[voiserPlayer]
2017 yılından itibaren Çin hükûmetinin Müslüman azınlıklara, özellikle Uygurlara, yönelik baskıcı politikalarının şiddeti ve kapsamı hiç görülmemiş derecede artmıştır. Tahminlere göre 2017 yılından beri bir milyondan fazla Uygur, Çin hükûmetinin “yeniden eğitim kampları” adını verdiği toplama kamplarında alıkonulmaktadır. Dolayısıyla, Çin hükûmetinin sadece ulusal güvenliğe tehdit olarak gördüğü suçluları yahut teröristleri değil, bir azınlığı topyekûn hedef aldığını söyleyebiliriz. İlâveten Çin, üçüncü ülkelere sığınmış Uygurların iadesi ve Uygur diasporalarının kontrol altında tutulması için diğer ülke hükûmetleri üzerinde kurduğu baskıyı da arttırmaktadır.
Her ne kadar Müslüman azınlığın maruz kaldığı baskıcı politikalar tamamiyle yeni olmasa da 2017 yılından itibaren bu politikalar üç bakımdan farklılık göstermektedir: Toplu gözaltı ve tutuklamalarda görülen artış, yoğun ideolojik eğitim (sadece suça ve radikalleşmeye meyilli olanlar değil tüm Müslümanlar için), ve diasporaların kontrol altında tutulması amacıyla ilgili hükûmetlere yönelik zorlayıcı politikalar. Bu uygulamaların bir kısmı 2009’da Urumçi’deki olaylardan sonra da kullanılmıştı. Ancak kapsamı ve şiddeti bugünkü seviyelere ulaşmamıştı. Öyleyse, değişen baskıcı politikaları ve bunların zamanlamasını nasıl açıklayabiliriz?
Hâlihazırda uzmanların öne sürdüğü üç ana nedenden söz edebiliriz: (1) Bilhassa 2008-2009 yıllarında Uygurlar arasında yükselen muhalefet ve şiddet içerikli eylemler, (2) Çin Komünist Partisi’nin genel olarak azınlık politikalarının daha asimilatif bir çizgiye kayması ve (3) daha önce Tibet’te benzer politikalar uygulamasıyla bilinen Chen Quanguo’nun 2016 itibariyle Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nden sorumlu parti sekreteri pozisyonuna getirilmesi… Ancak mevzubahis faktörler Çin hükûmetinin baskıcı politikalarındaki artışı, neden sadece müslümanların hedef alındığını ve zamanlamasını tamamen açıklamamaktadır. Bu noktada Çin’in uluslararası güvenlik tehdidi algılamalarını da dördüncü bir faktör olarak hesaba katmak lüzûmu doğuyor.
2014-2016 yılları arasında Uygurlar ile Ortadoğu ve Güneydoğu Asya merkezli radikal gruplar arasında ivme kazanan ilişkiler Çin’in güvenlik tehdidi algılamasını ciddi şekilde etkilemiştir. Çin hükûmeti söz konusu ilişkilere girmiş Uygurların Çin’e dönüp bir ayaklanma başlatmasından, terörist aktiviteleri Çin topraklarına taşıması yahut en iyi ihtimalle yurtdışındaki diplomatik temsilcilikleri ve ticarî yatırımları hedef almasından endişe duymaktadır. Her ne kadar radikal İslâmî örgütlerin ve bu örgütlere katılmış Uygurların Çin’in tehdit algısını güçlendiren açıklamaları olmuşsa da Ortadoğu ve Güneydoğu Asya’daki Uygur militanların sayısı Çin için ciddî bir tehdit teşkîl edecek seviyede değildir. Ancak Çin hükûmeti bu tehdidi kontrol altına alınamayacak seviyelere ulaşmadan “önleyici baskı” yöntemleri ile bertaraf etmek istemektedir.
Dolayısıyla, 2016 öncesinde Çin hükûmetince sadece muhtemel ve teorik bir tehdit olarak algılanan radikal İslâmi terörizm yakın zamanda operasyonel ve bir an önce icabına bakılması gereken bir tehdit seviyesine ulaşmıştır. Bu bağlamda Çin hükûmetine göre Uygurların masum, kadın, yaşlı ve genç denmeksizin toplama kamplarında alıkonulması da onları “zehirli” radikal İslâmî düşüncelerden ve terör örgütlerinden “korumayı” amaçlamaktadır. Tabii ki bu tehdidin gerçekliği ve inandırıcılığı tartışmalıdır. Hatta Çin hükûmeti terörizm tehdidi söylemini asimilatif politikalarını meşrulaştırmak(!) için kullanıyor da olabilir. Ancak böyle bir terörizm tehdidi varsa bile Çin hükûmetinin bu tehdide karşı koymak için kullandığı yöntemler ahlaken salt kötüdür ve kabul edilemez.
