[voiserPlayer]
Cumhuriyet’in tarihi, modern dönem Türk siyasetinin tarihi olarak okunabilir. Köylü yoğunluklu bir toplumda cumhuriyet ve demokrasi; siyasal, iktisadî, ideolojik, sosyal ve kültürel olanın hem bağımsız hem de birbirini etkilediği bir ilişkiselliğin yansıması olarak siyasal iktidarın varlığını temin eden sosyolojik gerçekliğin yansımadır.
Çünkü, demokratik siyasal güçlerin bir rejim olarak cumhuriyet düşüncesinde anlam ifade edebilmesi ancak belirli bir toplumsal gelişimi şart koşar. Bu açıdan cumhuriyetin iradesi, yani Kemalist rejim, iktidarını tesis etmekle birlikte sosyolojik bir gerçeklik olmaktan uzak olmuştur. Otoriterizm altında bir cumhuriyet ve demokrasi uygulaması; sermaye birikim rejiminin niteliği ve buna bağlı sınıf ve sınıf fraksiyonları arasındaki ilişkinin mahiyeti, toplumun sosyolojisinde değişim yaratabildiği ölçüde anlam kazanmıştır. Ancak yine de devletin ideolojik aygıtları, özellikle örgütlü bir yapı olarak ordunun sistem içindeki işleviyle XXI. yüzyıla ulaşabilmiştir.
Siyasal, iktisadî, ideolojik ve toplumsal birçok bileşenin çok boyutlu etkisiyle belirli bir dengeye yerleşmiş olan rejimin geleceği, 1950’lerin Demokrat Partisi’nin (DP) hem siyasal iktidar ve geleneksel siyasal kültür hem de bu kültürün siyasal aktörler ile toplumun birbirini besleyen ve yeniden üreten niteliğine bağımlı oluşmuştur. Ancak Kemalist Cumhuriyet rejiminin ideolojik sınırları içinde kalan bu egemen siyasal ve toplumsal gerçeklik, toplumsal dokunun yeniden üretilmesiyle hayatta kalırken aynı zamanda sınırları ve genel hatları belirgin bir siyasal kamplaşmanın da kaynağı olmuştur.
Söz konusu kutuplaşmanın çeşitli eksenleri olmakla birlikte Cumhuriyet idaresinin devraldığı siyasal kültüre enjekte (ettiği) etmeye çalıştığı panzehire karşı verilen reaksiyon, Cumhuriyet idare ve iradesine karşıtlık olarak okunabileceği gibi, bir bağlamıyla öyle olmakla beraber, aynı zamanda bir bünye olarak toplumsal dokunun da refleksidir. Bu refleksi, özde hakimiyetini yitirme tehdidiyle karşı karşıya kalan bir zihniyetin doğal refleksi olarak görmek gerekir.
Siyasal, iktisadî ve ideolojik olanın birbirine içkin yapısı nedeniyle ayırt edilemez niteliği, belirli bir kimlik dahilinde beka veya hayat memat meselesi olarak sunulduğu oranda giderek siyasal-toplumsal bir bellek haline gelmiştir. Bu bellek askeri rejim veya müdahalelerle -özellikle 1970 ve 1980 askeri müdahaleleri- hayatta kaldığı 2000’lere kadar Kemalist Cumhuriyetin ideolojik yapısında ve bu ideolojik yapının tahayyül ettiği toplum idealinde bir yanda gedikler açarken bir yandan da yama atarak hayatta kalmıştır. Dahası, siyasala da rengini verecek ideolojik, dini, etnik ve/veya bu minvaldeki çeşitli etmenlerin bileşiminden oluşan homojen bir kamplaşma, önyargı ve ötekilik kültürünü yerleşik bir sosyoloji haline getirmiştir.
2000’lerin başında iktisadî olanla birlikte yaşanan siyasal ve ideolojik kriz, Kemalist rejimin süregelen psikolojik hakimiyetinde geçmişe oranla geri dönüşü olmayan bir gedik açılmasıyla, Erdoğan-AKP rejiminin tarihsel serüvenini başlatmıştır. Seçim sisteminin de azımsanmayacak düzeydeki etkisiyle birlikte Erdoğan iktidarının gücünü, kaynağını ve niteliğini belirleyen şey, bilinçli veya bilinçsizce tahrip ederek neşter atmaktan imtina etmediği toplumsal dokudur.[1] Etnik, dini, ideolojik kimlikler bağlamında parçalanan ancak parçalı yapıda korunan bu toplumsal doku, kendisi dışındakini tanımadan, idrak etmeden ayrık otu gibi kendi hakimiyet alanında yoğunlaşarak kökleşmiştir.
