[voiserPlayer]
Freire, C. Schmitt, C. Mouffe, G. Agamben ve H. Arendt’in Görüşleri Ekseninde “THE CAPTAIN (der Hauptmann)” Filmi İncelemesi
Giriş
Der Hauptmann, yönetmenliğini Robert Schwentke ‘nin yaptığı 2017 yılı yapımı Alman tarihi/dram filmidir. Siyah beyaz olarak çekilen film, İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine az bir zaman kala Alman ordusundan firar eden Willi Herold isimli kaçak bir Alman askerinin bulduğu Nazi yüzbaşısı üniformasıyla yaşadıklarını, elde ettiği güçle karakterinin değişimini ve yeni bir kimlik kazanışının hikâyesini konu edinmektedir. Herold’un üniformayı buluşu sonrası yaşanan olaylar gerek psikolojik ve sosyolojik gerekse de politik açıdan bir dizi mesaj barındırmaktadır. Bu inceleme yazısında Der Hauptmann filmi, siyasi tarih araştırmalarından da istifade edilerek bahsi geçen modern dönem politik düşünürlerin görüşleri ekseninde incelenecektir.
Paulo Freire ve Ezilenlerin Pedagojisi
Paulo Freire’nin “Ezilenlerin Pedagojisi” adlı eserinin ana teması bir toplumda ezilenlerin özgürleşmenin değil, karşı kutupla -ezenlerle- özdeşleşmenin özlemini çektikleri görüşüdür. Freire’a göre kültürel istilanın başarısı için, istilaya uğrayanların mutlak şekilde zayıf olduklarına ikna edilmeleri şarttır. Her şey karşıtını da içinde barındırdığından, istilaya uğrayanlar kendilerini değersiz saydıkları ölçüde, zorunlu olarak istilacıların üstünlüğünü de tanımak durumunda kalırlar. Böylece istilacıların değerleri istilaya uğrayanlar tarafından örnek alınmaya başlar. İstila ne kadar keskin vurgulanıyorsa, istilaya uğrayanlar kendi kültürlerinin ruhuna ve kendilerine ne kadar çok yabancılaşırlarsa, istilacılara o kadar çok benzemek, onlar gibi yürümek, onlar gibi giyinmek onlar gibi konuşmak isterler. Ezilenler, içlerinde oluşmuş olan ikiliğin acısını çekerler. Özgürlük olmaksızın sahici olmayacaklarını keşfederler. Ancak kendileri olarak var olmayı arzulamalarına rağmen, bundan korkarlar. Ezilenler, aynı anda hem kendileridir hem de bilinçlerini içselleştirmiş oldukları ezenlerdir. Çatışma, tamamen kendileri olmak ile bölünmüş olmak, içindeki ezeni püskürtmekle püskürtmemek, insani dayanışma ile yabancılaşma, belirlenmiş kurala uymak ile seçme yapabilmek, seyirci olmak ile oyuncu olmak, eylemde bulunmak ile ezenlerin eylemi yoluyla eylemlilik yanılsamasına kapılmak, konuşmak ile yaratma ve yeniden yaratma ve dünyayı dönüştürme kudreti hadım edilmiş halde sessiz kalmak arasındaki seçimde yatar. Dolayısıyla Freire’a göre ezenler, ezilenlere ezici olma modeliyle örnek oldukları için ezilenler ezenleri saf dışı bıraktıkları ve iktidara sahip oldukları takdirde model alıp özdeşleştirdikleri şeyi uygulamaya geçerler. Güç kime ait olursa diğerlerini ezmeye çalışmaktadır. Ezilenlerin pedagojisi, Ibn Haldun’un ‘mağlup medeniyetler muzaffer medeniyetleri taklit ederler’ görüşü ile de paralellik arz etmektedir. Nitekim burada mesele ezilenler için sistem değil; mevcut sistemdeki ezilen olma konumlarıdır. Kendileri iktidara geldiklerinde ise adeta seleflerinin görüş, hareket ve hissiyat formlarını giyinirler.
