[voiserPlayer]
-Ayşe, Ayşeee! Naber?
-Aaa, selam Sefai, döndün mü sen yurtdışından?
-Bi hafta oldu. Sen nereye böyle atlı koşturuyo gibi?
-Ya kazak örüyodum, ipim bitti. İp almaya gidiyodum. Nasıl geçti senin seyahat?
-Gel bi çay içelim, anlatayım istersen?
-Sağ ol da, gitmem lazım. Örgü ipi alcam.
-Ya Ayşe kaçmıyo ya ipçi! Gel bi çay iç gidersin.
-Hımm, tamam ama on dakka otururum sadece.
-Yaw sen gel hele sen gel, mübarek kız, sen gel bi. Hah bi otur şuraya, telefondan galeriyi de açayım, anlatırken resimleri göstereyim sana…Rasim Abi, çay versene iki tane..
Avrupa’nın en fakir ülkelerinden Moldova’ya gitmeyi uzun zamandır planlıyordum ama kısmet bu zamanaymış. Moldova’ya asıl geliş amacım, buraya bağlı özerk devlet Gagavuzya’ydı. Eğer buradan önceki durağım olan Odesa’da hastalanıp yatmasaydım, Kişinev’e üç-dört gün ayırabilecektim.
Ülkeler arası otogarda inince ilk gördüğüm taksilere binmedim. Tecrübeme göre, az ileride daha ucuzu olmalıydı. Dediğim gibi, en fazla yüz metre dışarıdakiler otogar taksilerinin yarısını istiyor. Puşkin Caddesi üzerinde, lüks Radisson Blu Oteli’nin tam karşısındaki mütevazı hostele geçip yerleştim.
Çok az zamanım olduğundan şehirde gün batmadan bişeyler yapmak istedim. Büyük, yeşil parkın arkasında, Placinta diye çok hoş bi restoran var. Gidip ilk yemeğimi yedim. Bulunduğum yer oldukça merkezi olmasına rağmen etraf tenha geldi bana. Önceki durağım Odessa’daki yoğunluk yok. Evet, eski sovyet kenti olduğu için yollar, caddeler ve parklar geniş ama insan sayısı da az. Bu da çok normal. Bu fakir ülke bir göç ülkesi. Gençleri İngilizce öğrenebilirlerse batıya, olmazsa Rusçaları ile Moskova’ya, zaten Türk olan Gagavuzlar da ilave olarak Türkiye ve diğer üçüncü ülkelere gidiyorlar.
Öğrencilik döneminde üyesi olduğum Dünya Bankası Gençliğin Sesi Proje toplantılarında tanıştığım üç Moldovalı arkadaşım vardı: Elena, Diana ve Iulia. Elena, ekibin en aktif üyesi, alfasıydı. İngilizcesi en iyi olan oydu. Elena ile iletişimimiz daha sonraki yıllarda da devam etti. Aşırı aktif olduğundan, AB, BM, nerede proje varsa içindeydi. Ayda en az bir kere ya Brüksel, ya Roma, ya da Novi Pazar’da falandı. Hristiyan Demokrat gençlik liderlerindendi. Diana, hayatımda gördüğüm en güzel kızlardandı, İngilizcesi intermediate. Iulia da grubun en az aktif olanı, İngilizcesi beginner, acayip derecede Karadenizli kızlara benziyor. Ben diyim Ordu-Aybastı, Giresun-Eynesil; sen de Trabzon-Çaykara, hatta Ayder Yaylası-Rize. Kişinev’e gelmeden hemen önce üçüne de facebooktan haber verdim. Elena evlenip İsviçre’ye yerleşmişti. Diana Kişinev’den ayrıldıktan üç gün sonra yazdı, “Yeni facebook sayfası açtığım için yazdığını görmedim. Evlenip Moskova’ya yerleştim. Rusya’ya gelirsen lütfen haber ver.” Gariban Iulia’nın haberini Elena’dan aldım. O da evlenmiş, Kişinev’de yaşıyormuş.
Kişinev’deki ilk kahvaltıdan sonra pazarı gezmeye gittim. “Kanada’ya göç etmenin kolay yolu” diye bilboard afişleri var duvarlarda. Pazar’daki açık kiloluk bisküviler falan çocukluğumun köy bakkal anılarını hatırlattı. Sen de hatırlarsın Ayşe. Az acıkınca birayla çibörek aldım. Hem çok lezzetliydi, hem çok ucuz. Gerçi annemin yaptıkları daha lezzetli olabilir. Zaten en güzel yemek, insanın kendi annesinin yaptığı yemektir. Çünkü, annelerin sadece kendi çocuklarının DNA’sına etki etki eden özel formülleri vardır. Pazarın kenarında taksiler bekliyor. Bu arada, hiçbiri nizami sarı taksi değil ha! “Evde boş yatacağıma çalışayım” mantığıyla arabası olan gelmiş. %90’ı çok eski, konfor asla arama. Ha istersen ara, ama bulamazsınız Ayşe.
