
Yerli Otomobil, Milliyetçi Popülizm ve Kalkın(ama)ma Sorunu
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz haftalarda görkemli bir törenle Türkiye’nin kendi “yerli ve milli” otomobilini üreteceğini duyurdu. Bu duyuru, iktidar destekçilerini olduğu kadar muhalefetin de çoğunluğunu heyecanlandırdı. Milliyetçi duygularla gelen heyecanın sebebi, bir prestij göstergesi sayılabilecek, Türkiye’nin dünyada “otomobil üretebilen ülkeler” sınıfına dahil olacak olmasıydı. Örneğin CHP’nin İstanbul ve Ankara’daki belediye başkanları derhal yeni otomobili kutlayan ve sipariş vereceklerini ifade eden tweet’ler attılar.
Yerli otomobil, ülkeye getireceği düşünülen prestijle de ilişkili olarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın telkinleri ve devlet bütçesinden sağladığı cömert teşviklerle hayata geçirilecekmiş gibi gözükmekte. Türkiye’de bir dolu dünyaca ünlü araba firmasının fabrikasının bulunması ama Türkiye’nin kendi yerli üretim otomobiline sahip olmaması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yıllardan beri ara ara dillendirdiği bir rahatsızlığıydı. Ancak muhtemelen iktisaden kârlı olmayacağı düşünülerek ilk etapta hiçbir iş insanı böyle bir alanda yatırım yapmaya istekli olmadı. Ne var ki sonrasında, muhtemelen hem cömert teşviklerden yararlanacağı için zarar etmeyeceğini düşünen hem de iktidarla arasını iyi tutmak isteyen bazı iş insanları bu projeye sıcak bakmaya başladılar ve aralarında bir konsorsiyum oluşturdular.
Yerli otomobille ilgili akla ilk gelen haklı şüphelerden bir tanesi, bunun gerçekten yerli otomobil üretmek için atılmış bir adım olup olmadığıdır. Bugün Türkiye’de kolaylıkla “popülist” sıfatını karşılayan bir siyasal rejim var ve bu rejimin halk desteğini alabilmek için araba yapmadan da elindeki medya tekeliyle araba yapıyormuş gibi gözükmeye çalışması azımsanmayacak bir olasılık. Zaten iktidar medyasında ve bazı iktidar mensuplarınca da yerli otomobil yapılacağı yıllardan beri sık sık dillendirilegeldi ancak, bunlar bugüne dek hep söylemde kaldı ve somut düzeyde olarak hiçbir yere varmadı. Bu yüzden, bu defa da öyle olup olmayacağı ve bu “yerli otomobil üretiyoruz şovu”nun seçmenden oy kazanmaya yönelik popülist bir hamle olup olmadığı ilk etapta ciddi bir soru işaretiydi. Ancak şunu söylemek gerekir ki, 27 Aralık’taki tanıtım sonrasında yerli otomobilin ortaya çıkan detayları, burada salt bir popülist şovla karşı karşıya olmadığımız ve gerçekten de yerli otomobil üretmek için ortaya bir irade konduğu izlenimi vermekte.
Akla gelen, ikinci ve daha önemli bir soru ise, yerli otomobil sadece popülist bir “siyasal şov” olmasa bile, böyle bir yatırımın gerçekten iktisaden verimli ve uygulanabilir olup olmadığıdır. 50 yıl öncesinin aksine, dünyada Türkiye gibi belirli bir gelişmişlik seviyesindeki her ülke, kaynaklarını buraya kanalize ederek artık bir şekilde otomobil üretebilir. Ne var ki buradaki temel problem, sadece belirli sayıda otomobil üretmek değil, eğer otomobil piyasa dinamikleri dikkate alınmadan üretiliyorsa, bu üretim sürecinin ne kadar “sürdürülebilir” olacağıdır.
Dünyada, salt özel sektörün girişimiyle araba üretmiş bir ülke muhtemelen yok. Piyasa ekonomisinin en baskın olduğu ABD’de bile 20. yüzyıl başında Henry Ford tarafından ilk seri araba üretimi yapılırken, çeşitli biçimlerde kamu desteği sağlanmıştı. Aynı şekilde, geçtiğimiz on yıllarda etkileyici bir iktisadi kalkınma hamlesiyle “yüksek gelir” grubu ülkeleri arasına giren Güney Kore’deki otomotiv sektörü de “kalkınmacı devlet”ten epey destek gördü. Bu bakımdan, Türkiye’de de sürecin ilk etapta kamu desteği ile başlaması yanlış değil.