Ezilenlerin Pedagojisi, Der Hauptman filmindeki psikolojik atmosferi yakalamak açısından mühim bir örneklik teşkil etmektedir. Lord Acton’un ‘güç yozlaştırır’ söylemini haklı çıkaran bir iktidar dönüşümü ele alınmaktadır. Filmde baş kahraman Willi Herold’un ilk etapta tabii bir ihtiyaç olan ısınma gereksinimini karşılamak için giymiş olduğu üniforma sonrası ruh halinin değişimi ve oynamış olduğu mizansen bu bağlamda oldukça dikkat çekicidir. Üniformayı giydikten sonra sanki karşısında emri altındaki askerler varmış gibi onlara “Koş..Koş… Sana söylüyorum, bu ne cüret…Yaşamak için koş, seni küçük domuzcuk..” şeklinde tiyatral bir şekilde emir ve direktifler yağdırması ezilmişlik psikolojisinin ürettiği bir duygu durumu olarak telakki edilebilir. Nitekim filmin başında Yüzbaşı Junker kendisini aynı aşağılayıcı cümle ve ifadelerle yakalamaya çalışıyordu. Keza benzer şekilde film boyunca yüzbaşını rütbesinden yararlanarak yaptıkları, ego tatmini ve birçok mahkumu soğukkanlılıkla ve vicdansızca ölüme göndermesi, iktidarı ele geçirdiğinde ve koşullar kendi lehine evrildiğinde muktedirlerle aynı duygu dünyasına sahip olduğunu ve aslında temel meselenin özgürlük istemi veya ezilmişten kurtulma arzusu değil, ezen-ezilen çatışmasında ezen konumunda yer alma özlemini göstermektedir. Der Hauptman filmi bu bağlamda, ezilenlerin gücü ele geçirince bu kez kendilerinin ezmeye başladığını ve esasen en büyük zalimlerin en çok acı çekenlerden çıktığını Herold, Freytag ve Kipinski’nin dönüşümleri ekseninde çarpıcı bir şekilde ifade etmiştir.
Carl Schmitt ve Chantal Mouffe’un Dost-Düşman Kavramsallaştırması
Carl Schmitt’in dini, kültürel, bilimsel, ekonomik ve hukuksal tüm alanlardan bağımsız olarak ele aldığı ‘siyasal alan’ını teşkil eden en önemli temel ayrım dost-düşman ayrımıdır. Schmitt, ‘düşman’ kavramını siyasal-kamusal (hostis) ve kişisel (inimicus) düşman olarak ayırmakta ve siyasal teorisini ‘hostis’ kavramı üzerinden şekillendirmektedir. Schmitt’e göre siyasal düşman varoluşsal anlamda en yoğun haliyle başka bir varlık ve yabancıdır. Hostis; ‘biz’in dışında kalan insan topluluğu’nu ifade etmekle birlikte bütüne karşı mücadele eden benzer bir bütün olarak kamusal niteliktedir. Dolayısıyla düşman kavramı bizatihi ‘biz’ kavramını belirleyen temel unsurdur. Düşman var olduğu sürece savaş da var olacaktır. Çatışmanın olmaması, savaşın olmaması ve sonuç olarak siyasal alanın hükümsüz kalması demektir ki bu düşünce politik olmanın ötesinde bir sosyal gerçeklik olmadığını düşünen Schmitt için kabul edilebilir değildir. Nitekim ahlaki, ekonomik, etnik karşıtlıklar ancak insanları dost ve düşman şeklinde ayırabildiği takdirde politik bir karşıtlığa dönüşmektedir. Düşmanı düşman yapan şey onun varoluşa tehdit oluşturan varlığıdır. Düşmanla mücadele sadece hayatta kalma olanağı değil, bir ulusun kendi kimliğini de inşa etme fırsatı veren kaçınılmaz bir olgudur. Egemen, dost-düşman ayrımını belirleyerek halka kimlik kazandırmaktadır. Dolayısıyla Schmitt siyasi düşüncesini dost-düşman ayrımı çerçevesinde belirlemiş, biz ve onlar karşıtlığı üzerinden bir kimlik devşiren politik argüman geliştirmiştir. Chantal Mouffe ise Schmitt’in katı ve saldırgan dost-düşman kavramsallaştırmasından ziyade