[voiserPlayer]
Sosyal bilimlerde özellikle son on yıllarda yeni bir trend ortaya çıkmaya başladı: Batı-dışı sosyal bilimler arayışı. Dünya siyasetinde yeni aktörlerin çoğalması, tek/çift kutuplu düzenlerin sorgulanır hale gelmesi, normatif arayışlar içerisinde olan grupların çoğalması ya da Batı’daki apolojist/politik doğrucu yaklaşımların yükselmesi gibi hangi nedene bağlanırsa bağlansın hem akademide hem de entelektüel çevrelerde bu arayışın yükseldiği gözlemlenebilir bir gerçek. Üstelik Batı’nın en temel kurumlarında dahi bu alanlarda üretilen projelere, akademik faaliyetlere ve doktora tezlerine ciddi fonlar ayrılmakta, bu alanlarda çalışan gruplar desteklenmekte; yani kısacası “merkez”de de bu arayış karşılık bulmaktadır. Bu arayışın merkezde karşılık bulması ile mi çevrede bir trend haline geldiği ya da çevredeki baskılar ile mi merkezde bir karşılık bulduğu meselesi bu yazının konusu dışındadır. Bu yazıda, son yıllarda bir trend haline gelen ve Türkiye’de de taraftar bulmaya başlayan Batı-dışı sosyal bilim arayışının yine batı dışındaki engelleri üzerinde durulmaya çalışılacaktır.[1]
Batı-dışı sosyal bilim arayışı genel olarak Batılı kavram, metot ve teorilerin Batı-dışında tarihsel gerçeklikleri ve onların sosyal, hukuki ve ekonomik dinamiklerini açıklamakta yetersiz kaldığını vurgulamakta ve bunun yerine Batı-dışı ülke, grup ve coğrafyaların kendi tarihi tecrübelerini açıklayabilme kapasitesine sahip yeni kavram, metot ve teorilerin üretilmesi gerektiğini savunmaktadır. Öncelikle tüm duygusal yaklaşımların ötesinde bu arayışın haklı ve değerli bir yolculuk olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Ancak, bu arayışa temel teşkil eden ve Batı-dışının bizatihi kendisinden kaynaklanan bazı yanlış epistemolojik varsayımların ve ontolojik engellerin bu arayışın karşısında ciddi bir engel olarak durduğunu söylemek gerekmektedir. Tam da buna bağlı olarak hem dünyadaki hem de Türkiye’deki tartışmalar ağırlıklı olarak ne yazık ki sadece böyle bir gereksinimin vurgulanması ile sınırlı kalmakta ancak bu gereksinime yönelik gerçek açılımlar yapamamaktadır. Yani felsefi ve düşünsel anlamda yükselen bir Batı-dışı sosyal bilimler söylemi olmasına karşın bunu uygulamaya geçiren çalışmalar ne yazık ki çok az kalmakta.