Ardından Türkiye elçiliğini aramaya koyuldum. Wi-Fi varken haritayı ekran görüntüsü aldım ama bulmama yeterli olmadı. Taksiye de binmedim, ara sokak keşfedeyim diye ve tabii ki kayboldum. Zaten kaybolacağıma emindim. Hatta hoşuma gitti bu. Merkezin hemen yanındaki mahalleler hep yatay mimari. Yol kıyıları o kadar ağaçlıydı ki, sanki Bolu’nun köyündesin Ayşe, hani ortaokulda gezi için gitmiştik ya, aynı onun gibi. Kırmızı ışıkta bekleyen arabalar, ağaçlardan zor görünüyor. Elçiliğe giderken geçtiğim mahalle aslında oranın şartlarında lüks bir yere benziyor. Tek veya iki katlı evler, arada pahalı olduğunu düşündüren restoranlar var. Bazı evlerin önünde lüks araçlar ama bazı evler terk edilmiş. Kim bilir nereye göç etti sahipleri?
Bir sürü ülkenin elçilikleri arasında bir türlü Türkiye’yi bulamıyorum. Bir tanesinin güvenlik görevlisine “Turkish Embassy” diyorum, anlamadı. “Turkey” diyorum yine anlatamadım. Sonra Moldova’nın Latin dilli, Rumence olduğunu hatırladım. Kafamdan, böyle nasıl diyim, İtalyancaya benzer uydurukça olarak “Konzolato di Turkiyaa!” Dedim. Aldığım cevap süper: Ha Turchia, deyip eliyle gideceğim yeri gösterdi. Vardığımda elçilik personeli bir kişi hariç dağılmıştı. Kalan kişi de adaşım çıktı: Sefai Bey 🙂 Tanışıp az sohbetten sonra Transdinyester’i sordum. “Orası biraz karışık, başına bir şey gelirse sana yardımcı olamayız” dedi. Bu Transdinyester Rus destekli, Irmak kıyısında bir bölge. Kafasına göre takılıyor. Kısmetimizde sadece Kişinev ve Gagavuzya var demekki dedim, her işte bi hayır var.
Sırf denemek için şehir içi otobüse bindim. İlginçti. Akbil benzeri sistem yok. İstanbul’un eski dönemi gibi bilet içeride kesiliyor. Yalnız muavinin ön tarafta, şoför yanında sabit yeri yok. Sen içerde dikilirken bi ara yanına gelip tahsilatı yapıyor. Sonra bulabilirse boş bi yere geçip oturuyor. Benden parayı alan muavin teyze oturduğu yolcu koltuğuna dönüp arkadaşıyla sohbetine devam etti. Mesela sohbete dalsa, ya da beni unutsa sıfır masrafla yolculuk edebilirdim. Gerçi verdiğim para da sıfıra yakın zaten.
Burada sakın Moldova’yı gömmeye çalıştığımı düşünme Ayşe. Sadece gözlem aktarıyorum. Yoksa, geniş caddeleri, eski de olsa hoş binaları, çok ferah parklarında yürümek harika. Birazcık ekonomisi düzelse de bakımsızlığını giderebilse, tadından yenmez burası. Ayrıca insanlarının nazik olduğunu söyleyeyim. Paraları az diye medeniyetsiz olduklarını düşünmemek lazım. Zaten medeni olmakla para arasında ilişki olmadığını kendimiz yaşayıp gördük ya, neyse dağıtmayayım konuyu.
Moldova’nın şarapları çok ünlü. Hatta burada dünyanın en büyük mahzenleri var. Ama ben dünya gözüyle görmediğim için, alıntı bilgi vermek istemiyorum. Mahsene gidemeyince, şarap keyfini sadece restoranda yaşayabildim. Andy’s Restaurant diye hatırlıyorum, şarap isteyince sürahiyle geldi. Yemekleri de harika. Kendimi “Hancı, şarap getir” diyen Tarkan gibi buldum bi anda. Standart bi akşam üç kişiye, ama dolu dolu iki kişiye yetecek bollukta ve lezzetli bu şeye, valla yalan olmasın da İstanbul’da kebapçıdaki cola-fanta-gazoz fiyatından az biraz fazla vermişimdir. Yani ucuz olduğundan, hesaplama gereği bile duymadım. Yoksa hesaplasam hatırlardım Ayşe, yani sayısalcıydım lisede, biliyosun sen de. Afşin denetimi için Maraş’a gittiğimde Elbistan’da konaklamıştık. İki kişi, yediğimiz kebabın yanına ayran istedik, kocaman sürahiyle geldi. Sanırım beşerden on bardak falan içtik. Hesabı sorduğumuzda adam başı sandık meğer tüm masanın hesabıymış.