antagonizma kavramını vurgulamış, mevcut antagonizmaların agonizmaya evrilebileceği ve dost-düşman nosyonlarının iç içe var olabileceği bir düşünce sistemi geliştirmiştir. Mouffe ‘a göre de aynı şekilde özne kendini inşa edebilmek için nasıl ötekinin inşasına ihtiyaç duyuyorsa siyaset de ontolojik anlamını antagonizmalara borçludur. Siyasal alan Mouffe için dini, etnik, ekonomik vs. olabilecek her türlü Biz/Onlar ayrımının yapıldığı alandır. Bireylerin rasyonel ve akılcı davranmayıp duygu ve tutkularına göre hareket etmeleri konusundaki görüşüyle de Schmitt ile aynı fikirdedir. Bu bağlamda Mouffe, çatışma alanlarını kabul edip öznenin inşasında ve bir kimlik kazanmasında ‘öteki’nin rolüne vurgu yapmakla birlikte Schmittyen anlamda baskıcı, tahakkümcü ve aynılaştırıcı bir söylem ileri sürmemiştir. Bununla birlikte, Mouffe, siyasalın antogonistik boyutu ile antoganizmanın sökülüp atılamayacağı Schmitt ile hemfikirdir; ancak Schmitt’in her türlü çoğulculuğu dışarıda bırakan tezlerine karşı çıkar. Schmitt’in liberal demokrasiye yönelik eleştirilerini liberal demokrasiye saldırmak için değil, liberal demokrasiyi geliştirmek için ‘Schmitt’le birlikte Schmitt’e karşı’ nosyonundan hareket ederek kullanır.
Bu incelemenin konusunu teşkil eden Der Hauptman filminde ise Schmitt’in vurguladığı şekilde bir dost-düşman ayrımı/karşıtlığı net olarak görülmektedir. Filmin konu edindiği dönem İkinci Dünya Savaşı olup Almanya’nın Hitler (führer) liderliğinde, Lebenscraum ve Anschluss politikaları ekseninde agresif bir yönelim izleyerek neredeyse tüm Orta ve Doğu Avrupa’ya yönelik işgal girişimlerinin nihai evresini ele almaktadır. İkinci Dünya Savaşı döneminde Almanlar’ın yahudi, çingene, slav, roman, eşcinsel, engelli sivil, esir ve siyasi muhaliflere karşı başlatmış olduğu Holokost hareketi, Almanya’nın saf ırk projesine engel teşkil eden tüm yabancı unsurların ortadan kaldırılmasını hedeflemiştir. Bu bağlamda filmde de iki ayrı hostis vurgulanmıştır. Hostislerin ilkini yukarıda bahsedilen yabancı unsurlar oluştururken ikincisini savaşın sonlarına doğru ordudan kaçan firari Alman askerleri oluşturmaktadır. Schmitt’in, kişisel düşman (inimicus) konusunda ılımlı bir yol izlerken kamusal nitelikte olan hostisler hususunda oldukça katı ve sert bir tutum geliştirdiği görülmektedir. Bu durumu en net şekilde Herold’un eğlence sırasında “Buradaki işimiz bitmedi. Esirlerin hiçbirinin, kamptaki böceklerin hiçbirinin İngilizler’in eline sağ geçip onlarla işbirliği yapmasını göze alamayız” ifadesinde görmek mümkündür. Nitekim ikinci kamptaki kaçak asker ve esirler Alman karar vericiler nezdinde adeta hostis konumundadır. Bu bağlamda ‘vatan haini’ kavramı ön plana çıkmaktadır. Herold’un Oranien Hotel’de “Alman onurunu korumak üzere tüm vatan hainlerini cezalandıracağım. Bu hüküm tüm onurlu Almanlar tarafından takdir edilecektir” şeklindeki konuşması hostislerin ‘vatan haini’ konsepti içerisinde değerlendirilip tüm haklardan yoksun bırakıldığının göstergesi olmuştur. Dolayısıyla kamusal düşman affedilemez, hoş görülemez ve tolere edilemezdir. Hostislerin affedilemeyeceği ya da müsamaha gösterilemeyeceğine dair olgu filmde de şiddet ve yıkım sahnelerinde yoğun olarak gözler önüne serilmiştir.