Batı ve Batı-dışılık İkilemi
Bu durumun en önemli engeli Batı ve Batı-dışı kategorilerinin verili varsayılması ve bu ikilemin bir zıtlık üzerinden kurgulanmasıdır. Sosyal bilimler açısından ideal tipler oluşturmak ve bu ideal tipleri açıklamalarda kategorik olarak kullanmak önemli bir gelenektir ancak, bunun Batı ve Batı-dışı ayrımında çok yetersiz bir ikilem olarak kaldığı aşikardır. Batı-dışı meselesine girmeden önce Batı’nın bile tek bir yaklaşım üzerinden ele alınamayacağı ve özellikle son yıllarda Avrupalı sosyal bilimcilerin Amerikan-merkezciliği yoğun bir şekilde eleştirdiği hatırlatılmalıdır. Bu çerçevede vurgulanması gereken diğer nokta da bir blok olarak Batı-dışı kategorisinin gerçekte var olmadığıdır. Batı-dışı kategorisi hangi saikler ile oluşturulmaktadır? Eğer bölgesel ise tek bir Batı-dışı ideal tipinden bahsetmek mümkün değildir. Eğer medeniyet/kültür düzleminde ise yine aynı şekilde İslami, Hindu, Budist vs. gibi pek çok medeniyet ve kültür blokundan bahsetmek gerekmektedir (Burada Hayden’in “iç-içe geçmiş oryantalizmler” kavramı hatırlatılabilir). Tam da buna bağlı olarak Batı-dışı sosyal bilim arayışlarının Batı ve Batı dışı arasındaki mücadeleyi bir tarihsel zıtlık/süreklilik olarak ele alması da sorunlu bir yaklaşımdır. Kaldı ki Batı-dışı dünyanın kendi içerisindeki tarihsel mücadeleler (örneğin Sünni-Şii) bu ikilemde nereye kondurulacaktır? Ya da Batı merkezli Vestfalyan egemenlik anlayışı karşısında İslam merkezli ümmet egemenliği anlayışı düşünsel ve kavramsal zıt bir kategori olarak çıkarılabilir, ancak bunun karşılıklı etkileşimler ile tarih içerisinde pratikte nasıl dönüştüğü göz ardı edilirse gerçek bir sosyal bilim anlayışı ortaya çıkmaz.
Çok kısaca vurgulanması gereken bir diğer mesele de Batı-dışında olmanın araştırmacıya doğal olarak Batı-dışı bilim üretimi yapma misyonunu yüklemediği gerçeğidir. Batı-dışı sosyal bilimlere dair yapılan sayısal çalışmalarda genellikle Batı-dışında yayınlanan dergilerin, üretilen makalelerin sayılarına, buralardaki akademisyenlerin mezun oldukları kurumlara bakılmaktadır. Ancak sadece sayısal bir analiz ile Batı-dışı üretimin yükseldiğini ya da azaldığını söylemek sorunludur. Zira tamamen Batı-dışı eğitim kurumlarında yetişip, tüm yayın faaliyetlerini batı-dışı kanallarda yapıp yine de batı sosyal bilim perspektifi çerçevesinde kalmak pek tabii ki mümkündür. Eğer aksi düşünülseydi, örneğin, Mısır’daki tüm sosyal bilimcileri Batı-dışı sosyal bilim yapıyor olarak düşünmemiz gerekecekti. Dolayısıyla bu kategorilerin içinde bulunmayı da verili ele almamak gerekmekte, yapılan çalışmaların içeriğinin incelenmesi gerekmektedir.
Kısacası reaksiyoner bir yaklaşım ile Batı’yı tek bir blok olarak kurgulamak ve bunun karşısında etkileşimsiz olarak bir Batı-dışı blokundan bahsetmek hayatın olağan akışı ile uyumlu değildir. Etkileşimi, iç içe geçmişliği ve süreci göz ardı eden bu varsayım ve kategorilendirme, Batı-dışı sosyal bilimler arayışının önündeki en büyük engel ve cevaplandırılması gereken soru olarak karşımızda durmaktadır. Buna bağlı olarak disiplinel bakış açısının sınırlılıkları da göz önünde bulundurulmalıdır. Batı dışındaki batı dışı sosyal bilim arayışları, Türkiye özelinde olduğu gibi, meseleye disiplinel olarak bakmaktadır. Bu tartışmaların özellikle son yıllarda yoğun olarak yaşandığı Uluslararası İlişkiler disiplinine bakıldığında bunun Türkiye’deki temsilcilerinin de genellikle tartışmaları sadece Uluslararası İlişkiler disiplini üzerinden götürdüğü; sosyoloji, tarih ve diğer coğrafyalardaki arayışları göz ardı ettiği görülmektedir. Akademik olarak disiplinel bakışlar değerli birer uğraş olsa da entelektüel bir hareketliliğin oluşabilmesi için Batı-dışı arayışların disiplinler arası bir düzleme çekilmesi gerekmektedir.