Şimdi Ayşe, bu Moldova’da yemekler ucuz ve lezzetli, alternatif de az değil yani. Her yer de aşırı ucuz değil canım, tabii ki pahalı yeri de çok. Mesela bu Radisson Blu’nun Kişinev şubesi sanırım Türk sermayeli, çünkü Türk garson ve Türk çayı vardı, ve epey pahalı. Bu civarın başka restoranları da biraz pahalı. Gezerken Star Kebap diye de bi yer gördüm. Yani bir Türk burada Adana-Urfa-Döner yiyerek de gezebilir, ama bu seyahatin ruhuna aykırı. Moldovalıların ne yiyip içtiğini anlamadan Moldova’dan gelmek çok da akıllı işi değil bence.
Moldova Avrupa kıtasında biraz aşşalarda ya, ucuzluğunun yanında coğrafi konumu da Maraş’ı hatırlattı bana. Gerçi Moldova’nın kızları daha gü..ze…. A pardon ya, olur mu öyle şey? Maraş’ın kızlarının eline asla su dökemezler. Ya Ayşecim şimdi yerin kulağı var, bizim tayfadan duyan olur mazallah, Maraşlı feminist linci yeriz sonra. Hatta bir düzeltme daha, Maraş değil “Kahramanmaraş.” Bi kere n’oldu biliyo musun? Maraşlı bi öğretmenim “Kahramanmaraş” yazmadım diye yüzlük kağıdıma doksan dokuz vermişti.
Kişinev benim için ara durak demiştim, önce buradan Gagavuzya’nın başkenti Komrat’a gittim. Otelden Komrat araçlarının kalktığı yerin tarifini aldım. Küçük el haritasında “South Station” yani Güney Otogarı yazıyor. “Falanca numara otobüse binersin, önünde inersin” dediler otelden. Söyledikleri numaraya bindim. Paramı verdim. Yalnız bi durum var, bu otobüs o istasyondan geçer ama, on dakka sonra mı, iki saat sonra mı? Bilet paramı alan yine bir yaşlı kadın muavin, İngilizcenin İ’si yok. Şöyle etrafıma bakındım, yanımdakilere sordum, aynı durum. Gençlerden birine sordum ki, belki İngilizce biliyordur, I-ııh, ondan da ekmek çıkmadı. Merkezden de uzaklaştık, kolay taksi bulacağımı hissetsem hemen ineceğim ama, az panik de yapıyorum. Türkçe olarak kendi kendime yakınmaya başladım. Yani Ayşe, biraz, “hay böyle şansa” falan saydırmış olabilirim, ama öyle çok da abartmadım yani. Derken, benim “benden içeri bir derdim” olduğunu anlayan biri yanıma geldi, İngilizce biliyor. “Az sonra inersin taksiyle geç” dedi. İndiğim yerde biraz bekledim, taksi falan gelmiyor. İnternetim yok bu arada. Hayır, bana “ya kardeşim aratsana uygulamalardan” deme yani.
Az yürüdükten sonra bulduğum taksiye, “south station” dedim, anlamadı. Zaman çok az, Komrat aracını kaçırırsam büyük zarardayım. Off Allahım, ya abicim “south station” diyorum sana ya, Komrat diyorum, anla işte. Yok olmadı. Sonra lamba yandı: Uyduruk latince bişey söylemem lazım. Güney Otogarı’nın fransızcası nasıl bişey olabilir? “Istasyon de Sud” dedim. “Haaa, gara sud” dedi ve yola çıktık.
–Gagavuzya nasıldı peki?
Gagavuzya’yı başka zaman anlatırım sana Ayşe, şimdi detaya girmiyorum. Gagavuzya’dan döndükten sonra da Ukrayna Odessa’ya dönüş yoluna düştüm. Çünkü İstanbul’a dönüşüm oradan. Odessa’da tanıştığım bir Türk, bana “sakın hemşerim ayaklarına kanma, burada Türkler biraz sakat” demişti.
-Nasıl sakat Sefai? Ordaki Türk ayrı, şurdaki Türk ayrı mı?
Burası vizesiz ya, Türkiye’de ne kadar başı belada adam varsa doluşmuş. PKK’lısı, Fetöcüsü, kredi batırıp bankaya borç takanı, sahte çekten piyasayı dolandıranı. Yani öyle düzgün iş yapan da var ama azınlıktaymış.