Carl Schmitt, Desizyonizm ve İstisna Hali
Schmitt’in düşüncesinde devlet, birlikte yaşamaya karar veren insan topluluklarının aynı amaç doğrultusunda dostunu ve düşmanını belirleyebilen, olağanüstü hale karar veren egemen siyasal birliktir. Devlet, halkın tayin edicisi ve nihai belirleyici olarak en önemli statüdür. Schmitt, karar (desizyon) nosyonuna vurgu yaparak demokrasinin kandırmaca, parlamenter sistemin akıl dışı ve seçimin ise bir yanılsama olduğunu ifade etmiştir. Schmitt, devletin sınırlanması ve denetlenmesini öngören liberal anlayışı devleti yok etme teorisi olarak adlandırmıştır. Modern devlet Tanrı olarak telakki edilmiştir. Hukukun öznesi ise birey değil, devlettir. Devlet hızlı karar alabilen bir kurum olarak mutlak bir güç ve otoriteye sahip bir yapıyı haizdir. Dost-düşman ayrımına da karar verecek olan egemen güçtür. Bu bağlamda Schmitt, normativizme karşı desizyonizmin savunusunu yapmış, kaynağını parlamentodan alması hasebiyle normlar hiyerarşisini reddetmiş, anayasanın koruyuculuğu vazifesinin egemene ait olduğunu ve egemeni egemen yapan unsurun olağanüstü hale karar vermesi olduğunu vurgulamıştır. Bu açıdan Schmitt, olan, olması gereken ve olağanlık şeklinde ayrıma giderek egemenin asıl misyonunun olağanüstü hallerde ortaya çıktığını ifade etmiştir. Normativizme yönelik eleştirisi de bilhassa kaosa uygulanacak herhangi bir normun olmaması kanaati sebebiyledir. Egemen, olağan hali değil olağanüstünü belirleyen güç olarak olağan hali, istisnai bir karar ile yeniden üretmektedir. Dolayısıyla Schmitt için hukuk düzeni, norm ve karar dikotomisinde norma değil, karara dayanmaktadır. Kaos durumlarında normatif ilkeler değil karar etkindir. Olağanüstü haller ile şiddet ve hukuksuzluk norma dahil edilmiş olur. Egemen, hukuk üretmek için haklı olmak gerekmediğinin en büyük kanıtını teşkil etmektedir.
Filmde ise mutlak, tartışılmaz otoriteye atıfla karar nosyonu vurgulanmaktadır. Savaş hali olağanüstü hal olarak istisna kavramına dahil edilmiştir. Dolayısıyla savaş olgusu normal şartlar altında norma dahil edilemeyen şiddeti yasal bir formata sokmaktadır. Alman askerlerinin üst otoritelerden aldıkları hukuka dayanmayan emirler istisna halinin getirdiği hareket alanı içerisinde kanunilik vasfı kazanmakta ve suç sayılabilecek nitelikler kamufle edilebilmektedir. Filmin başkahramanı Willi Herold’un führerden aldığını ifade ettiği ‘cephe gerisindeki durumu rapor etme’ görev ve yetkisi dahi birçok firari askerin hukuksuz fakat otorite ve karara dayanarak hayatlarının son bulmasına neden olmuştur. Bilhassa film süresince “Yağmacı görürseniz, düzeni sağlayın” öğüdü ve özellikle parti lideri Schütte’nin kaçak mahkumların düşman eline düşmemesi için mahkeme heyetini beklemek istememesi ve böylesi bir savaş bölgesinde yargının değil, ordunun mutlak manada söz sahibi olması gerektiği şeklindeki görüşü, yargı ve adalet karşısında hızlı/pratik karar nosyonunu (desizyon) vurgulamaktadır. Çünkü olayın yargı ayağı komutanlar nezdinde ‘boş boş konuşup, durumun bölgesel bir sorun olduğunu sanmalarından ibarettir’. Bu durumu en net şekilde Herold’un “Böyle bir olağanüstü hal gözardı edilmez” ifadesinde görmek mümkündür. Nitekim Herold, Adalet Bakanlığı’nın özel temsilcisi Dr. Thiel’in “Yüzbaşı, burada olanlar yasalarla hiçbir şekilde uyuşmuyor” şeklindeki ikazına rağmen iddia etmiş olduğu yetkiye dayanarak mahkeme heyetini beklemeden bizzat yargılamayı kendisi yapmış ve onlarca mahkumu ölüme göndermiştir. Bununla birlikte eğlence sırasında Schütte’nin Herold için “Her şeye çok hızlı karar verdi ve mükemmel şekilde çözüm üretti” şeklindeki övgüsü film boyunca ‘karar’ kavramına yönelik yoğun atfı gözler önüne sermektedir.