Öte yandan, yerli otomobil üretimindeki temel mesele, üretim sürecinde devlet başta bir miktar destek olsa bile, yıllar geçtikçe yerli otomobilin piyasada kendi ayakları üzerinde durup duramayacağı ve uluslararası piyasalarda diğer otomobillerle rekabet edip edemeyeceğidir. İlk etapta, üretime yeni başlanmasından ve işi tam bil(e)memekten kaynaklı olarak yerli otomobil, yabancı muadilleri kadar ucuza üretilemeyebilir. Buradan kaynaklı handikap, bir süreliğine, iç piyasadan gelebilecek görece yüksek taleple telafi edilebilir. Devlet araç alırken yerli üretimi tercih edebilir ya da Türkiye toplumu milliyetçi duygularla bir miktar pahalı olsa bile yerli otomobili seçebilir. Ancak bunun sonsuza kadar bu şekilde sürmesi mümkün değil. Bir noktada artık yerli otomobilin piyasa koşulları içerisinde, doğrudan kamu desteği olmadan da diğer otomobillerle rekabet edebilmesi ve bunun sadece iç piyasada değil, bir noktaya kadar dış piyasada da gerçekleşmesi gerekir.
İşte yerli otomobil açısından en temel soru, bu sürekliliğin ve sürdürülebilirliğin sağlanıp sağlanamayacağıdır. Zira, yerli otomobil üretimi salt bir siyasi şov olmasa ve bu işe girişenlerin niyetleri iyi olsa bile, eğer otomobil üretimi sürüdürülebilir olmazsa, bu önemli miktarda ülke kaynağının ölü bir yatırımla boşa harcanması anlamına gelecektir. Diğer bir deyişle, ülkedeki ekonomik kaynaklar, piyasa dinamiklerini hesaba katmayan siyasal iktidarın milliyetçi-popülist hevesleriye heba edilmiş olacaktır. Bu noktada, otomobil üretiminin Türkiye’de ilk kez denenmediğini, birden fazla kez otomobil üretme teşebbüsünün olduğunu ancak bu teşebbüslerin hiçbirisinin sürdürülebilir hale getirilemediğini belirtelim.
Meselenin diğer bir yönü üretilecek arabanın elektrikli olmasıdır. Otomotiv sektöründe yeni trend elektrikli araç olduğu için geleceğin teknolojisine yatırım yapmak Türkiye açısından elbette en mantıklısıdır. Ne var ki, son yıllarda elektrikli otomobilin tekrardan gün yüzüne çıkıp üretilmeye başlanmasının asıl sebebi, benzinli araca göre teknolojik bakımdan daha üstün olmasından çok, bazı teknolojik ilerlemelere ek olarak, bu otomobillerin “çevre dostu” olmalarıdır. Bu araçların teknolojisi ve fiyat/performans oranı (en azından şimdilik) halen benzinli araçlara göre geridedir. Dolayısıyla, alt yapı eksikliği ve göreli teknolojik gerilik gibi problemleri aşıp elektrikli otomobilin ileride benzinli arabanın yerini, çevresel hassasiyetlere gerek kalmadan, piyasa rekabetiyle alıp alamayacağı aslında halen bir soru işaretidir ve bu açıdan Türkiye’nin bu alanda yaptığı yatırım ciddi riskler taşımaktadır.
Son olarak, yerli otomobilin, sadece iktidar değil muhalefet cephesinden de destek görmesinde, milliyetçi duygulara ek olarak, onun bir sanayi ve teknoloji yatırımı olmasının payı büyüktür. Erdoğan/AKP’nin yıllardan beri yatırımları, ülkeye getirileri kısa vadede olumlu olan ama artık ciddi anlamda abartıldığı için ülke ekonomisine zarar vermeye başlayan inşaat sektörüne yönlendirmesi, ciddi bir eleştiri konusuydu. Ancak bu defa, yatırım ülkeye daha uzun erimli iktisadi fayda getirme potansiyeli taşıyan bir alana yönlendirildi ve bu da muhalefetten destek gördü. Bununla birlikte, iktidarın sanayi ve teknoloji alanındaki bu teşviki tek seferlik bir girişimmiş gibi duruyor ve maalesef bir zihniyet değişimine işaret etmiyor. Ekonomi politikalarını, iktidarda kalmaya endeksli, kısa vadeli popülist hedeflere göre belirleyen iktidar, Türkiye’nin ihtiyacı olan uzun erimli kalkınma hamlesini yapmaktan halen çok uzakta gözüküyor.
Fotoğraf: Angelika Agibalova
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Tarihte Salgınlar, Nüfus Artışı ve Malthusçuluk
Bugünlerde içinden geçtiğimiz koronavirüs (covid-19) salgını, insanlık tarihinde çok önemli bir yeri olan ama modern tıbbın gelişmesiyle beraber büyük oranda unutulan salgınları tekrardan gündemimize getirdi. Koronavirüs pandemisi, ölen sayısı üzerinden değerlendirirsek tarihteki muadillerine göre aslında etkisi düşük bir salgın. Toplamda ne kadar kişinin yaşamını yitireceğini şu anda kestirmek güç olsa

