[voiserPlayer]
Özellikle 60’lı yıllardan itibaren çok sayıda akademisyen, araştırmacı ve yazar Osmanlı’nın toplum yapısını inceleyen kitaplar yayınladı.
Bu çalışmalarda en fazla üzerinde durulan konu, Osmanlı’nın feodal olup olmadığıydı.
Kimi yazarlar feodalitenin yaşandığını savunurken kimileriyse Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) fikrini ortaya atarak tam tersini söyledi. Ancak herkesçe bilinen gerçek, ister feodal olduğu iddia edilsin ister ATÜT, Osmanlı’da sermaye birikiminin gerçekleşmediğiydi.
Bu birikimin meydana gelmemesi ve belli süreçler dahlinde oluşan sınıfların bizde oluşmaması asıl sorunken hemen her araştırmacı ilginç bir biçimde Osmanlı’nın ekonomik yapısına takılı kalmış ve sermaye birikiminin sağlanamamasının yarattığı sorunların üzerinde tam anlamıyla durulmamıştı.
Cumhuriyet rejiminin ele aldığı ilk sorun doğal olarak buydu. Üretim araçlarının ve buna bağlı olarak üretim ilişkilerinin gelişmesiyle su yüzüne çıkması beklenen sermaye sınıfı mecburen devlet eliyle oluşturulacaktı. İzmir İktisat Kongresi’nin ve 1929 Buhranı’na kadar izlenen politikanın özü buydu. Devletçilik, bu politikaya her ne kadar zorunlu bir ara vermiş olduysa da tek parti devrinin sonuna doğru kapitalist düzenin yerleşmesi adına belli bir noktaya kadar yol alınabilmişti.
Bu politika, sonraki yıllarda dozu her geçen yıl arttırılarak sürdürüldü. Ne Demokrat Parti ne de 27 Mayıs hareketi ve devamı bu konuda geri adım attı.
Genel fikir, 70’li yıllara gelindiğinde Türkiye’nin kapitalistleşme aşamasının tamamlandığı üzerineydi. Artık ülkede güçlü bir sermaye sınıfı ve onun emrinde çalışmak zorunda olan işçi yığınları vardı.
Ancak bahsedilen bu süreç, sınıf savaşımlarıyla kendiliğinden değil, adeta zorlayarak devlet eliyle gerçekleştirilmişti. İşte bu sebeple, Batı’da sınıf mücadelelerine paralel olarak gelişen sınıf bilinci ve bu bilince uygun tavır alabilme dürtüsü bizde çok daha yavaş oluşmak durumunda kaldı.
Asıl sorun ise bu şartlar altında ilk adımı çok daha önce atılmış olan demokrasi girişiminin ne kadar başarıyla ilerleyebileceği idi. Çünkü demokrasinin temelini oluşturan bilinçli sınıflar ve bu sınıflara dayanan siyasi partiler henüz ortada yoktu. Örneğin, 1946’da kurulan iki sosyalist parti de aynı yıl içerisinde kapatılmış, öncü kadroları ya sürgüne ya da cezaevlerine gönderilmişlerdi.
Kurulmasına ve örgütlenmesine izin verilen parti, CHP’nin içinden çıkan ve özellikle kuruluş aşamasında bu partiden hemen hemen hiçbir ideolojik farkı olmayan Demokrat Parti’ydi.
Devlet eliyle oluşturulan kapitalizmin dayandığı “demokrasi”nin sınırı da ancak bu kadar olabiliyordu.
Bu tür bir “yarım demokrasi”nin mevcut iktidarlar eliyle zaman içinde baskı rejimlerine dönüşmesi de ciddi bir olasılıktı ve iktidara gelenler bu olasılıktan endişelenenleri asla haksız çıkarmadı.
Bizde adeta yazısız kural haline gelmiştir: İktidar adayı partinin lideri ve önde gelenleri son derece demokrattırlar. Her sorunun hukuk kuralları içinde çözümlenmesini, toplumun istisnasız bütün kesimlerinin haklarının ve çıkarlarının korunmasını, sınırsız ifade özgürlüğünü savunurlar. Hatta bu duruşlarını, iktidarlarının ilk yıllarındaki “bahar havası” süresinde de devam ettirirler.
Ne zaman ki işler çetrefilleşmeye başlar, muhalefet sesini yükseltir, halkın rahatsızlığı artar, bir bakarsınız iktidar koltuğundakilerde eski demokrat duruşlarından eser kalmamış. Baskı artar, muhalifleri susturma yoluna gidilir, hatta içlerinde iktidardan demokratik yollardan ayrılmamak için elinden geleni yapmaya hazır olanlar bile çıkar.