Giorgio Agamben, İktidar ve İstisna Hali
Agamben, Schmitt’in istisna hali kavramını paylaşmakla birlikte, arızi olan olağanüstü halin olağan hale gelişi ve istisna halinin devamlı bir nitelik kazanması üzerine eğilmiştir. Olağanüstü halin geçici bir uygulama olmaktan çıkıp tedavüldeki temel yönetme ve hükmetme tekniği haline gelişini Agamben iç savaş olarak nitelendirmektedir. Dolayısıyla siyasal iktidar haklarımızı ve özgürlüklerimizi garanti altına alan bir güç olmaktan ziyade bizi her an ölüme terk edebilen bir keyfiyeti ifade etmektedir. İktidar, insanları her türlü haktan mahrum bırakan bir tahakküm formudur. İstisna hali ise egemenliğin etrafını sarmış olan ve ona gereken meşruiyeti sağlayan temsilleri ortadan kaldırarak, egemenliğin merkezinde bulunan şiddeti görülür hale getirmektedir.
Normun içine hapsedilemeyen şiddet, istisna halinde, normu onu atıl hale getiren kabuklardan kurtaracaktır. İstisna, Agamben’de sistemin bekasını muhafaza eden asli bir unsurdur. İstisna hali, hukuk ile şiddet arasındaki irtibatı mümkün kılmaktadır. Siyasi iktidarı var eden şiddettir. Yasa ile sınırlanmamış şiddet egemenliğin ayırıcı vasfıdır. Olağanüstü haller, kanunsuzluğa hukuki bir yapı kazandırmaktadır. Böylelikle hukuk ile kayıtlı olmaktan kurtulan otorite, yaptığı kanunsuzluğa rağmen tam olarak hukukun dışına çıkmamaktadır. Bu nedenle, hukuksuzluk yönünde verilen karar da hukuki bir mahiyete sahiptir. İstisna hali, yasa ile yasal olmayan arasında yer bulan muğlak bir olgudur.
Filmde yukarıda belirtildiği gibi egemen iktidarın istisna hali aracılığıyla sergilemiş olduğu şiddete bir meşruiyet kazandırdığı görülmektedir. Film boyunca Alman askerlerinin gerçekleştirmiş olduğu şiddet, savaş, yıkım ve tasfiyeler desizyonist güce atfen kanuni bir nitelik kazanmış ve suç olmaktan çıkmıştır. Bu bağlamda filmde esir alınan her bir beden şeref, haysiyet ve onurları yok sayılarak egemen nezdinde her an feda edilebilir konumdadır. Tüm bu katliam ve işkenceler ise hukuksuzluk mahiyetinde değerlendirilmemektedir.
