
Bratislava Başlari, Kuraktur Kazilmayi; Oyna Güzelum Oyna, Günahun Yazilmayi
Yarım günlüğüne uğramaya niyetlendiğim, sonrasında babası Trabzonlu annesi İskoç Emma ile tanışıp iki gün kaldığım Bratislava kentinde yaşadıklarım ve Avrupa’nın ortasında yersiz yurtsuz kalışımın hikayesidir.
Kıymetli takipçilerim, sevgili dostlarım, canikolarım; cümleten selamın aleyküm. Bratislava, genelde Budapeşte-Viyana-Prag gezilerinin garnitürüdür. Hamburger menüsünün patatesi bile değil, hediye chicken finger şeysi gibidir. Aranızda illaki görenler vardır, çay ve ihtiyaç molası için adeta Afyon, Susurluk daha da fenası Bozüyük muamelesi yapılır Bratislava’ya. “Ay ben çok sıkıldım, ay çok küçük, ay bu ne ya, keşke Prag’da 1 gün daha kalsaydım buraya gelceemee” diyen arkadaşlarınız olmuştur. “Zıkkımın kökünü, tamam mı?” Diyesim gelse de, kalitemden taviz vermek istemiyorum.
İstanbul’dayken benim de planım, Budapeşte-Viyana-Prag ve ardından Krakow ve Lviv ile geziyi tamamlamaktı. Eski iş arkadaşım, şimdi başka bir şirkette çalışan Ömer’in Bratislava’da toplantısı vardı, gel takılırız dedi. Kadıköy Beer Night geleneğimizi Avrupa’ya taşımaktan gayrı niyetimiz yoktu. Çok halis niyetler yani.
Budapeşte’de bir baba trene bindim, Bratislava’da indim. Hostele geçip kaydolduktan sonra odaya çıktığımda, Mısırlı bir turist namazını kılıyordu. Allah kabul etsindi. Ben resepsiyondan aldığım “welcome drink” fişini bozdurup biramı aldım ve açık bahçeye geçtim. Çok yanaşık masaların arasından geçerken, bilgisayarıyla çalışan kızdan izin istedim ve oturdum. Öyle bi selamın aleyküm-aleyküm selam derken nereli olduğumu sordu. “Türkiye” deyince, “babam da Türk” dedi. Trabzonlu bir abimiz zamanında üniversite için İngiltere’ye gitmiş, İskoç bir ablamızla evlenmiş ve Kanada Calgary’ye yerleşmişler. Emma isimli, dünya ahiret kardeşim olsun, hanımefendi bu vesileyle dünyaya gelmiş. Bilgisayarıyla günde birkaç saat çalışıp, sonrasında geziyor. Her ülkede 1-2 ay kalıyor. Çok özendim doğrusu, devlet bize imkan versin ben de böyle çalışayım dedim. Bir aydır Bratislava’da yaşayan Emma, “ben sana yarın burayı gezdiririm” deyip Instagram, whatsapp ne varsa ekledi. (valla billa o ekledi, yalan mı söylüyoz, Kanada’da kızlar teklif ediyor demek ki gezdirmeyi.)

Zaten zaman az, belki yarın akşam Prag’a geçebilirim. Hemen fotoğraf çekmeye çıktım. İlk gözüme çarpan, iyi kötü bir başkent olan Bratislava’nın inanılmaz sessizliği, sakinliği. Bahsettiğim semt Old Town etrafı, belki başka semtler akıyodur, yanıyordur orasını bilemem. Kasaba meydanlarında yan yana kafeler olunca bi sandalye kalabalığı olur, ona benzer bir küçük kalabalık görüp yanaştım. O anki atmosfer müziksiz, mevlütlü köy düğününe benziyordu. Orası sarmayınca devam ettim. Tako satan bir yer buldum. Karnım çok açtı, ve hiç tak yememiştim, bari bu fırsatta deneyeyim. Garson arkadaşla sohbet etmeye başladım, hello mello derken çocuk Mersinli çıktı. Tıp okuyormuş burda, son senesiymiş. Yemek ve sohbetten sonra fotoğraf çekerek ilerlemeye dewamke.
Çarşının oralarda bir dönerci gördüm. Aha bir Türk, yaklaşıp “kolay gelsin” dedim, Afgan çıktı. Emekçi arkadaşımın aşırı yorgunluğu uzun sohbete müsait değil. Dewamke.

