[voiserPlayer]
Osmanlı eğitim sistemi, Selçuklulardan devralınan geleneksel İslami eğitim anlayışına dayanmaktaydı. Bir Din ü Devlet olan Osmanlı’da eğitim sistemini düzenleme yükümlülüğü de dini kurumlara ait olmuştur. Bunun sonucunda, eğitim büyük kentlerde dahi Osmanlı halk kitlesinin ekseriyetine ulaşamamış ve bir elit uğraşı olmaktan öteye geçememiştir.
Osmanlı’da, 19. Yüzyılın ortalarına, yani reform hareketlerine kadar saray ve halk mektepleri olmak üzere toplumu doğuştan sahip oldukları statüye göre bölen ikili bir mektep sistemi vardı. Tanzimat’tan sonra, medreseler dışında modern bilimlerin okutulduğu eğitim kurumları da açılmaya başlanmıştır. Fakat, bu tür uygulamalar öğretimde bir ikiliğe neden olmuş ve bu okullardan yetişenler arasında medreseli-mektepli çatışması ortaya çıkmıştır. Bu ikiliğe bir de yabancı okullar sonradan eklenmiştir. Bu bağlamda, bu sarmaldan çıkış için, Atatürk’ün fikir dünyasını çok ciddi biçimde etkileyen Ziya Gökalp’e göre tek yol eğitimin milli bir karakter kazanmasıydı. Gökalp, solidarist ve iş birliğine dayanan bir toplumun başarılı olacağına inanıyordu. Gökalp’e göre Batı medeniyetinde son dönemde gerçekleşen önemli gelişmelerin temelinde iş bölümü yatar. Bu iş bölümünün neticesinde değişik bilim dalları ve uzmanlık alanları ortaya çıkmıstır. Bu da Batı’nın gelişim ivmesini Doğu toplumları açısından takip edilemeyecek bir boyutta yükseltmiştir.
Batı medeniyetiyle kıyaslandığında, Doğu medeniyeti bu iş bölümünü aynı düzeyde gerçekleştirememiştir. Doğu ve Batı arasındaki en temel fark da bu noktadadır. Bu yüzden Gökalp, Osmanlı İmparatorluğu’nu Batı emperyalizmi karşısında savunmanın tek yolunun, bilim, sanayi ve teknolojide Batılılara yetişmek olduğu inancındadır. Yani aslında, Gökalp ve Osmanlı münevverlerinin, Osmanlı modernleşmesi sürecinde, Batı’nın neden ilerlediği ve Osmanlı’nın neden geri kaldığı sorusunu yanıtlamak için buldukları sihirli değnek, pozitivizm ve onun temel argümanı olan iş bölümüdür.
Modernleşme en geniş tanımıyla, geleneğin ürettiklerinin evrensel, bilimsel ve çağcıl olanla yer değiştirmesi olarak tanımlanabilir. Modernleşmenin ulaşmayı planladığı menzilse son tahlilde özgür zihinli bireylerin oluşturduğu demokratik bir toplum idealidir. Ancak, zaten tepeden inmeci bir yaklaşımı barındıran ve sancılı bir süreç olan modernleşme, bizim gibi aydınlanma basamaklarını tek tek çıkmayan geri kalmış toplumlarda bir açığı kapatma süreci olarak daha da radikal adımlar gerektirebilir. Nitekim Atatürk Devrimi de böyle olmuştur. Bir tepeden inme devrim (top-down) olan Atatürk Devrimi, 1923-1930 arası dönemde hem Lozan’dan devreden sorunları halletmiş hem devrimlerin önünde engel yaratanları tasfiye etmiş hem de nihai hedefi demokrasi olan düzenin temellerini inşa etmiştir. İşte bu noktadan sonra, aslında II. Meşrutiyet’ten beri Jön Türklerin ilgisini çeken “Halka doğru” gitme süreci başlatılabilirdi. Peki, bu halka doğru gidiş nasıl olacaktı? Atatürk’ün “fikrimin babası” dediği Ziya Gökalp, bu yıllarda münevverin halka ilmi götürürken halktansa harsı (kültür) alması gerektiğini belirtmiştir. Gökalp’in bu yolla, aydınlar ve halk arasında yaşanacak bir kopukluğun önüne geçmeyi planladığı kuşkusuzdur. İşte Atatürk de Gökalp’in bu fikrini daha çağcıl hale getirmiş ve ulaşmaya planladığı demokrasi hayaline yönelik bir toplum yaratabilmek için, kendileri de köyde yetişen nesilleri eğiterek, onlardan bir muallim ordusu yetiştirip bu kopukluğun tümden önüne geçmeyi hedeflemiştir.