Giorgio Agamben, Homo Sacer ve Çıplak Hayatlar
Agamben düşüncesinde homo-sacer, kurban edilebilecek değerde olmayan fakat öldürüldüğünde de cinayet suçunun gerçekleşmediği alt-insan formunu ifade etmektedir. Bu kişi kurban edilebilecek cihette kıymetli olmamakla birlikte bu kişiyi öldüren de cinayet işlemiş sayılmamaktadır. Homo sacer, istisna hali karşısındaki bireyin halini anlatmaktadır. Homo sacer toplumun dışta bıraktığı bir kişi değildir; o, toplumun öldürülebilir şekilde bünyesine dahil ettiği bir şahıstır. İstisna hali ile modern yurttaş, üzerindeki koruma kalkanı yok edilerek homo sacer konumuna evrilmektedir. Olağanüstü haller bireyi sahip olduğu haklardan arındırarak çıplak hayat durumuna düşürmektedir. Modern iktidar, hayatı/doğayı kendi hukuk sistemine bağlayarak koruma altına almakta, onu kutsal saymakta, ancak istisna hali ile kendine tabii kıldığı hayatı öldürülebilir hale getirmektedir. Bu açıdan, Agamben’in vurguladığı biyopolitika/beden politikaları kavramı önemli bir muhteviyata sahiptir. Nitekim siyaset, artık şan, şeref için riski göze alan ve kendini tehlikeye atan öznelerin oyun ve hikaye sahası olmaktan çıkmış, soyun, neslin ve biyolojik varlığın bekasını kontrol altına alan teknik-bilimsel bir kontrol mekanizması haline gelmekte ve hayatta kalma siyasetin yegane amacını teşkil etmektedir. Agamben’e göre modern siyasetin doğasını anlatan şey, insanların iradeleri ile belli bir ortak iyi etrafında örgütlenmeleri değil, kendilerini istisna mekanizması ile homo sacer durumuna düşüren bir iktidarın nesnesi olmalarıdır. Egemen ise, karşısında bütün insanların potansiyel homo-sacer olduğu kişidir. Hukuk, şiddet üreten aygıt olan devletin keyfiliğini kamufle eden bir ritüeller ve temsiller dizinidir. Hayat ile iktidar arasındaki tek ilişki biçimi mütecaviz iktidarın hukuku askıya alarak hayatı zorba bir şekilde tahakküm altına almasıdır.
Der Hauptman filminde ise firar etmelerinden ötürü mevcut sistemin ‘ötekisi’ yani ‘hostis’i olan esir askerler, egemen iktidar tarafından tüm hak ve özgürlükleri ellerinden alınarak adeta homo sacer konumuna düşürülmüştür. Filmdeki katliam ve soykırım kanun kapsamında gerçekleştirildiği için suç/cinayet niteliğinde kabul edilmemektedir. Egemen, esirlerin bedenleri üzerinde her türlü tasarruf yetkisine sahip güç olarak mutlak ve karşı konulamaz bir otoriteyi temsil etmektedir. Dahası ikinci kamptaki Yüzbaşı Junker’in “ıslahevleri ve çalışma kamplarını faal tutmak bu devirde büyük bir lüks. On mahkumdan dokuzu ahlaken güvenilmez ve insani değerleri yok” ifadesi, esir ve mahkumların tüm insani nitelik ve vasıflarından koparılarak çıplak hayatlar pozisyonuna düşürüldüğünün en çarpıcı örneklerinden biridir. Nitekim parti lideri Schütte’nin er Brockhoff’a direktifinde görüldüğü gibi katledilen esir ve mahkumlar için tabutların bile gerekli olmadığı düşünülerek çukur kazdırılıp üzerleri toprak ve kireçle doldurulmuştur.
Zoe vs. Bio: Polis vs. Kamp
Agamben’e göre siyaset, Antik dönemden beri hayatın içerisinde ve biopolitik olup temel çatışma insanın hayvanlığı (zoe) ve insanın insanlığı (bio) üzerine kuruludur. Agamben’in siyasal alana dair esas ayrım noktası ise oikos-polis, özel-kamusal, doğa-kültür arasındaki ayrım ile paralellik arz etmektedir. Agamben modern siyasetin bir toplama kampı olduğunu belirterek egemenin çıplak hayatlar (bio’dan zoe’ye geçiş formu) ürettiğini ileri sürmektedir. Bu bağlamda Agamben, homo sacer konumuna evrilen çıplak hayatları der Müselman olarak nitelendirmektedir. Der Müselman, kadercilik, teslimiyet ve boyun eğişin tecessüm etmiş hali olarak egemen iktidar tarafından istisna hali ile çıplak hayata evrilişin somut bir formunu teşkil etmektedir.