Merkez-Çevre İlişkileri, Kurumsallık ve Politika
Tartışmayı buradan genel bir merkez-çevre ilişkisi olarak okumanın yanlışlığına bağlamak yerinde olacaktır. Klasik merkez-çevre yaklaşımı ve bilgi üretiminin merkezden çevreye (bu noktada batıdan, batı-dışına) aktığı varsayımı da Batı-dışı sosyal bilim arayışının önündeki önemli engellerden bir tanesidir. Burada öne çıkarılması gereken nokta merkezdeki homojen bilgi üretim dağılımının çevrede olmadığıdır. Yani merkezdeki merkez-çevre ilişkileri çok ciddi farklar üzerinden yürümez iken, çevredeki merkez-çevre ilişkilerinin arasında büyük uçurumlar olduğunu söylemek gerekmektedir. Yani çevredeki bilgi üretim ağları arasında da ayrı bir merkez-çevre hiyerarşisi bulunmaktadır. Örneğin, çevre sayılan Türkiye’nin merkezindeki İstanbul ve Ankara’da üretilen bilginin ulaşılabilirliği ve ciddiye alınırlığı ile söz gelimi çevre sayılan Türkiye’nin de çevresi olabilecek Trabzon’da üretilenin ulaşılabilirliği ve ciddiye alınırlığı aynı değildir. Bu da çevredeki meşruiyet sorunlarını ortaya çıkarmaktadır. Tabii ki tüm bu çerçeveyi devlet ve devletin meşruluk kriterlerinden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Ancak, çevrenin merkezinde olduğunuz sürece (ki bu sizi esasında fiziksel olarak çevrede ama düşünsel olarak merkezde konumlandırır) yaptığınız batı-dışı sosyal bilim arayışları çevrenin çevresinde yaptığınız arayışlardan daha meşru görülecek ve hem ülkenin içerisinde hem de esas merkezde (Batıda) daha çok ciddiye alınacaktır. Dolayısıyla, çevrenin içerisindeki bilgi hiyerarşisinin bile homojen bir yapıda olmaması bu arayışın önünde ciddi bir diğer engel olarak durmaktadır. Burada kastedilen durum kısacası, merkezin (Batı’nın) çevresinde kalanların (Batı-dışının) kendi içerisinde belirli standartları yakalayabilmiş ve birbiri ile aynı düzlem üzerinden konuşan/iletişim kuran birimler oluşturma seviyesine henüz ulaşmamış olmasıdır.
Burada yüzleşilmesi gereken bir diğer önemli mesele de kurumlar ve kurumsal kültür meselesidir. Batı-dışında, örneğin en gelişmiş örneklerden biri olan Türkiye’de, kaç tane bir asrı devirmiş ve kesintiye uğramadan bilimsel üretim faaliyetine devam eden kurum bulunmaktadır? Kavram, teori ve yaklaşım üretimi kurumsal süreklilik ile de yakından bağlantılıdır. Kurumların kalıcı olmadığı, kurum kültürünün siyasi mekanizmalara göre değiştiği/şekillendiği ülkelerde bu arayışların sürekli olabileceğini düşünmek çok sorunlu bir yaklaşımdır. Dolayısıyla, Batı-dışı sosyal bilim arayışını sadece düşünsel ve felsefi düzeyde reel siyasetten bağımsız bir şekilde okumak oldukça naif bir yaklaşımdır. Tam da bu noktada bilgi üretimi ve siyasi iktidar çözümlemesi önemli bir başlangıç olabilir. Yani Batı-dışı toplumlar kendilerini ne kadar görebiliyorlar?