Bu tür davranışların nedeni açıktır. Türkiye sosyolojik yapısı itibariyle demokrasiyi özümseyebilecek olgunluğa ulaşamamıştır. 1946’dan bu yana çok partili sistem içerisinde sandığa giden halkın tercihlerinin değil, ancak bakış açısının payı da bunda oldukça büyüktür.
Bu tür aksak demokrasilerde en tehlikeli durumlardan biri sürekli bir lider kültü yaratma arzusudur. Menderes de Demirel de Özal da Erdoğan da bu bakış açısının ürünleridir. Lider kültü yaratılması, kitlelerin bu isimlerden kopmasını da zorlaştırır. Demirel’in 6 defa gidip 7 defa geldim diye övünmesinin sebebi budur. Çünkü ne yaparlarsa yapsınlar, kaç seçim veya darbe geçerse geçsin, kültleştirilen liderlere verilen destekte ciddi bir azalma görülmez. Bu da liderlerin otoriterleşme, hatta narsistleşme eğilimlerinin artmasına yol açar.
Menderes’in baskı rejimine ve gerçekleştirmeye çalıştığı sivil darbeye 27 Mayıs Askeri Darbesi ile cevap verilmesinden sonra, bu tehlike görüldüğü için bu tür otoriterleşme eğilimlerine karşı yeni anayasada Anayasa Mahkemesi gibi kurumlarla önlem alınmaya çalışıldı. Kuvvetler ayrılığı prensibi öne çıkartılmak istendi. Sonraki yıllarda bu denge unsuru, özellikle AKP dönemine kadar, otoriter eğilimlerini belli eden iktidarlara karşı ciddi bir rol oynadı.
Bununla birlikte çok partili düzen, yeni devletin kuruluşuyla başlatılan aydınlanma hamlelerini durduran, hatta gerileten bir işlev de gördü. Ne demokrasi hakkıyla işleyebildi ne de aydınlanma hareketinin getirdiği toplumsal ilerlemeler tam anlamıyla korunabildi.
Özellikle DP iktidarı ile birlikte sınıfsal anlamda bir önceki dönemin etkilerini ciddi bir biçimde üzerinde taşıyan taşranın siyasete girmesi ve zamanla egemen hale gelmeye başlaması, hem demokrasinin oturmasına engel oldu hem de devrimleri ciddi anlamda geriletti.
Demokrasiye geçişin isteksiz bir şekilde yapıldığı zaten ortadaydı. 2. Dünya Savaşı’ndan müttefiklerin galip çıkması ve faşizmin kesin yenilgisi İsmet İnönü’yü ister istemez demokrasi hamlesine yöneltti ancak İnönü’nün iktidarın hemen el değiştirmesini arzu etmediği de açıktı. Genel beklenti, CHP’nin yanına onun iktidarını tehdit etmeyecek bir figüran koymaktan ve demokrasiyi göstermelik olarak yaşatmaktan ibaretti.
Bu yolla CHP, istediği kadar iktidarda kalabilecek ancak mevcut düzenin adı demokrasi olacaktı. Demokrasinin kuruluş aşamasındaki niyet bile halen günümüzde neden demokrasiye tam anlamıyla ulaşamadığımızın bir cevabı gibidir.
1946 seçimleri bu düşünceyi net bir biçimde açığa çıkardı. Aday sayısına bakıldığında DP’nin iktidar olma şansı bulunmamasına rağmen bu seçim tarihe şaibeli olarak geçti. Öbür yandan yeni düzenin CHP’nin hayal ettiği gibi ilerlemeyeceği de ortaya çıktı.
1946 seçimlerinden sonra çekişme iyice ayyuka çıkınca oy kazanma uğruna din faktörü de siyasetin içine sokuldu. Böylelikle, 1923’te başlayan aydınlanma hareketi, Türkiye’ye özgü “demokrasi” uğruna ilk darbeyi almış oldu.
Batı’da feodal düzen içinde, bizzat halkın ve iktidara aday yeni sınıfların hesaplaşmasıyla kilisenin egemenliğine yani dinin kişisel yaşama açık ve zorbaca müdahalesine son verilmişti. Ancak, durağan iktisadi yapımız ve sosyolojik farklılıklar sebebiyle bizde böyle bir gelişme olmamıştı, olması da mümkün değildi.