Willi Herold’un yaveri Freytag’ın firarilerin öldürülmemesine dair istemine karşı ikinci kamptaki esir askerlere ithafen “onlar zaten ölmüş sayılır ” ifadesi egemen iktidar nezdinde bio’nun zoe’ye dönüşme sürecini gösteren vurucu bir örnektir. Dahası Herold, mahkumları, verdiği emirlerle birbirlerini öldürmelerini sağlayarak, sisteme angaje etmeye çalışmıştır.
Hannah Arendt, Totalitarizm, Şiddet ve Radikal Kötülük
Hannah Arendt’e göre totalitarizm modern toplumun ürünüdür ve totaliter siyaset alanı, tek bir kişinin ya da grubun “total itaatin”, “şiddetin”, “radikal kötülüğün” ve “insanların insanlar olarak gereksiz kılınmasının” alanı haline gelmiştir. Modern toplumda herkes aynılaşmayı seçer. Çünkü eylemin öngörülemezliği, sürecin tersine çevrilmezliği ve faillerin anonimliğinden dolayı eyleme duyulan bir kızgınlık ve tereddüt söz konusudur. Bu nedenle siyasal eylemde bulunmak yerine yönetici yasa yapar, emir verir; yönetilen de yasalara itaat eder ve davranır. İnsanların birbirleriyle özgür ve eşit şekilde tartışabildikleri Kamusal alanın gerilemesiyle totaliterlik eğilimi yükselmeye başlamıştır. İktidarın yönetilenlerden beklediği total itaat, bizi insanlığa ilişkin sorumluluklarımızdan kurtarmaktadır. Der Hauptman filminde de askerlerde kıdemli subaylara, sıradan insanlardan kamptaki firari suçlulara kadar herkesin kendi sosyal bağlamında bir aynılaşma ve benzeşmesi söz konusudur. Farklılık, farklı ve otantik olmak, farklı değerlere sahip olmak itibarsızlaştırılmıştır, herkesin belli kalıplar çerçevesinde hareket etmesi esas kılınmıştır. İnsanlar –bilhassa ikinci kamptaki- bu totaliter ve baskı düzenine karşı bir eyleme geçmeyi de gerek eyleme olan güvensizlik gerekse de öz benliğin yitimi nedeniyle tercih etmezler
Totalitarizm, parçalanmış ve yalnız bireylerin kitleleştirilmesini, birbirine benzemesini ve tüm üyelerin total sadakatine dayanmaktadır. Totalitarizm insanları adım adım otomatlaştırmakta ve son evrelerinde “radikal kötülük”ü ortaya çıkarmaktadır. Radikal kötülüğün uygulama alanı ise ‘devletsiz halklar’ özelinde (Yahudi holokostu) gerçekleşmektedir. Bir örnek ile açıklamak gerekirse, Nazi dönemi Yahudi soykırımından sorumlu Nazi subayı Adol Eichmann’ın yargılanma süreci bu bağlamda dikkat çekicidir. Eichmann, hayat rotasını ‘Eylemimizden haberdar olsa, Führer’in onaylayacağı şekilde hareket edin’ mottosu üzerine kurmuştur. Eichmann duruşma esnasında herhangi bir şekilde suçluluk duymadığını ve emirleri yerine getirdiğinden ötürü vicdanının rahat olduğunu belirtmiştir. Eichmann için “tasfiye”, “öldürme”, “cinayet” gibi kelimeler; “nihai çözüm”, “tahliye”, “özel muamele”, “ikametgah değişikliği”, “yerleştirme”, “Doğu’daki işgücü”, “tedavisi olmayan hastaların huzur içinde ölmesi” gibi kavramları karşılamaktadır. Dolayısıyla totaliter toplumlarda kavramlar dahi semantik bir teröre maruz bırakılmıştır. Totalitarizmde her insan fuzulidir yani her biri birbirine benzediğinden, birbirlerinin yerine ikame edilebilirler. Bu nedenle, fiziksel anlamda yok edilmelerinin önünde herhangi bir engel bulunmamaktadır. Eylem, öngörülemezliğinden ötürü terk edilir, güven ve istikrar arayışı total çözümlere bağlanmayı gerektirir. Radikal kötülük, bu anlamda, bir insanın fikirsiz, kanaatsiz ve düşünemez pozisyonuna düşürülmesidir. Arendt’a göre Eichmann’ın suçu hostis generis humanidir (insan soyunun düşmanı). Tamamen emirlere itaat edip düşünme sorumluluğundan kaçtığı için suçludur. Filmde de kamptaki firari askerler üzerinden radikal kötülük gerçekleştirilmekte firari suçlular herhangi bir düşünme yetisinden mahrum bırakılarak anonim, kolayca gözden çıkarılabilir bir pozisyona itilirken kimlikleri ve değerleri herhangi bir ehemmiyete sahip olmamaktadır.