Siyasi iktidar meselesinin iki yönü bulunmaktadır. Birincisi biraz önce değinilen kurumların, üniversitelerin, akademisyenlerin siyasetin gölgesinde kalması ve özgür üretim ferahlığına sahip olmamaları meselesidir. İkincisi ise yine Batı-dışı ülkelerde yükselen ve Batıyı genel bir düşman olarak kurgulayan popülist söylemin etkisidir. Sadece Türkiye’de oryantalist kavramının kullanım şekillerine dair bir araştırma bile bu gerçeği ortaya çıkaracaktır. Batı-dışı sosyal bilim arayışları da bu söylemin gölgesi altında kalmakta, bundan bağımsız bilimsel arayış içerisinde olan akademisyenler kolayca bu popülist söyleme hizmet etmek ile etiketlenebilmektedir. Kısacası batı-dışı sosyal bilimin en önemli engellerinden biri Batı-dışındaki siyasi mekanizmalardır. Zira bu hem üretim mekanizmalarını hem üretilen ürünü hem de bunun piyasaya sunulmasını etkilemektedir. Bunu göz ardı eden hiçbir arayış ve yaklaşımın ciddiye alınması mümkün değildir.
Bilimsel Üretim Kültürü ve Mekanizmaları
Meseleyi siyaset ve kurum düzleminden bilimsel üretim kültürüne çekmek de yerinde olacaktır. Bu konuda söylenmesi gereken belki de ilk mesele batı-dışı arayışların, Batı’da makbul görüldükçe, fon buldukça, yer açıldıkça canlanıyor olmasıdır. Bu Batı-dışı sosyal bilimler arayışları için ciddi bir engel teşkil etmektedir. Zira bu arayışlar, Batılı yöntemler, yazma ve sunma biçimleri ve Batılı dillerde oldukça kendine yer bulmakta aksi durumlarda göz önüne bile çıkmamaktadır. Burada şu soru ortaya çıkmaktadır; Batı-dışı arayışlar Batı’yı ikna etmek üzerine mi kurgulanmalı, yoksa yeni bir alternatif alan açma arayışı ile mi devam etmeli? Ayrı bir soru olarak bu durumun Batı’nın kendi sancısı olup olmadığı ve Batı-dışının gerçekten böyle bir derdinin olup olmadığı da sorulabilir. İlk sorumuzdaki ikinci alternatifin lojistik olarak çok zor olduğu aşikardır ve dolayısıyla bugüne kadar yapılan (en azından bilinen ve teşvik edilen) çalışmaların birinci minvalde yürüdüğünü söylemek mümkündür. Bu da esasında bu arayışları akademik kariyerizmin bir parçası haline getirmektedir. Zira yazının başında da belirtildiği gibi bu çalışmalar ciddi bir karşılık bulmaktadır.
Bir diğer ilintili lojistik mesele de üretim mecraları meselesidir. Batı-dışı arayışları Batı dergileri ve yayın evlerinde yapmak ne kadar sonuç getirecektir? Batı’da bu açılımlar yenilik getirdiği için bu yayınlar teşvik edilmekte, Batı-dışı ülkelerde, örneğin Türkiye’de, bu boşluk batılı üretim mekanizmalarını tanıyan ve bu üretim mekanizmalarına aşina kişiler tarafından kolayca doldurulabilmektedir. Yazının başında belirtildiği gibi Batı-dışı üretim yapmadan, Batılı yöntemler ve çerçeveler ile Batı-dışından gelen yüzeysel çalışmalar, Batılı dergi ve yayınevlerinin ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Dolayısıyla, çok da dikkat çekmeyen ama karşılıklı bir anlaşma ile sürdürülen bir üretim zinciri oluşmuş durumdadır. Tabii ki bunun en önemli nedeni, Batı-dışı ülkelerde kendi kaynaklarını ve tarihi tecrübelerini bilen isimlerin Batılı yöntem, metot ve dillerden uzak kalması ve aynı şekilde bu yöntem, metot ve dilleri bilenlerin de orijinal kaynak ve tecrübelere aşina olmamasıdır. Dolayısıyla bu uçurum da çok önemli bir Batı-dışılı engel olarak karşımızdadır.