Bratislava’nın sakinliği, gece sokak fotoğrafı çekmek için inanılmaz müsait. Parayla fotoğraf dersi olsa bulamayacağım bir imkan. Sokaklar da film seti gibi mübarek, estetiğini sevdim. Buraya nasıl yol üstü mola yeri muamelesi yapılır hayret?

Artık hostele döneyim. Bizim Ömer de toplantıdan sonra arayacaktı, bi’ kere ben aradım daha bitmedi demişti gerçi, bi daha bakayım telefona, aa, Ömer üç kere aramış, sessizde kalmış telefon. Kardeşim kusura bakma ya 🙂
Hostelde muhabbet hiç sarmadı. Bizim Mısırlı, beraber sohbet ettiğimiz iki Slovak gence, güzel Slovak kadınlarıyla nerede tanışabileceğini sordu. Bi’ dur, daha abdestinin suyu kurumadı be adam!
Bugün Kurultay mı var?
Ertesi gün, erken kalkıp gece fotoğrafladığım yerleri gündüz gözüyle görmeye çıktım. Bizim Mersinli’nin ordan geçip yürüdüm. Meydan küçük ve çok sevimli. Metal bisiklet heykelinin üstüne oturmuş bi elinde beyaz şarap içen bi arkadaş gördüm.

Hayırdır bu ne iş ya? Yaklaşıp tanıştım:
“merhaba”
“merhaba”
“napıyosun, nedir bu bisiklet falan?”
“Vakit geçiriyorum. Nerden geldin sen?”
“Türkiye’den”
“Aaa öyle mi, ben de fghbaşş kurdistan xyz”
“Pardon? Kürdistan mı?”
“Hayır hayır, Başkurdistan, Rusya’nın içinde bi yer”
Vay kardeşim benim be! Oleksandre’mış adı. Öğrenciymiş. Bratislava diye geldik, Mersinlisi, Kanada Türkü, Başkurdu derken Turan Kurultayına döndü ortalık. Macaristan’dakine gidemedik burda kısmetmiş. Birkaç poz da resim alayım kardeşim, hatıran olsun.

Biraz acıktım. Dün akşam gezerken oturduğum Dubliner Irish Pub’a gidip bişeyler yemek için hızlı adımlarla yürümeye başladım. Bi’ büfenin önünden geçerken harika kokular geldi burnuma. Dayanamayıp sosisli aldım, yürümeye devam ederken bir ısırdım ki, aman Allahım! Leşşş gibi bir tat. Sormayı da unuttum almadan önce, “kesin domuz eti bu” deyip çöpe attım sosisliyi. Az kalsın domuz eti yiyip günaha girecektim. Bu büyük günahtan kurtulmanın sevinciyle, kendimi ödüllendirmek için hamburger ve bira aldım Irish Pub’da 🙂
Topladum çiçekleri, gittum Irish Pub’ina,
Beklerum nazli yari, o da gelur inşallah!
Biraz dolaştıktan sonra, yeniden en sevdiğim mekanda, Irish Pub’dayım. Şehirde en iyi bildiğim, kendimi evimde hissettiğim yer çünkü. Trabzonlu hemşerim, ki anne tarafından Of-Hayratlıyım, nihayet mekanı teşrif ettiler. (Aman efendim, belediyemizin pubına hoş geldiniz) çok eski arkadaş gibi konuşmaya başladık. Türkiye, Kanada, Trabzonspor, İrlanda ve Drogheda ve tabi ki Pembe Panter Jimnastik Kulübü de sohbette geçti.
“ee, anlatsana biraz, hep gelir misin buralara?”
“bayadır Avrupa’dayım”
“Türkiye’ye gelecek misin?”
“hayır.”
“aaa, neden kız?”
…