Bu insanlık dışı politikalara ilişkin Türk ve Müslüman ülkelerin Çin’in yanında saf tutmaları yahut sessiz kalmalarına karşın Batılı ülkelerin, bilhassa ABD’nin, Çin üzerinde diplomatik baskı kurmaya çalışması, ve hatta ekonomik yaptırımları devreye sokması, meseleyi daha da ilginç kılmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki tutumu ise oldukça tutarsızdır. Daha önce 2009’daki ayaklanmanın Çin güvenlik güçlerince aşırı şiddet kullanılarak bastırılması Erdoğan tarafından bir “soykırım” olarak adlandırılmıştı. 9 Şubat 2019’da da Uygur halk ozanı Abdurehim Heyit’in mevzubahis kampların birinde hayatını kaybettiği iddiası üzerine Dışişleri Bakanlığı resmî bir açıklamayla Çin hükûmetinin Uygurlara yönelik politikalarını sert bir dille kınamıştı. Ancak o günden bu yana Türk hükûmeti ihtiyatlı bir politika izlemektedir. Öyle ki, muhalefetin konu hakkında araştırma komisyonu kurulmasına ilişkin önergesi AKP’nin ret ve MHP’nin çekimser oylarıyla reddedilmişti. Söz konusu durumu Türkiye’nin Batı-eksenli ittifaklardan uzaklaşıp Doğu’daki güçlü devletlerle alternatif ittifaklar tesis etme arzusuna ve Çin’le giderek güçlenen ekonomik işbirliğine yorabiliriz. Gerçekçi olmak gerekirse, Çin’e yönelik herhangi bir askerî veya ekonomik kozu olmayan Türkiye’nin Uygurları korumak için alabileceği önlemler hayli sınırlı ve yetersizdir.
Türk dış politikası için en makûl seçeneğin IŞID’e katılan yabancı savaşçıların akıbeti konusunda uluslararası hukuka uygun ve insan haklarını gözeten bir çözüm bulunması için uluslararası topluma liderlik etmek olduğunu söyleyebiliriz. Yabancı savaşçıların vatandaşlık bağıyla bağlı oldukları ülkelere iade edilmeleri halinde uluslararası hukuk ve insan hakları ihlal edilmeden âdil bir yargılama sürecine tâbi tutulmaları konusunda ısrarcı olunması Türk dış politikasına tutarlı bir kimlik kazandıracaktır. Böylelikle Türkiye hem yabancı savaşçıların herkes için tehdit olmaktan çıkarılması hususundaki ciddiyetini Çin’e ve diğer ülkelere karşı net bir şekilde ifade etme imkânını kazanacak hem de Türkiye’ye sığınan Uygurların Çin hükûmeti tarafından insanlık dışı muamelelere maruz bırakılması tehlikesi sebebiyle Çin’in iade taleplerini reddetme hakkını savunabilecektir. Bir başka ifadeyle, meseleyi Uygurlar özelinden çıkarıp uluslararası boyutuna dikkat çekerek hem uluslararası hukuku ve insan haklarını gözeten hem Türkiye’nin ve Uygur sığınmacıların güvenliğini önceleyen hem de ilgili ülkelerin güvenlik endişelerini dikkate alan bir dış politika geliştirmek mümkündür. Zira yabancı savaşçıların (Uygurlar veya diğerleri) ülkelerine dönüşü meselesi uluslararası toplumun ortak bir sorunudur. Bu konuda uluslararası bir çözüm arayışı Türkiye ile Çin arasındaki asimetrik ilişkinin bir denge unsuru olacağı gibi, Uygur sığınmacıları mümkün mertebe koruma konusunda da Türkiye’nin elini güçlendirecektir.
Fotoğraf: chuttersnap
* Bu yazıda öne sürülen argümanların detaylı bir versiyonu için International Security dergisinde yayınlanan ve ücretsiz olarak erişime açık olan makalemize bakabilirsiniz: Greitens, Sheena Chestnut, Myunghee Lee, Emir Yazici. 2020. “Counterterrorism and Preventive Repression: China’s Changing Strategy in Xinjiang.” International Security 44(3): 9-47 https://doi.org/10.1162/isec_a_00368.