[voiserPlayer]
Geçtiğimiz günlerde katıldığım bir toplantıda, toplantının gündemini takip etmek yerine katılımcıların bu gündemi nasıl tartıştığını gözlemledim ve katılımcıların iki kalıp üzerinden tartıştıklarını tespit ettim. Birinci kalıba göre, katılımcılar söz hakkı almadan konuşuyor ve bunun sonucunda baş ağrısı yaratan bir gürültü oluşuyor. İkinci kalıba göre, her bir katılımcı karşı fikri değerlendirip kendi fikrini öne sürmek yerine, karşı fikrin sahibi diğer katılımcıyı ötekileştiriyor ve tartışma zeminini ortadan kaldırıyor. Bu iki kalıp neticesinde çözüme kavuşturulması gereken sorun ortada kalıyor ve iş ortamında küskünlükler yaratılıyor. Bu kişisel tecrübem üzerine okuduğum “Bölge Çalışmaları Araştırmacıların Nasıl Kâbusu Oldu?” isimli yazının da benzer bir patika takip ettiğini düşündüm.
“Bölge Çalışmaları Araştırmacıların Nasıl Kâbusu Oldu?” isimli yazı Daktilo1984’ün Forum bölümünde yayımlandı. Yazı kısa sürede sosyal medya aracılığıyla kullanıcılar tarafından paylaşıldı. Burak Bilgehan Özpek yazıyı “uluslararası ilişkiler öğrencilerinin dikkatine” sundu ve yazıda “sunulan fikirlere cevap vermek isteyen arkadaşlara kapımız her zaman açık” olduğunu ifade etti.
“Yazıda sunulan fikirlere” cevap verilebileceği düşüncesini şaşkınlık ile karşıladım. Bu şaşkınlığın ardında üç sebep yatmaktadır.
İlk olarak, yazı bir bütünlük sunmamaktadır. Kabaca üç bölüme ayrılabilecek yazı bölge çalışmalarına duyulan ihtiyacın siyaset ve çıkarlar ile doğrudan ilişkili olduğunu, saha çalışması yapan bölge uzmanlarının karşılaşabilecekleri sorunları ve “bölgeye adım atmadan ve hatta dilini bilmeden” bölge uzmanı olunamayacağını ifade ediyor. Yazının başlığı ile içeriği kıyaslandığında, ele alınmak istenen temel meselenin ikinci bölümde ifade edildiği anlaşılıyor. Birinci bölüm ise iki işlevi yerine getiriyor: bölge çalışmalarının siyaset ile ilişkisini ortaya koyuyor ve otoriter devletlerin saha çalışması yapan araştırmacılara duyduğu şüpheyi dolaylı olarak doğruluyor. Yazar bölge uzmanlarının ontolojisini farkında olmadan küresel çıkarlara ve otoriter devletlerin şüpheciliğine hapsediyor. Dolayısıyla bölge çalışmaları süreç içerisinde araştırmacılar için bir “kâbus” olmaktan çıkıp araştırmacının kendisi bu kâbusun bir parçası oluyor. Yazının üçüncü bölümünde ise bölge uzmanı olabilmek adına gerekli kriterlerin ne olduğu üzerine yazar kendi görüşünü ifade ediyor. Yazının bir bütünlük sunabilmesi adına son bölüm ile ilk iki bölüm arasında bir geçiş kurulamamıştır.
İkinci olarak, yazı yeni bir fikir ortaya koymamaktadır. Bölge çalışmaları ile siyasetin ilişkisi üzerine halihazırda bir literatür bulunmaktadır ve söz konusu yazıda bu literatürden faydalanılmıştır. Saha çalışması yapacak uzmanların otoriter devletlerde karşılaştıkları sorunları ortaya koymak da yazının alametifarikası olarak değerlendirilemez. Bunun ilk sebebi, yazarın bölge uzmanının ontolojisini dolaylı olarak bir tehdit şeklinde konumlandırmasıdır. İkinci sebebi ise, okuyucu kitlenin bu zorluğun hâlihazırda bilincinde olmasıdır. Yazının alametifarikasının son paragrafta ifade edilen fikir olduğunu kabul etsek de sonuç yine değişmemektedir. Bunun da yine iki sebebi vardır. İlk sebep, bu tartışmanın Ufuk Ulutaş’ın 2012’de yazdığı “Nasıl Ortadoğu uzmanı olunur?” başlıklı yazıya Doğan Gürpınar’ın “Şarkiyatçılıktan Ortadoğu Bilimi’ne: Şarkiyatçılığı Yeniden Üretmek” başlıklı yazıyı kaleme alması ile yapılmış olmasıdır. Yazarın bu tartışmayı ele alması ve kendi yazısının ne gibi bir farklılık ortaya koyduğunu göstermesi gerekirdi. İkinci sebep ise, yazının başında belirtmiş olduğum şaşkınlığımın üçüncü sebebi ile doğrudan ilişkilidir.
Yazının bir cevap yazısı doğurabileceğini düşündürten bölümünün yazının son bölümü olduğu kanısındayım. Bu bölümde yazar, “bölgeye adım atmadan ve hatta dilini dahi bilmeden, bölge uzmanı olduğunu iddia edenlerin sayısının hiç de az olmadığı böyle zamanlarda” ifadesiyle rahatsızlığını ifade etmekte ve bölge uzmanı olabilmek için bölgeye adım atmanın ve dilini bilmenin zaruri olduğunu belirtmektedir. Bir cevap potansiyeli barındırdığı düşünülen son bölümün yazının en cılız bölümü olması ve savunulan fikrin ötekileştirici bir dil ile ifade edilmesi şaşkınlığımın üçüncü sebebi olmuştur. Yazar, bölgeye adım atmanın ve dilini bilmenin avantajlarını gerekçelendirebilir, varsa kendi tecrübelerinden okuyucuyu ikna etmeye çabalayabilirdi. Aksi takdirde “bu böyledir” gibi bir ifadenin ötesine geçmek mümkün değildir. Yazarın ötekileştirici dili ise, bölgeye adım atmamış ve dilini bilmeyen ve kendisinin Ortadoğu uzmanı olduğunu düşünenlere bir cevap hakkı vermemektedir. Bu iki kriterin bölge üzerine yapılacak nitelikli araştırmalar için şart olduğunu düşünmekte bir sakınca yoktur. Yazıya içkin olan sakınca, bu iki kriteri taşımayan araştırmacılara bir cevap hakkı vermemesidir. Bu araştırmacılar yazar için öteki olmuştur. Yazı bir tartışma yaratma potansiyeli taşımak yerine belli bir alanın bilgisi üzerinde tahakküm kurma girişimi olarak değerlendirilebilir.