Türkiye’de Devlet Bürokrasisi ve “FETÖ”
Türkiye’nin tarihsel olarak bakıldığında temelde bir Asya ülkesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Diğer Asya ülkelerinde olduğu gibi, Osmanlı’dan beri Türkiye’de de “devlet”, başta iktidar ilişkileri olmak üzere toplumsal hayatın her daim merkezinde olageldi. Osmanlı’da toplumsal sınıflar devlet politikalarını etkileme gücüne sahip değildi. Padişah çevresinde örgütlenmiş bir merkezi bürokratik aygıt iktidara

Rant, İhale, Bağış: Dünyada ve Türkiye’de “Yandaş Kapitalizmi”
Sovyetler Birliği’nin 1991’deki çözülüşünden sonra, kapitalizm dünyada tek geçerli sosyo-ekonomik sistem haline geldi. Çin, Vietnam, Laos gibi ülkeler sembolik olarak “komünist” niteliklerini korusalar da fiilî olarak kapitalist ekonomiye geçtiler. Günümüzde sadece Küba, bir noktaya kadar, komünist sisteme sahip bir ülke olarak varlığını sürdürmekte. Genel özellikleriyle, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve
Türkiye ve İran’da Modernleşme ve “Devlet Geleneği”
Türkiye ve İran birbirine birçok yönden benzeyen iki ülke. İlk etapta bunu iddia etmek biraz zor gözükebilir çünkü her şeyden önce İran’da teokratik, yani din adamları sınıfının temel karar alıcı pozisyonunda olduğu, bir siyasal rejim var. Bu rejim oldukça otoriter, baskıcı ve toplumsal açıdan muhafazakar ve bu günlerde bu yüzünü

Daron Acemoğlu ve Politik Ekonomi Alanına Katkıları
Daron Acemoğlu, dünyanın en önde gelen ekonomistlerinden birisi. “En çok alıntı yapılan 10 ekonomist” arasında gösterilen Acemoğlu, Türkiye Ermenisi bir aileden geliyor. Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra York Üniversitesi’nden lisans, Londra Ekonomi Okulu’ndan (LSE) yüksek lisans ve (25 yaşında) gene aynı üniversiteden doktora derecesini aldı. Bir süre LSE’de çalıştıktan sonra

Atatürk Sağcı mıydı Solcu mu?
Türkiye’nin “kurucu babası” Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye toplumunun neredeyse tüm kesimlerinin sahiplendiği ve hatta idealize ettiği bir tarihsel şahsiyet. Bu durum, çoğu zaman Atatürk’ün kendi dünya görüşünün, yani Kemalizmin, tam olarak neleri içerip neleri içermediği konusunu son derece tartışmalı hale getiriyor. Çünkü her siyasal hareket, idealize edilen bir şahsiyet olarak

Türkiye’de Devlet, İş Dünyası ve Yeni Muhafazakar Zenginler
Türkiye, devletin toplum hayatında son derece belirleyici olduğu bir ülke. Kendiliğinden örgütlenme kabiliyetinin, rekabet gibi serbest piyasa değerlerinin ve dolayısıyla sivil toplum güçlerinin yeterince gelişmediği ülkemizde, hayatın hemen her alanı gibi iş dünyası da çoğu zaman devlet güdümünde şekilleniyor. Bu durumun ülkemizde doğurduğu sonuçlar, aslında uzun zamandır var olan ama

Türkler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler ve Cumhuriyet
Türkiye, kuruluş sürecinde çözüme kavuşmamış problemlerinin sancılarını çekmeye devam ediyor. Haftalardır, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine, silahlı Kürt unsurları sınırından uzaklaştırmak için gerçekleştirdiği Barış Pınarı Harekâtı’nı ve bu harekâtın nasıl Türkiye – ABD ilişkilerini (yine) gerdiğini konuştuk. Nitekim bugünlerde ABD Temsilciler Meclisi’nde, Türkiye’yi operasyon nedeniyle cezalandırabilmek için, 1915 Ermeni “Tehciri”ni “Soykırım” olarak

Kürt Meselesinin Kökenleri Üzerine Tarihsel Bir Arka Plan: Müslüman Milliyetçiliğinin Yükselişi, Düşüşü ve İsyanlar
Türk Silahlı Kuvvetleri, bundan yaklaşık bir hafta önce kendisine “Suriye Ulusal Ordusu” adını veren silahlı güçlerle beraber, Kürt silahlı milislerin kontrolü altındaki Kuzey Suriye bölgesine, teröristlerle mücadele etmek, “güvenli bölge” oluşturmak ve Türkiye’deki Suriyeli mültecileri bu bölgeye yerleştirmek gerekçeleriyle bir askeri harekat başlattı. Türkiye bunun böyle olmadığını söylese de askeri

Dünyada, Türkiye’de ve AKP’li Yıllarda Yolsuzluk ve İsraf
“Yolsuzluk”, sözlük anlamıyla, dolandırıcılık ve gayri-ahlaki davranış içerecek şekilde, yetkili bir kişi ya da kurumun kendisine verilen yetkiyi kişisel ya da belirli bir grubun özel çıkarları için yasa ve/ya etik dışı kullanmasına deniyor. “Yolsuzluk”, zorunlu olmamakla beraber, genellikle maddi yarar sağlama ile ilişkili olarak kullanılan bir kavram. Daha kısa söylersek