Peki, Atatürk’ün halkı eğitme bağlamındaki bu tepeden inmeci tavrı, onun “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ifadesiyle bir çelişki barındırıyor muydu? Aksine, halk eğitilmezse yine hakimiyeti elinden alınabilirdi. Aslında Atatürk, bu ifadesiyle, Heper’in de çok yerinde tespitiyle, egemenliğin kime ait olduğunu değil, kime ait olmadığını söylemiştir. Yani, Atatürk bu sözle egemenliğin bir daha tek bir kişiye (Padişah), zümreye ait olamayacağını belirtmiştir. Çünkü Atatürk’e göre, egemenliğin bir kişi veya zümreye ait olduğu durumlarda, egemenlik şahsi çıkarlar uğruna kullanılabiliyordu. Buradan hareketle, egemenliği halka vermenin en doğru karar olacağına inanan Atatürk, bunun ancak kolektif şuuru istenen düzeye ulaşınca mümkün olacağına inanmaktaydı.
Atatürk’ün eğitim devrimlerinin temelini oluşturan adımlarının da diğer devrimlerin temelini oluşturan adımlar gibi, 1923-1930 arası dönemde atıldığı söylenebilir. Çiçeği burnunda Cumhuriyet’in eğitim konusunda attığı ilk adım, 3 Mart 1924’te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur. Bu kanun vasıtasıyla, medrese-okul-yabancı okul üçlü bölünmüşlüğüne son verilmiş, eğitim kurumları birleştirilmiş ve eğitim kurumları devlet denetimi altına alınmıştır. Geleneksel olanı temsil eden medreseler de kapatılmıştır.
Osmanlı’nın son yüzyılında, kapitülasyonların kültürel sonucu olarak ortaya çıktığını söyleyebileceğimiz, çok sayıda yabancı okul açılmıştır. Bu okulların Batılı eğitim standartlarını bir ölçüde Osmanlı topraklarına getirmek gibi olumlu bir rolleri olsa da, bağımsızlık ve egemenlik alanı açısından ciddi bir sorun teşkil etmişlerdir. Çoğunluğu Fransa tarafından kurulan bu okullar, yeni kurulan ulus-devletin temelini oluşturan ilkelere ve bağımsızlık anlayışına ters düşüyordu. Türk Hükûmeti, yürüttüğü milli eğitim ajandası sonucu, Fransız okullarında tarih ve coğrafya gibi ortak bir ulusal bilincin oluşturulması için temel oluşturan derslerinin Türkçe ve Türk öğretmenler tarafından verilmesini kararlaştırmıştır. Ancak, okullar kendi özerk yapıları olduklarını öne sürerek kararı tanımama çabası içine girmişlerdir. Fransız Hükûmeti ve Papalıkla kısa süren bir gerginliğin sonucunda, Türkiye’nin ulusal siyasasının bir gereği olarak bu konuda tavizsiz olduğu anlaşılmıştır. Bunun üzerine okulların çoğu kapatılmış ve sorun çözülmüştür. Ulusal eğitim ve eğitimde birlik çabalarının bir diğer adımı da Latin Harflerinin kabulüdür. Arap kökenli Osmanlı Alfabesinin okuma ve yazmada doğurduğu güçlükler ve Türkçenin ses yapısına uygun olmaması nedeniyle Osmanlı toplumunda okur-yazar olmak bir imtiyaza dönüşmüştür. Okuma-yazmanın yaygınlaştırılması amacıyla, 1 Kasım 1928’de Latin Alfabesinin kabul edilmiş ve hemen sonrasında, 1 Ocak 1929’da kurulan Millet Mektepleri vasıtasıyla büyük bir okuma yazma seferberliği başlatılmıştır.