Bizim Emma’nın babası anladığım kadarıyla takıntılı. Türkiye’de televizyona çok çıkan birinden hoşlanmıyormuş. “O gidene kadar Türkiye’ye gitme” demiş. Ne diyeyim, ön yargıları şey etmek, atomize şeyler yapmaktan daha şey, eftal. Emma konuşurken çok değişik bir fantezi geldi aklıma. (Hayır Sefai, dur! Burası ne yeri ne zamanı! Marketten mısır unu, tereyağı ve peynir alıp İskoç’un kızına kuymak yaptırma fikrini çıkar aklından!) Neyse ya, vazgeçtim bu fanteziden. Drinklerimiz bittikten kelli beraber dolaşmaya çıktık. “Çok güzel bi yere götürcem seni, şaşıracaksın. Güzel bi kilise var, rengi masmavi.” dedi. Aklımda bu sefer de Kabataş tramvay anonsu belirdi: Next station, Bratislava Blue Church. Adım adım, ilmek ilmek gezdiğimiz bu harika günü, akşam Havana Clup’ta mojitoyla bitirdik, tabii ki Küba anılarımı anlatarak 🙂 (Sefai, başlıycam Havana’na da havalarına da ha.)

Ne Evliya Çelebi ne Jules Verne bir çare bulmuş, ayrılık her gezinin kaderinde var.
Son sabahımda resepsiyona anahtar teslim edip ayrılmaya gittim. Muhabbet ederken Prag’a geçeceğimi söyledim. Kalacak otel ayarlayıp ayarlamadığımı sordu. “Her yer otel, hostel, bulurum” dedim. Aboov. Meğer hafta sonuyla birleşen 1 Mayıs tatilinde Avrupalılar da boş durmuyormuş. Kontrol ettim, airbnb, hostel vs hiçbir yerde oda yok. Ülke komple dolu. Viyana’ya baktım, geceliği birkaç yüz Euro olan otellerde yer var sadece. “En iyisi burada bir gece daha kalayım” dedim, “bizde yer yok.” dedi beyimiz. Kısmet değilmiş, Budapeşte’ye döneyim oradan Polonya’ya geçerim dedim. Oralar da dolu. Konsolosluktan yardım istesem mi diye düşündüm, onlar da tatil. Tüm Avrupa’da herkes komşu şehirlere akmış. Başıma gelen bu uğursuzluklar hep o Trabzonlu kızın yüzünden! Emma’dan önce de Trabzonlu arkadaşlarım oldu, o zaman da başıma olmadık işler gelmişti. Neyse, ben telefondan resepiyondaki beyefendi de pilgisayardan, ne pilgisayarı ya, şivem kaydı, kayış koptu, bilgisayardan yer baktık benim için. “Pardubiçe’de yer buldum.” dedi. Prag’a 125 km, işte Istanbul’dan Adapazarı kadar. Neyse geceyi geçirecek yer bulduk. Hele bi’ varalım, gerisi Allah kerim. Hadi Allah’a emanet, kaçtım ben hostelci kardeş.
Nihayet tren istasyonundayım. Çoğu gezginin 3-4 saatte her şeyi bitirdiği bu kentte 3. Günüme girdim. Hiç bir müze, saray, kale falan ziyaret etmediğim halde çok dolu geçti sanki. Takos, sosisli, Irish Pub, Mersinli kardeşim, Afgan arkadaşım, Başkurt Oleksandre ve tabii ki de hemşerim Emma. Hepinize teşekkürler. Ziplenmiş bu anılara ev sahipliği yaptığın için sana da teşekkürler Bratislava, seni unutmayacağım. İşte, Prag treni de geldi, yolcu yoluna gerek. İstikamet Pardubice, dewamke!
Sevgili dostlar, burada yer almayan ve Küba’dan Vietnam’a kadar onlarca şehrin fotileri ve hikayeleri için Instagram’da seforotti_travel hesabımıza bekleriz. En azından bi’ çayımızı içersiniz.
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Fakir Semtin Güzel Kızı: Kişinev
-Ayşe, Ayşeee! Naber? -Aaa, selam Sefai, döndün mü sen yurtdışından? -Bi hafta oldu. Sen nereye böyle atlı koşturuyo gibi? -Ya kazak örüyodum, ipim bitti. İp almaya gidiyodum. Nasıl geçti senin seyahat? -Gel bi çay içelim, anlatayım istersen? -Sağ ol da, gitmem lazım. Örgü ipi alcam. -Ya Ayşe kaçmıyo ya ipçi!