İşte kökeni bu sebepte yatmakla birlikte, 1946’dan itibaren hemen her siyasi parti, dini referanslara daha fazla vurgu yapmaya, dini siyasete sokabilecek güçlere daha çok alan açmaya, hatta bu işi bizzat üstlenmeye başladı.
Artık devrimler unutulmuş, ne pahasına olursa olsun iktidara gelmek ön plana çıkmıştı. CHP iktidarının son yıllarında imam hatip okullarının açılması da Şemsettin Günaltay’ın başbakanlığa getirilmesi de işte bu sebeple tesadüf değildi.
Ancak bu çabalar hiçbir işe yaramadı. Demokrasiye geçilirken İnönü ve arkadaşlarının hesapladığı düşünce tutmadı ve iktidar el değiştirdi.
1950’de başbakanlığa oturan Menderes geldiği toplumsal sınıf itibariyle gerilerde kalması gereken bir dönemin temsilcisiydi. Önceleri İnönü’nün şefliğini coşkuyla haykırırken elindeki devasa toprakların bir bölümünü kaybedeceğini düşündüğü ünlü Toprak Reformu Kanunu’nun korkusuyla dörtlü takrire katılmış, yeni kurulan partinin çekirdek kadrosundaki isimlerden biri olmuştu. Partinin kuruluşundan sadece 4 yıl sonra başbakan olan eski düzenin güçlü temsilcisinden Türkiye’yi ekonomik ve toplumsal anlamda ilerletmesi, kendi deyimleriyle adeta bir küçük Amerika yapması bekleniyordu!
Nitekim DP iktidarının ilk yıllarında özellikle köylülerin yaşam ve üretim şartlarının iyileştirilmesi ABD’den gelen kredi ve hibelerle sağlandı. Bu gelişmeler, 1954’te DP’yi daha güçlü bir şekilde yeniden iktidara getirdi.
Fakat Menderes’in ülkeyi kalkındırmasının yolu ancak ve ancak dışarıdan gelen hibe ve kredilere bağlı görünüyordu. Zaten ABD de bir süre sonra buna dikkat çekerek Türkiye’ye sürekli kaynak sağlamalarının mümkün olmadığını duyurdu.
Öz kaynaklarla kalkınmaya dair hiçbir politikası olmayan Menderes’in bocalaması da bundan sonra başladı. Ekonomik durgunluk, muhalefetin artan eleştirileri, hatta DP grubunun bile zaman zaman başkaldırması Menderes’in giderek sertleşmesine yol açtı. Partisinin kuruluş aşamasında son derece demokrat bir tavır sergileyen ve CHP’nin iki parmak solunda olduklarını iddia eden Menderes, artık istediği gazeteciyi hapse gönderiyor, Tahkikat Komisyonu kuruyor, ana muhalefet partisini bile üstü kapalı biçimde kapatmakla tehdit ediyordu.
Darbeden bir gece önce hakimlere “Kara cüppeliler” diye saldırması da demokratik düzen içerisinde işlerin hangi noktaya varabileceğini az çok hissettiren davranışlarından biriydi.
Yıllar yılı sessiz sakin Meclis’in bir köşesinde oturan Menderes, varlıklarına karşı tehdit olarak gördüğü Toprak Reformu’na karşı nasıl dişini gösterdiyse, yıllar sonra başbakanlığı döneminde, artan sorunlara karşı yine aynı şekilde tavır alıyordu. Geldiği sınıfın kendisinde oluşturduğu nitelik buydu ve davranışları da ona göreydi. Sorun, bu niteliklerin cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle, varmak istediği noktayla, en nihayetinde demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmadığıydı.
Bununla birlikte, CHP’nin, iktidarının son yıllarında yaptığı dini siyasete sokma ve bu yolla oy devşirme çabalarını DP, dozajını alabildiğince arttırarak uyguladı.
Çıkarılan ilk yasalardan biri Arapça ezan okuma yasağının kaldırılmasıydı. Devrimler ise bizzat Adnan Menderes’in sözleriyle, halka mal olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrıldı. Bu, cumhuriyetin aydınlanma felsefesinden kesin kopuşun net bir göstergesiydi.
DP güç kaybettikçe, dinin partiyi iktidarda tutabilecek en önemli faktör olduğu düşüncesi ağırlık kazanıyordu. Bıçak sırtındaki 1957 seçimleri öncesinde Said Nursi ile yakınlaşılması bunun sonucuydu. Cumhuriyetin ve devrimlerin açık düşmanı olan bir cemaat lideri, cumhuriyetin kurucu partisi CHP’den kopup iktidara yerleşmiş bir partini önde gelenlerince el üstünde tutuluyor ve bu yolla seçim kazanılmaya çalışılıyordu.