Ancak eğitim alanında, nihai hedef olan demokrasi ve onun gerekliliği olarak görülen eğitim yoluyla aydınlanmış bir halk kitlesine ulaşmak en büyük seferberlik, 1923-1930 arasındaki engeller aşıldıktan sonra atılan adımlarla başlanmıştır. Bu adımlardan ilki, 1932 yılında Türk Ocakları’nın dönüştürülmesi sonucunda kurulan Halkevleri’dir. Halkevleri, şehir merkezlerinde kurulmuştur. Ancak bu dönemden halkın %80’inden fazlasının kırsalda yaşadığı hesaba katılırsa, Halkevleri hamlesinin nihai hedefe ulaşmak için son derece cılız bir adım olduğu anlaşılabilir. Atatürk de bu durumun farkındaydı ve bu yüzden CHP’nin 1935 Kurultayında “Köylerin planlı kalkınması” atılımıyla ilgili bir kararın alınmasına önayak olmuştu. Bunun ardından, kendisi de bir köyden gelen bir muallim olan İsmail Hakkı Tonguç, Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan tarafından İlköğretim Genel Müdürlüğü görevine atanmıştır. Tonguç, göreve atanır atanmaz okuma-yazma bilen terhis olmuş askerleri eğitmek amacıyla kısa süreli bir kurs açmıştır. Bu ilk ve kısıtlı uygulamadan beklenenin de üzerinde bir sonuç alınınca, Atatürk’ün talimatıyla 1937’de Köy Öğretmenleri Kanunu çıkartılmış ve ardından da Köy Öğretmen Okulları açılmıştır.
Atatürk’ün nihai amaç için başlattığı bu atılım, onun vefatının ardından Cumhurbaşkanı olan İnönü tarafından geliştirilerek devam ettirilmiştir. İnönü döneminde Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı’na atanması üzerine, Tonguç ve Yücel ikilisi köylüye yalnızca okuma yazmanın götürülmesinin yeterli olmayacağını düşünerek; modern tarım tekniklerinden, matematiğe; matematikten, yurttaşlık bilincine onları çok yönlü bir şekilde yetiştirecek bir kuruma ihtiyaç duyulduğunu düşünmüşlerdir. Bu ihtiyaca karşılık vermek için de 17 Nisan 1940 tarihli yasayla Köy Enstitüleri kurulmuştur. Enstitüler, henüz kuruluşundan itibaren bilgisiz köylünün sırtından geçinmeyi alışkanlık haline getirenlerin şiddetli muhalefetiyle karşılaşmıştır. Köy Enstitüleri Kanunu yasalaşırken, daha sonra köylüyü ağaların tahakkümünden kurtarmak için atılan bir adım olan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na tepki olarak Dörtlü Takrir’i veren ve sonra da DP’yi kuran Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü’nün bu oylamaya katılmaması da dikkat çekicidir. Çağdaş eğitim modelinin Türkiye realitesine uygun bir sentezi olarak nitelendirilebilecek olan Köy Enstitüleri, Cumhuriyet değerlerine bağlı aydın bir nesil yetiştirmenin yanında, köylüleri modern tarım teknikleriyle de buluşturmuştur.
Atatürk ve Cumhuriyet’in nihai hedefini temsil eden demokrasinin gereksinimi olan aydınlanmış bir halk yaratma projesinin parçası olarak kurulan Köy Enstitüleri; paradoksal olarak demokratik düzenin kurbanı olmuşlardır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin Sovyet tehdidine karşı Batı blokuna yaslanmasının ardından, çok partili hayata hedeflenenden erken geçilmiş ve bu noktadan sonra Köy Enstitüleri, kanunun oylandığı sırada oy kullanmayarak “sessiz protesto” yapanların açık hedefi haline gelmiştir. Enstitüler, komünizm yuvası olmaktan, fuhuş yuvası olmaya kadar birçok suçlamayla karşılaşmış ve bu suçlamalar CHP’nin içindeki tutuculardan da destek görmüştür. Yücel ve Tonguç ikilisinin 1946’da görevlerinden uzaklaştırılmalarının ardından enstitülerin içi yavaş yavaş boşaltılmıştır. Yani Köy Enstitüleri, çok partili hayatın popülist politikalarının kurbanı olmuştur. Henüz CHP iktidarı döneminde de facto olarak ortadan kalkmış olan enstitüler; DP iktidarı döneminde, 1954 yılında de jure olarak da ortadan kaldırılmıştır. Halkın aydınlatılması projesinin en önemli parçalarından olan Köy Enstitüleri’nin misyonunu tamamlayamadan ortadan kalkması; ülkemizde demokratik bir düzenden ziyade, çok partili tatsız bir oyunun ortaya çıkmasının temel nedenlerinden birisidir.