Türk Dünyasının Hristiyan Rengi ve Öksüz Çocuğu: Gagavuzya
Televizyonda gördüğüm, biraz Youtube’da izlediğim, küçükken evdeki ders kitaplarının arkasındaki, sonradan da Türk Dünyası dergilerindeki haritalarda gördüğüm Hristiyan Türkleri ziyarete gidiyorum. İşte, dilde, gezide ve fotoğrafta birlik için geliyorum. Küçükken tüm Türkleri Müslüman ve de sünni sandığımdan, (İyi ki hepsini Karadenizli sanmıyormuşum) Hristiyan Türkler çok ilginç geliyordu bana ve görmek

Hem Cennet Hem Cehennem Kamboçya
Vizesiz ve sorunsuz geldiğimiz Bangkok seyahatinin ilk kısmı sona erdi. Şimdi geldik zurnanın zırt dediği yere, Kamboçya! Yargı ve endişe dolu yolculuğun ilk durağı otobüsle gittiğimiz Tayland’ın Chantaburi kenti. İnsan açıkçası bir irkiliyor, kafamda en ufak bir olumlu imaj yok: Kızıl Kimerler, ölüm tarlaları, halen süren krallık ve halkın yoksulluğu,

Tatlıdır Ama Serttir, Tebrizimiz Başkenttir
Merhaba Türkçe’nin Şehri Tebriz! Sevgili dostlarım, yoldaşlarım, Seyahat ve Terakki Cemiyetinin pek kıymetli mensupları! Tebriz bugün başkent değil, ancak kimilerine göre yirmi, kimine göre otuz-otuz beş milyon İran Türkü’nün de facto başkenti. Hayatımda ilk Tebrizliyle Trabzon’dan Tiflis’e giderken tanışmıştım. Milliyetçilikten dolayı hapis yattığını söylemişti. O gün Tebriz’i görmek için büyük

Polonya Mektubu: Krakow’da Ayna Var Ayna Var!
Kıymetli Takipçilerim, Sevgili Dostlarım, Canikolarım! Polonya’dan yazdığım mektubuma başlarken evvela büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim. Arkadaşlarımın ellerinden sıkar, Rümeysa’yı hasretle kucaklarım. Ekranlarınızın başında her şey yolunda mı? Beni soracak olursanız, ben çok iyiyim. Budapeşte, Bratislava, Prag derken paralar suyunu yavaştan çekti ama planladığım kadar, yeterli. Merak etmeyin gardaşım, sizden tarlayı,

Prag Yollarından Aştım da Geldim, Boyunu Boyuma Ölçtüm de Geldim…
Pardubice’de üç kişiyle tanışmamın ve Prag’da yaşadıklarımın hikayesidir. Kıymetli takipçilerim, sevgili dostlarım, canikolarım! Toplaşın, size Çekya’nın Pardubice ve Prag şehirlerini anlatıcam. Ayşe, çayını da al gel canım, içerek dinleyebilirsin, sıkıntı yok. Cem, uzakta durma, biranı da al gel abi. Dikkat et, kolunu sağa sola çarpıp milletin kafasına dökme. Mundar etme

Macaristan Beyleri Kestiler Fermanımi Eman Emaaan
Gezi diye gelip diplomatik temasların içinde kalış ve Macar Güvenlik Güçleriyle sıcak temasımın öyküsü! Kıymetli takipçilerim, sevgili dostlarım, canikolarım. Daktilo 1984’ün aşırı acayip yoğun ısrarlarına dayanamayıp buraya katılmaya karar verdim. Neymiş, Çavuşeskunun Termometresi, Varsayılan Ekonomi falan… Böyle “Keyfi Gündemlerle” ülke insanını oyalıyorlar. Ama “Eskisi gibi Değil” şimdi Seforotti’nin Not Defteri

İdeolojiler Üstü İletişim Dili Olarak Futbol: Pembe Panter Jimnastik Kulübü
Daktilo1984 okurları daha akademik çalışmaları okumaya alışkındır. Bu sefer biraz kafa dağıtalım mı? Pembe Panter Jimnastik Kulübü (PJK) futbolu sanat gibi, müzik gibi ve hatta İngilizce, Fransızca gibi bir iletişim dili olarak görür. Bilimsel veriler içermeyen bu yazıya verilen emeğin en azından içine katılan sevginin, Türk yüksek lisans camiasındaki çalışmaların