Bunları öğrenince çök üzülmüştüm. Ama yapacak bir şey yok, bi kenara yazdım. Terminal Internasyonel’e geldim. İsim havalı ama, Ukrayna’ya Transporter veya muadili bir araçla dönüyoruz. Bizim minibüsün yakınında bekliyorum. Moldova’daki son sigaramı yaktım. Biraz uzakta iki kişi var, seslerini algılayamıyorum ama el hareketleri ve kıyafetleri Türk’e benziyor. Yanıma bir Moldovalı yaklaştı.
“Are you Turk?”
“Yes”
“Ooh, Turkish pasaport, problem”
“What is the problem with my passport”
“Iııh, Turkish problem”
Allah Allah, Ukrayna’dan Moldova’ya geçerken yaşamadım problem, dönerken niye yaşayayım ki? Neyse bakalım, başa gelen çekilir.
Artık demir alma zamanı geldi limandan. Az önce bahsettiğim iki kişi vardı ya Ayşe, hah işte doğru tahmin etmişim, Türk çıktılar. Konuşmaları çok “inşallahlı maşallahlı.” Seksenler dizisi esnafına benziyorlar. Yani kumaş pantolon gömlek falan. Nihayet, Ukrayna sınırına vardık. Pasaportlarımız toplandı ve polis noktasına götürüldü. Beş dakka sonra, bi polis gelip “Araçta Türkler var, gelsinler” dedi. Haydaa, bir sürü insan var, niye sadece Türkler? Bizim bu inşallahlı maşallahlı iki Türk indiler. Ben bilerek inmedim, çünkü bu iki kişiyle aynı gruptaymış izlenimi vermek istemedim. Bilmiyorum sebebini, içim rahat etmedi. Ya araması olan kişilerse? Derdimi Moldova/Ukrayna polisine mi anlatıcam? Sonra polis tekrar geldi araca: “Burda bir Türk daha var o da gelsin.” Bu sefer indim.
Pasaport polisi “Rusça biliyor musun?” Diye sorunca, “no” dedim, “only Turkish and English.” Diğer iki Türk, “biz Rusça biliyoruz, çeviririz” dediler bana, ve polise dönüp Rusça bir şeyler söylediler. Gereksiz sorgulamaları atlattık ve yola tekrar koyulduk.
Odessa’ya varıp araçtan inince ayak üstü konuştuk, “Nerden geliyosun, nereye gidiyosun?” diye. Bu her gezgin sohbetinde olur zaten.
“Bankacıyım ben, İstanbul’a dönüyorum, siz?”
“Biz hiç, geziyoruz öyle.”
“Nasıl yani?”
“İşte burdan Gürcistan’a gidicez, ordan da Fas’a geçicez.”
İlginç, Türkiye’ye hiç uğramadan, sadece yurtdışı noktalar arası ve hepsi de vizesiz ülkeler. Neyse bu da böyle bir durum işte. Yorum yapmıyorum.
Mücbir sebeplerden dört yerine sadece bir gün ayırabildiğim Kişinev’den, yine de faydalı deneyimlerle ayrıldım. Tanışıp kısa-uzun sohbetler ettiğim, fotoğraflarını çektiğim insanlar oldu. Taa İsviçre’den yardımını esirgemeyen Elena, sonra Yavuz Abi falan.
-Yavuz Abi kim ya?
Haklısın Ayşe, anlatmaya sıra gelmedi bir türlü. Kendisi Kişinev’de yaşayan bir Türk iş adamı. Bana numarasını Elena verdi, “Senden telefon bekliyor, yardıma ihtiyacın olursa ilgilenecek” dedi. Zaten Gagavuzya planım olduğundan, yardım ihtiyacı hissetmedim ve aramadım. Odessa minibüsüne binmeden bir saat önce arayıp, “Yine de teşekkür ederim” dedim. Hakikaten benden telefon beklemiş, “Tekrar geldiğinde ara lütfen, seni havaalanından alırım, gezdiririm” gibi güzel tekliflerde bulundu. Bak bunlar da tanışıp fotoğrafını çektiğim iki kişi.
-Değişik olmuş biraz. Ya Sefai, sen bunları yazsana bi yerlerde!
-Yok be Ayşe, ben yazmayı beceremiyorum, anlatmayı seviyorum böyle.
-Neyse, bu çay burada biter, ve ben çekip giderim.
-E bi çay daa iiğç!
-Yüncü kapanmadan yetişeyim ben. Görüşürüz.
-Yaw örgü de örgü, ip de ip. E iyi hadi git bakalım, İplikçi Nedim seni.
-Kaçtım, çüsss.