Sonuçta, gittikçe yozlaşan ve darbeyle son bulan ilk demokrasi deneyimi tam anlamıyla fiyaskoyla sonuçlandı. Sivil iktidarın güç zehirlenmesi yaşaması, her istediğini oy çokluğuyla elde edebileceğini düşünmesi ve toplumun farklı kesimlerindeki rahatsızlıkları önemsememesi bu fiyaskonun ana sebepleriydi.
Demokratik bir düzen kurma arzusuyla öyle veya böyle yola çıkılmışken artık idam edilmiş başbakana sahip bir ülke olmanın utancıyla yola devam edilecekti.
Nitekim, DP’nin düşürülmesinden sadece 5 yıl sonra onun mirasçısı olduğunu iddia eden bir başka parti yine tek başına iktidara geldi. Üstelik geçmişin hataları üzerinde durulmamış, demokrasinin neden işlemediği hakkında kimse ciddi bir fikir ortaya atmamıştı.
Demokrasi çoğulcu bir rejimdir. Karar alma aşamasında çoğunluğun veya çoğunluğun seçtiği erkin isteğine ve düşüncesine göre hareket edilirken azınlığın fikirlerine, haklarına ve özgürlüklerine de saygı gösterme, bunları dikkate alma zorunluluğu vardır. Ancak bu yolla çoğunluğun azınlığı baskı altına almasının önüne geçilir.
Ancak bizde demokrasi en başından itibaren farklı algılandı. Çoğulcu değil çoğunlukçu bir şekilde benimsendi ve uygulandı. Üstelik bu uygulama, hemen her dönem, bazı düşünce ve eylemlere karşı şiddet olarak yansıtıldı.
DP’nin mirasçısı Adalet Partisi’nin iktidar olduğu 1965 seçimlerinde Meclis’e giren partilerden biri olan Türkiye İşçi Partisi, bu şiddetten en fazla payını alan yasal partilerden biri oldu.
TİP’li milletvekilleri, kendini DP’nin devamı olarak gören ve 27 Mayıs’tan yalnızca 5 yıl sonra tek başına iktidara gelen Adalet Partisi’nin bakanları ve milletvekilleri tarafından sistematik denilebilecek tehditlere ve şiddete maruz bırakıldılar.
Millet iradesini her şeyin üstünde tutan bu anlayış, yine milletin oylarıyla Meclis’e gelen bir başka partinin vekillerini kendince tehlike olarak gördüğü için demokrasinin ilkelerini rafa kaldırmaktan ve işi neredeyse barbarlığa dökmekten çekinmemişti.
12 Mart’ta ve 12 Eylül’de yaşadığı mağduriyetleri hayatının sonuna kadar dile getirmekten bıkmayan, dönemin genç ve çiçeği burnunda başbakanı Demirel ise bütün bunlara karşı sessiz kalıyor, hatta tavırlarıyla belli oranda memnuniyet duyduğu da hissediliyordu.
Çetin Altan’a Meclis’in içinde, gözlerinin önünde kendi vekilleri tarafından dayak atılırken ve silah çekilirken arkasını dönüp gitmesi bunun göstergesiydi.
Demirel’in bu yönetim anlayışı 70’li yıllardaki Milliyetçi Cephe hükumetleri döneminde de sürecek, ayrıştırma ve kutuplaştırma siyaseti oluk gibi kan akmasına, nihayetinde de 12 Eylül Darbesi’ne sebep olacaktı.
Tarikat ve cemaatlere yakın olma konusunda Demirel de halefinden eksik kalmadı. Özellikle Nur Cemaati’ne sağlayacakları destek karşılığında bakanlık verileceğine dair iddialar sık sık dillendiriyordu. İlk iktidar yıllarında ortaya atılan “Nur yüzlü Süleyman” sloganı da bu yakınlığın bir başka deliliydi.
Demirel bir anlamda tarikat mensubu siyasi liderler geleneğinin de başlatıcısı olmuştu. Hem dini siyasetin içine sokmak hem de tehlike olarak görülen kesimlere karşı linç politikası uygulamak! Demirel’in, demokrasiyi tam anlamıyla yok etmeyi amaçlayan bu tür davranışlarda Menderes’ten hiç de aşağı kalır yanı yoktu.
