“Ey peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeci
ve bir uyarıcı olarak gönderdik.”
(Ahzab: 45)
Bir mağara. Dar bir giriş, boğucu bir tünel. Güneş ışığının süzmesi dahi sızamıyor içine. İçinden ağır bir koku yayılıyor dışarıya. Mağaranın dar geçidinin bitip iç alanın başladığı yerde bir ateş yanıyor, alevleri mağaranın tavanına erişmekte. Ateşin hemen ardında birileri yürüyor; ellerinde taştan, tahtadan, mumdan yapılmış şekiller: kuş ve sair hayvan şekilleri, ağaç ve sair cansız şekilleri. Ateşin ışığı bu şekillerin gölgelerini mağaranın en dibindeki duvara yansıtmakta.
Ve bir duvar yükselmekte taşıyıcıların ardında. O duvarın arka tarafında, dibinde insanlar oturmakta; sırtları duvara dayalı, ayaklarından, kollarından, boyunlarından paslı zincirlerle zincirli. Ne ayağa kalkabiliyorlar, ne başlarını çevirebiliyorlar. Sadece donuk bakışlarla mağaranın duvarına bakabiliyorlar. Mağaranın duvarında geçit yapan gölgeleri izliyorlar. Doğduklarından beri böyleler. Görüp görebildikleri, bilip bilebildikleri tek şey o gölgeler. Onlara isimler veriyorlar: şu hareket eden kuş, bu ağaç. Gölgeye anlam veriyorlar, hikayeler uyduruyorlar.
Bir gün, nasıl olduysa, biri zincirlerinden kurtuluyor, ayağa kalkıyor ve arkasına dönüyor. İlk önce gözleri ateşin ışığıyla kamaşıyor. Gözlerini kapatıyor, elleriyle ovuşturuyor. Sonra yavaşça açıyor ve ilk duvarı fark ediyor. Sonra duvarın arkasına geçiyor ve ilk kez mağara duvarına yansıyan gölgelerin asıllarını görüyor. Kabaca yontulmuş şekilleri. Bir an için zihni karışıyor, anlamlandıramıyor, sonra anlıyor: hayatı boyunca gördüğü şeylerin sadece yansıma olduğunu.
Ateşe doğru yürüyor. Sıcaklığı yüzünü kavuruyor ancak sakınmıyor, yoluna devam ediyor. Ateşin arkasında bir geçit fark ediyor. Dar bir geçit, yukarı doğru kıvrılan. Tereddüt ediyor, ama içinden bir ses de itiyor onu. Dizlerinin üstünde sürünerek tırmanıyor, elleri kayıyor, nefesi kesiliyor. Sonunda dışarı çıkıyor. İlk anda gözleri kamaşıyor, tıpkı ateşi ilk gördüğünde olduğu gibi. Sonra yavaş yavaş gözlerini açıyor ve şeyleri görmeye başlıyor. Mağarada gördüğü gölgelerin gerçek hallerini görüyor: gerçek boyutlarında, gerçek renklerinde, gerçek sesleriyle, gerçek kokularıyla. Ve gökyüzüne bakıyor. Gökyüzünün ateşini orada asılı görüyor.
Zaman geçer, belki günler, belki mevsimler. Işığa alışır, nesnelerin düzenini öğrenir. Gerçeği bilmenin huzurunu duyar içinde, ama başka bir şeyi daha: huzursuzluğu. Gözlerini kapattığında hâlâ mağaranın duvarını görür. Oradaki zincirli insanları, gölgeleriyle konuşan dostlarını.
Ve bir çağrı duyar içinde, susturamadığı bir çağrı. Mağaranın çağrısını. O çağrı bir duyguyu tetikliyor içinde, sorumluluk duygusunu. Mağaraya geri dönmeli ve bildiği gerçekleri mağaradakilere anlatmalıdır. Kendini ikna etmeye çalışır. Mağaradakiler onu dinlemeyeceklerdir, hatta alaya alacak, fırsat bulurlarsa öldüreceklerdir. Yine de duramaz. Çünkü o sorumluluk duygusu içinde büyüdükçe büyür, ağırlaştıkça ağırlaşır. Öyle ki gerçek dünyanın güzelliklerinden zevk alamaz hale gelir. Ve bir kararla geri döner. Mağaraya. Mağaradakilere gerçeği anlatmak için, onları gerçeğe ilişkin aydınlatmak için, bunun tehlikelerinin farkında olarak.