Hiç kuşkusuz bunlardan birisi, Türk siyasetinin girdaplarından olup genelde (merkez) sağın önemli siyasal fraksiyonlarından birini oluşturan muhafazakâr/dindarların oluşturduğu ve genelde siyasal İslam olarak ifadelendirilen fraksiyondur. Çok partili rejimle birlikte 1950’lerde Adnan Menderes’in Demokrat Partisinde, 1960’larda Süleyman Demirel’in Adalet Partisinde (Ragıp Gümüşpala’nın kurduğu) ve nihayetinde “Adil Düzen” yaklaşımıyla Necmettin Erbakan’ın Millî Selamet Partisinde somutlaşarak “Millî Görüş” hareketi adıyla tarihsel bir akış içinde günümüze ulaşmıştır.
Sağ siyasal yelpaze başta olmak üzere genel anlamda sınırları belirgin, kendi içinde homojen, rahatlıkla etrafına sirayet edebilen toplumsal doku, ilk kez bu denli Erdoğan-AKP iktidarında konsolide olmuştur. Bu doku özellikle 2010 sonrasında; siyasal, iktisadî, ideolojik, sosyal ve kültürel açıdan “kaybedecek bir şeyi olmayanlardan kaybedecek bir şeyi olanların” yaratıldığı bir düzlemde ağır ağır parçalanmaya başladı.
Dahası, Gezi Direnişinde ilk kez belirginlik kazanan bu toplumsal kimliklerdeki sosyolojik kopuş ve belirlenim, iki şekilde hızla genişleme süreci yaşamıştır. İlk olarak AKP iktidarının en önemli dayanaklarından birini oluşturan ve milliyetçi-seküler kitlenin konsolide olduğu Cumhuriyet Halk Partisinin[2] içinde bulunduğu siyasal, düşünsel ve toplumsal girdabı aşamamasıdır. Daha önemlisi, Erdoğan-AKP iktidarı merkez sağda hegemonik bir konsolidasyonu adım adım inşa ederken aynı zamanda hem inşanın yapı malzemesi olarak kullandığı değer yargılarının içini boşaltmış hem de merkez sol/sosyalist/sosyal demokrat yelpazenin de bir o kadar konsolidasyonunu sağlamıştır.
Ancak bu konsolidasyon siyasal, ideolojik, sosyokültürel yafta-kalıplar-etiketlere dokunarak düşünsel ve siyasal perspektifi dönüştürmekten ziyade, kitlesel muhafazakarlaşmaya yol açan bir mevzi olarak sahiplenilmiştir. Dolayısıyla, Gezi direnişinden, 7 Haziran’a (2015); “adalet yürüyüşünden” (2017), 2019 yerel seçimlerine (İstanbul) uzanan tarihsel izlekte sosyolojik habitatı giderek belirginleşen sosyolojik yeşerme/kök salma, içsel düzeydeki siyasal muhafazakarlaşma nedeniyle özellikle CHP içinde idrak edilemedi. Bu nedenle, merkez sağda seküler-milliyetçi bir alternatifin bulunmaması ve muhafazakâr kesimin CHP belleklerinin patikaya bağımlılığının güçlü olmasının araladığı zafiyet, merkez sağda açılacak bir gedikle telafi edilmeye çalışılmıştır.
İkincisi, iktidarın her güçlendiği aşamayla yolsuzluk, kadın cinayetleri ve taciz-tecavüzün kamusal bir normalleşmeye yaklaşması; hukuksuzluklar, otoriterleşme, liyakatsizlikler gibi onlarca diğer sorun, tüm siyasal ve toplumsal kimlikleri aşındırmıştır. Daha önemlisi, Erdoğan-AKP iktidarının konsolide ettiği seküler-milliyetçi (ya da sol-sosyalist-sosyal demokrat) cenahın kendi siyasal-düşünsel yetersizliğini perdelemek için araçsallaştırdığı muhafazakâr-milliyetçi kesimin özellikle muhafazakâr bileşeninde yaşanan içsel çözülme kendini göstermiştir. Ancak, siyasal ve toplumsal rehavet ve/veya kanıksama, siyasal ve toplumsal olanın tüm boyutlarındaki çözülüşü perdelemiştir.
Yine de sağdaki çözülme ve muktedirin yarattığı tahribatın belirgin bir şekilde kamusal alana yansıması (Ulusalcılar, Kürt sorunu, kadın-erkek kimliği, muhafazakarlık ve ahlak ilişkisi gibi), 2000’lere kadar bir şekilde konsolide edilmiş ve kendi mahallesinin ötesini bilmeden ahkam kesen bir zihniyetin geçirdiği köklü dönüşümün ilk emareleri Gezi direnişinde kendini açığa vurmuştur.
Sonrasında, 7 Haziran seçimleri, Adalet Yürüyüşü ve İstanbul seçimlerinde bariz bir görünürlük kazanmaya devam eden bu deneyimler silsilesinin önemli bir parçasını, siyasal ve toplumsal kimliklere ilişkin yargıların zirveye ulaştığı ancak aynı derece de değişime elverişli hale geldiği bir aşamada, Ekmelettin İhsanoğlu’nun 2014’ün cumhurbaşkanlığı seçiminde ortak aday olarak desteklenmesi ve Kemal Kılıçdaroğlu’nın Erbakan[3] anmasına katılımı oluşturmaktadır.