Buradan tartışmayı bilim yapma kültürüne de taşımak faydalı olacaktır. Teorik yaklaşımlar, yeni kavramlar ve metotların gelişim aşamalarından en önemlisi akademisyenlerin birbirlerinin çalışmalarına getirdikleri eleştirilerdir; yani refleksif bilim anlayışıdır. Batılı üretim mekanizmalarında bu hem kültürel olarak hem de araştırma kurumları ve dergilerde yapılan forumlar ile devam ettirilmektedir. Hatta Avrupa’daki pek çok tez öncül çalışmalara refleksif yaklaşımlar getirilerek yapılmaktadır. Batı-dışı ülkelerde ve özellikle Türkiye’de bu kültür ne yazık ki gelişmemiştir. Üretilen çalışmalar bırakın genel olarak kendi disiplinindeki meslektaşları tarafından ciddiye alınmayı, aynı konuları çalışan akademisyenler tarafından eleştirilere tâbi tutulmamakta; görmemezlikten gelinerek bir küçümseme halinden öteye gidilmemektedir. Bunun ötesinde bu çalışmalara atıf yapılmamakta, bunlar yerine Batı’da üretilmiş ana akım çalışmalar kullanılmaktadır. Hem bu eleştirel yaklaşım eksikliği hem de birbirini okumama kültürü ne yazık ki metodik, teorik ve kavramsal gelişmenin önünde ciddi bir engel olarak durmaktadır.
***
Yukarıdaki söylem Batı’nın kötü tarihi pratiklerini meşrulaştıracak/masumlaştıracak bir söylem olarak okunabilir ancak yazının amacı bu değildir. Bu tartışmalar uzun yıllar devam edecektir. Burada önemli olan süreci gözlemlemek ve süreç içerisindeki iniş çıkışları anlayabilmek ve dönüşümün yönünü yakalayabilmektir. Bu ise pek tabii ki meseleye bir proje olarak bakmakla gerçekleşebilecek bir şey değildir. Bu tür sosyal bilim arayışları ve ekolleşmelerin başlangıcı çok da belli değildir zira birtakım hareketlenmeler ve arayışlar ile yavaş yavaş başlar ve süreç içerisinde kök salar. Ancak, Batı-dışı sosyal bilim arayışı söyleminde gördüğümüz ise bu durumdan farklı ve aksine bir proje edasıyla yürüyen bir arayışa benzemekte. Böylesi bir arayışın yukarıda bahsedilen tüm engelleri saymasak bile başarıya ulaşacağını söylemek zordur. Yaklaşımın katı reaksiyoner bir tavırdan arındırılması, kabul görmüş mevcut teori, kavram ve metotların açıklayabilirliğini geliştirmek üzerine etkileşim unsurunu göz ardı etmeden farklı kavramlar ve tarihsel deneyimler ile zenginleştirmeye yönlendirilmesi bu arayışı belki daha doğal bir mecraya oturtacaktır.
Fotoğraf: delfi de la Rua
[1] Bu konuda Türkiye’de de ciddi çalışmalar yapılmaktadır. Örneğin Ersel Aydınlı başkanlığındaki Bilkent CFPPR ve All Azimuth dergisi bunun en önemli örneklerindendir. Özellikle All Azimuth bu konuda yıllardır çalıştaylar düzenlemektedir. Bu yazı da kısmen Aralık ayında yapılan All Azimuth çalıştayında ortaya çıkan tartışmalar üzerinden genel düşüncelerimi yansıtmaktadır. Ayrıca bu konuda Türkiyeli Zeynep Gülşah Çapan, Eyüp Ersoy, Deniz Kuru, Ali Balcı gibi pek çok isim de çalışmalar yapmaktadır. Biz genç araştırmacılar tarafından kurulan Küresel Çalışmalar Platformu da bu bağlamda projeler ve etkinlikler yürütmektedir. Bu yazıya yaptıkları yorumlar için Ferit Belder, Selman Emre Gürbüz ve Kemal Efe Sayın’a teşekkür ederim.