki yaratabilir. Bu tabii ki teknokrasinin yükselişine dair bir öngörü içermese de popülist söylemlere olan güvenin küresel düzeyde azalabileceğine ve bunun da liberal uluslararası düzen açısından olumlu katkılar sunabileceğine bir işarettir. Çok küçük bir örnek olarak, ABD’de bugüne kadar çoğunlukla felsefi boyutlarda tartışılan kamu hizmetleri ve özellikle sağlık sistemleri meselesinin artık daha pratik boyutta ele alınmaya başlanması gösterilebilir.
Yeni Normlara Duyulan İhtiyaç
Bu tartışmanın bir diğer boyutunu hem Korona salgını özelinde hem de oluşabilecek diğer küresel salgınlar açısından yaratılması gereken normlar oluşturuyor. Örneğin, Trump’ın Çin Virüsü söylemi ve virüsün yayılmasından Çin’i sorumlu tutması nasıl bir yaptırımla sonlanacak? Çin, iddia edildiği gibi salgını sakladığı için bir tazminat ödemeli mi? Ya da oluşabilecek yeni pandemilerde uluslararası iş birliği hangi kurallara göre gerçekleştirilmeli. Belki de yapılacak olan tüm tartışmaların en can alıcı kısmı meselesinin bu boyutudur. Dünya daha önce SARS, kuş gribi, domuz gribi, Ebola, MERS, Zika gibi pek çok salgın hastalık ile karşı karşıya geldi ve bunlar çerçevesinde küresel salgınlara karşı bir hareket etme tarzını teoride oluşturdu. Örneğin, 2005’te kabul edilen Uluslararası Sağlık Tüzüğü, Dünya Sağlık Örgütü’ne koordinasyon rolü yükleyerek devletlerin hem kapasite geliştirme hem de bilgi paylaşmada iş birliği yapmasını salık veriyordu. Ancak hem bahsi geçen önceki salgınlarda hem de Korona salgınında bu iş birliğinin ne kadar zayıf olduğu gözler önüne serildi. Devletler çoğunlukla kendi başına karar almaya ve bu kararları uygulamaya devam ediyor.
Peki bu gibi meseleleri düzenleyen daha sağlam uluslararası normlara ihtiyaç var mı? Örneğin, bir salgın hastalığı iyi kontrol edemeyen ve dünyadan bilgi saklayarak yayılmasına sebebiyet veren ülkelerden tazminat talep edilebilir mi? Mesela Çin devleti Korona salgınından dolayı tazminat ödemeye mahkûm edilmeli midir? Uluslararası hukukta bir uluslararası uyuşmazlık tarafı olan ülkelerin başvurduğu organ Uluslararası Adalet Divanı’dır. Divan, karar verirken uluslararası anlaşmalara, teamül hukukuna ve uluslararası hukukun genel ilkelerine ve devletlerin talebi üzerine hakkaniyete göre karar verir. Uluslararası hukukun kazuistik olmayan yapısı nedeniyle, Çin’e tazminat istemi yöneltilip yöneltilemeyeceği tartışmalıdır. Yalnızca taraf ülkelerin vatandaşlarının yargılanabildiği Uluslararası Ceza Mahkemesinin Roma Statüsüne ise Çin taraf değildir. Bu durumda virüsün yayılmasında kastı veya ihmali olan Çinli yetkililerin Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılanması hukuken olanaklı değildir. Bunlar uluslararası hukukun teknik boyutlarını oluşturmakta ancak uluslararası etik çerçevesinde buna dair farkındalığın arttırılması gerekmektedir.
Ancak mevcut olan ve üretilmesi gereken yeni uluslararası normların önündeki en büyük engel güven meselesidir. Birincisi uluslararası toplum, devletlerin bilgi üretimi ve kamuoyunu bilgilendirme mekanizmalarına güven duymamaktadır. Örneğin, ülkelerin raporladığı vaka sayılarının ne kadarının doğru olduğuna dair güvensizlik bulunmaktadır. İkincisi de yine aynı şekilde devletlerin uluslararası normlara, örgütlere ve mekanizmalara duyduğu güvensizlik söz konusudur. Bunun en büyük nedenlerinden bir tanesi de mevcut uluslararası normların çoğunun batı blokunun güçlü olduğu ve pazarlıkta üstün olduğu dönemlerde üretilen normlar olmasıdır. Norm üretim süreçlerine ve bunun bir ötesi olan normları bölgeselleştirme ve yerelleştirme süreçlerine yapılacak olan yatırımlar bir nebze çözüm getirebilir. Çin’in aktif küresel liderlik iddiasını göz önüne alırsak ve AB işbirliği karşısında bazı ülkelerin Çin’in liderliğine yöneldiğine bakarsak üretilecek yeni normlarda Çin etkisi ya da bir Asya etkisi olacağını da söylemek mümkündür.
Uluslararası devlet davranışına dair üretilecek normların ötesinde, büyük kriz anlarında devletlerin vatandaşları ile olan ilişkilerine dair geliştirilecek normlar ya da daha basit bir şekilde evrensel davranış kalıpları da önem arz etmektedir. Örneğin, karantina durumunda işini kaybedecek insanlara sağlanacak sabit gelirlere dair farkındalığın arttırılması en önemli meseleler arasında yatmaktadır. Kısacası dünya toplumları yaşam hakkı vurgusu çerçevesinde geliştirilecek normatif önerilere her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır.
***
Dünyanın son yıllarda yüzleştiği en önemli krizlerden biri ile karşı karşıya olduğumuz su götürmez bir gerçek. Ancak yapılan analizlerin krizi kontrol altına almaya yönelik atılan ani adımlara odaklanmak yerine uzun süreçli değerlendirmelere, dönüşen küreselleşme, liberal uluslararası düzen ve devlet-toplum doğasına odaklanması daha oturaklı çıkarımlar üretecektir. Anlık eylemlere odaklanan analizler yalnızca jeopolitik etkenleri ortaya koyabilecekken ancak uzun süreci inceleyecek sosyal değerlendirmeler bu ve benzeri krizlerin önlenmesine yönelik yeni sistemlerin nasıl kurulabileceğine katkı sunacaktır.
Foto: Macau Photo Agency