Totaliter örgütlenme hiyerarşiktir, siyasal alanın yokluğu ve total itaate dayanmaktadır. Kötülüğü radikal kılan ise herkes tarafından sıradan ve normal kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. Totaliter toplumda endoktrinasyon için propagandaya ihtiyaç vardır. Nazilerin anti-semitik propagandası, toplama kamplarına gönderilen Yahudilerin zaten hastalıklı oldukları inancı üzerine kurulmaktadır. Böylece onların toplama kamplarına kapatılmaları ve öldürülmeleri haklılaştırılmaktadır. Der Hauptman filminde de suçluların toplu bir şekilde katline karar veren Yüzbaşı Herold’ın, bu kararını sorgulayan Er Freytag’a ‘onların zaten ahlaken çöktüklerini’ belirtmesi de bu minvalde bir meşrulaştırma gerekçesi sayılabilmektedir. Totaliter düzende insanlar sorgusuzca bir lidere itaat ederler ve düzen adına uygulanan şiddete göz yumarlar. Kendilerini sağlıklı bir bedenin parçası gibi hissederler. Bir bütün olan sağlıklı toplumun devamlılığı için virüslerden yani farklı etnik ve ideolojik unsurlardan temizlenmesi gerektiğine inanırlar. Özgürlüğün getirdiği sorumlulukla başa çıkamadıklarından kitleleşmeyi, total irade ve idareyi yeğlerler. Totalitarizmde suçlu ya da masum gibi kavramların ayırt ediciliği ortadan kalkar, bulanıklaşır ve keyfi müdahaleler kitleleri bu belirsizlik içinde korku ile yaşamaya mahkum eder. Toplama kampları totalitarizmin mutlak anlamda gerçekleştirildiği topyekün tahakküm mekanları olarak insanı, fiziksel olarak yok etmeden ruhen de yok edilebileceğinin en büyük kanıtıdır. Toplama kamplarında olanlar basitçe cinayet olarak nitelenemez, cinayet yalnızca sınırlı bir kötülüktür. Katil, kurbanı hiç var olmamış gibi davranmaz. Bir yaşamı imha eder ama var oluşun kendisini imha etmez. Totalitarizm belli kategorideki insanların yasa korumasından mahrum bırakılıp yurttaşlıktan çıkararak bu insanlar için, insan haklarının geçerliliğini yitirmesine neden olur. İnsandaki ahlaki kişiliğin öldürülmesi ve tepkisizliğe itilmesi hali söz konusudur. Kamplardaki intihar girişimlerinin az olması bireyselliğin ve insani kendiliğindenliğin yok edilmesi sebebiyledir. Der Hauptman filminde de totalitarizm, şiddet, katı hiyerarşik yapı, lidere sorgusuz itaat ve farklılıkların tasfiye edilmesi fikri yoğun olarak işlenmektedir. Kamptaki suçlular, biyolojik yaşamlarını sürdürmelerine karşın ruhen ve ahlaken katledilmişlerdir ki sistemin de arzuladığı yapı bu şekildedir. İnsanlar, insani kimlikleri ve haklarından mahrum bırakılarak zor konumuna düşürülmüş ve kendi benliklerine ve doğalarına yabancılaşmışlar, kendilerini fark edecek tüm yetilerini kaybetmişlerdir. Radikal kötülük işte tam olarak bunu ihtiva etmektedir.