Demirel’in son müsteşarı ve bu geleneğin sonraki başbakanı Özal’ın Nakşibendi tarikatına mensup olduğu ise herkesçe bilinen bir gerçekti. Özal, bir başka Nakşibendi lider Erbakan’ın MSP’sinden 1977 seçimlerinde İzmir milletvekili adayı olmuş ancak seçilememişti.
12 Eylül Darbesi’nin ardından seçimle gelen ilk başbakan olması sebebiyle Özal, bugün bazı çevreler tarafından demokrasinin yıldızlarından biri olarak görülür. Ancak 1987 referandumu örneği bile tek başına bunun doğru olmadığını, kendi çıkarları söz konusu olunca Özal’ın da tıpkı Menderes ve Demirel gibi ne kadar anti demokratik olabileceğini kanıtlamaya yeterlidir.
Hatırlanacağı üzere siyasi yasaklı liderlerin yasaklarının kalkıp kalkmayacağına dair yapılan bu referandum sürecinde Özal, meydan meydan dolaşarak açıkça siyasi yasakların kalkmaması için propaganda yaptı.
”Demokrasinin yıldızı” Özal, askeri yönetimin koyduğu yasağı Meclis’te kaldırarak demokrasi için önemli bir adımın öncüsü olma fırsatını kullanabileceği halde bunu yapmamış, askerlerin aldığı yasaklama kararının arkasında durmayı yeğlemişti.
Özal’ın yaptığı, siyasi geleceğini korumak adına belki doğruydu ancak kendisinin ne kadar demokrat olduğunu göstermeye de yetmişti. Nitekim, referandumu kaybeden Özal’ın siyasi inişi de başlamış oldu. 1989 yerel seçimlerindeki mağlubiyetin ardından adeta kaçarcasına Çankaya’ya çıktı. 1991’de ANAP’ın 8 yıllık tek parti iktidarı sona ererken Türkiye, 11 yıllık bir koalisyonlar dönemine de girmiş oluyordu.
Özel kanalların açılması, Sovyetler’in yıkılması, tek parti iktidarının sona ermesi gibi birçok sebep bir araya gelince 90’lı yıllar, Türkiye için demokrasinin gelişmesi için umut yılları oldu. Her şeyin rahatça tartışılabildiği, fikirleri yüzünden kimsenin demir parmaklıklar ardına gönderilmediği bir Türkiye, bu dönemin en çok seslendirilen hayaliydi. Susurluk gibi skandallar kamuoyunda büyük infial yarattı ve temiz toplum özleminin daha yüksek sesle dile getirilmesini, toplumun önde gelen birçok kesiminin ayağa kalkmasını sağladı.
Ancak bu dönemin en büyük gericilik unsuru yine siyasi güçler oldu. Yolsuzluklar, faili meçhuller, derin devlet tartışmaları, işkenceler ve 28 Şubat sürecinde yaşananlar açık ve demokratik Türkiye özleminin önüne her defasında set çekti.
Siyasetin doğurduğu bütün bu krizler, bunalımlar, iç çekişmeler sonucunda ise AKP, halk tarafından adeta bir kurtarıcı olarak görülerek, kurulduktan yalnızca bir buçuk yıl sonra tek başına iktidar koltuğuna oturdu. Menderes’ten Demirel’den Özal’dan sonra sırada Erdoğan vardı.
Çok partili düzene geçişten AKP iktidarına kadar süren dönemi anlatmak için ciltler gerekir. Ancak yukarıdaki kısa özet bile Türkiye’de demokrasinin neden gelişip özümsenemediğini anlamak için yeterlidir.
Batı’da demokrasi aydınlanma devrimlerinin bir parçasıyken ve bu doğrultuda gelişme göstermişken bizim demokrasimiz, ne yazık ki 1923 aydınlanmasını pratikte ve teoride gerileten bir unsur olarak yerleşiklik kazandı. Halk, aydınlanma devriminin en önemli unsuru olarak değil, oy deposu olarak görüldü. Hatta çoğu zaman aydınlanma karşıtı tavır, söz ve eylemlerle halka göz kırpılarak güç elde edilmeye çalışıldı.
Bugün en önemli sorunlarımızdan biri, bu topraklarda aydınlanma, ilericilik gibi unsurlarla demokrasimizin çelişkili hale getirilmiş olmasıdır. Demokrasi kullanılarak gerici, baskıcı, tek tip rejimlerin hükmünün sürdürülmesi, bunun karşısında gerçek demokrasiyi arzulayanların linç edilmesi, halkın ise bu propagandalara alet edilerek gerici ve cehalet içinde devasa bir kitlenin bu amaçlar doğrultusunda sonsuza kadar kullanılmak istenmesidir.