Bu üç etmenin önemi; siyasal, ideolojik, sosyal ve kültürel eksenli parçalanmışlık ve bu parçalanmışlığa içkin önyargıların psikolojik eşiklerinde sembolik de olsa yaşanan ağır aksak aşınmadır. Çünkü, Cumhuriyet tarihinin iki tarihsel kanadının ezeli rekabeti içinde CHP tabanı olarak seküler-milliyetçiler ve bunun içindeki ulusalcı diye tabir edilenler, gerekçesi fark etmeksizin öyle veya böyle, Ekmelettin İhsanoğlu gibi siyasal İslam ile özdeşleştirilmiş birini ciddi oranda destekledi. Bu tartışma bağlamında Saadet Partisi’nin önemi tam da burada belirmektedir. Türk siyasetinin önemli tarihsel sorunlarında aldığı tavırlarla bir kilometre taşı olan Milli Görüş geleneğinin bizatihi temsilcisi olarak, sembolik ancak bir o kadar da kıymetli bir perspektif sergilemiştir.
Öncelikle sosyokültürel egemenlik bağlamında dinsel kimliğin tarihsel sağ siyasal paradigma ile olan bağını ekarte ederek iktidarın buradaki himaye edebilirliğinin yegâne temsilcisi olma gücüne neşter atmıştır. Daha önemlisi ise sosyokültürel açıdan CHP’yi sıkıştığı alandan azade ederek söz konusu aidiyetlere dayalı önyargıların aşılabilmesinde önemli bir katalizör işlevi görmektedir.
Bu açıdan birkaç noktaya değinmekte fayda bulunmaktadır. Öncelikle, Saadet Partisi genel merkezinde Millet İttifakı cumhurbaşkanı adayı olarak Alevi ve CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıklanması, sembolik ancak kıymetli bir andır. Dahası, Mustafa Kemal’in resmi ve Türk bayrağının Saadet Partisi binasındaki birlikteliği tarihsel algıların aşılabilmesinde önemli bir eşiktir. Yine benzer şekilde Saadet Partisi’nin 14 Mayıs süreci çalışmalarında, belki de kimsenin beklemediği derecede, etkin bir tavır alması, siyasal ve toplumsal eşiklerin belirleyici bir faktör olmasının miadını doldurduğunun bir başka ifadesi olarak okunabilir.
Gezi eylemlerinde birçok ezeli rakibin bir araya gelmesinde, özellikle dünün BDP flamalı genci ile Mustafa Kemal resmi taşıyanın birlikteliği gibi, bugünün siyasal atmosferinde de CHP’li ve SP’li üyelerin birlikte olabilmesinin kıymeti harbiyesi azımsanamayacak önemdedir. Bu açıdan, Kılıçdaroğlu’nun inisiyatifinde İhsanoğlu ve Karamollaoğlu portresinden oluşan üçlü tarihsel ve düşünsel belleğin patikaya bağımlılığını, sembolik açıdan sekteye uğratarak Türk siyasetinin geleceği açısından psikolojik eşik olmaktan çıkaran birer katalizör işlevi gördüğünü söyleyebiliriz.
[1] http://www.sosyaldemokratdergi.org/murat-aydin-erdogani-akpyi-yeniden-dusunmek/
[2] https://www.politikyol.com/olur-mu-olmaz-mi-bilinmez-ama-bir-yol-ayrimi-kilicdaroglu/
[3] 2000 sonrası Erdoğan-AKP iktidarı, siyasal ve toplumsal kimliklerin algılanagelen olumlu veya olumsuz niteliklerini tahrip ederek toplumsal dokudaki hiçliklerin kamusal görünümünü sağlarken aynı zamanda, aşınmakta olan veya olası aşınmaya karşı kültürel hakimiyetlerinin sürdürülebilirliğini imam-hatipler aracılığıyla sağlama gayesi ile toplumsal farkındalığı tetiklemiştir. Böylesi bir atmosfer içinde siyasal ve kentsel mekanlarına hapsolmuş kimlikler (ulusalcılar/Kemalistler, muhafazakâr/dindar, Türkçü-milliyetçi/faşist, Kürtçü-terörist vb.) her ne kadar güçlü psikolojik belirlenime sahip olsa da içten içe bir yozlaşmanın da kuluçkası olmuştur. Bu nedenle de Erbakan anmasını, toplumsal alanda yozluğu barizleşen bir düşünsel anlayışın siyasal olarak yaşatılmasına musamma ve hatalı bir siyasal strateji olduğunu ileri sürmüştüm. Strateji açısından hata vurgusu, hiç kuşkusuz CHP’nin politik alanda yaşadığı sıkışma ve aktörlerinin toplumsal değişim ve dönüşümün belirli bir güç kazandığı koşulları yeterince dikkate almaktan imtina ederek miadını doldurmuş bir zihniyetin geleneksel siyasal, toplumsal ve düşünsel perspektifine can suyu olması, bu eleştirinin temelindeki referanstır. http://www.sosyaldemokratdergi.org/murat-aydin-erbakan-anmasinin-dusundurdukleri/