Platon’un meşhur mağara alegorisi (benzetmesi/istiaresi/temsili) bu. İnsanın duyularına dayanarak yapacağı çıkarımların, edineceği bilgilerin kaçınılmaz olarak eksik, hatta çarpık olacağının, çarpıcı bir anlatısı. İnsanın tam ve doğru bilgiye veya görünen dünyanın hakikatine ulaşması için yapması gereken bu yanıltıcı bilgileri, inançları sorgulamak, gerekirse terk etmek, hatta bildiklerinin ve inandıklarının tam zıddını kabul etmeye hazır olmaktır. İnsan bunu yapmaya muktedirdir, zira tanrısal bir niteliğe sahiptir: akla. Platon’un felsefesinin özü aklın metodik, disiplinli, sistematik kullanımıdır. Platon’un diyalogları esasında bunun pratiğe dökülü halleridir.
Euthyphro’ya bakın. Dindarlık ne? sorusuna cevap aranan diyaloğa. Sorar Sokrates Euthyphro’ya: “Söyle, sence dindarlık nedir?” Euthyphro o sırada babasını mahkemeye vermiştir, bir kölesinin ölümüne yol açtığı için. Euthyphro, “dindarlık benim yaptığımı yapmaktır,” der. “Cinayet ve benzeri suçların cezalandırılmasını sağlamaktır.” Sokrates bunun dindarlığın örnek halleri olduğunu dindarlığın tanımının bu olamayacağını söyler. “Nedir bütün dindarlık hallerini dindar kılan ortak özellik?” Euthyphro bir tanım daha yapar. “Dindarlık, Tanrılara sevimli gelen şeyi yapmaktır.” Sokrates cevap verir. “Tamam, fakat Tanrılar da insanlar gibi değil mi? Bazılarına sevimli gelen, diğerlerine sevimsiz gelebilir. Bu durumda aynı şeyler hem dindarlık hem de zıttı olmaz mı?” Ve diyalog devam eder. Neticede bir dindarlık tanımına ulaşamazlar. Euthyphro’nun acelesi vardır, ve ayrılır.
Bu ve diğer diyaloglar insan aklının sistematik, disiplinli kullanımına örnekleri. Özelden genele (tümevarım), genelden özele (tümdengelim) arasında git gellerle ‘öz’ bilgiye erişim, gözümüzün önünde halden hale, şekilden şekle giren şeylerin değişmeyen özlerine. Bir süreç. Öyle bir süreç ki, erişilen bilgiyi diğer bütün bilgi türlerinden ayıran, onlara üstün kılan bir süreç.
Platon bu kadarla kalsaydı mağara alegorisi muazzam bir benzetme olarak kalabilirdi. Ancak bu kadarla kalmaz; alegoriyi aslında başka bir iddia için kurgulamıştır, bilgi üretiminin sınırlarını aşan bir iddia için. Takiben şunu eder Platon. İki tür insan vardır. Birinci tür, gözlerinin önünde cereyan eden olayların hakikatine asla ulaşmaya çalışmayacak, hayatlarının sonuna kadar cehaletin karanlığında kalacak olanlar. İkinci tür ise hakikati aramaya niyet edecek, ancak hiçbir zaman ona ulaşamayacak, ulaştıklarını zannedecek olanlar. Kısacası, cahiller ve şarlatanlar.
Bu iki tür insana da devlette konum verilmemeli, der Platon. Zira her iki tür insan da devlette işgal edecekleri konumları şahsi kavgalarının sahası ve emellerinin aracı olarak göreceklerdir. Devlette konumlar yalnızca aklını metodik, disiplinli ve sistematik kullanmayı öğrenmiş ve onunla hakikatin bilgisine ulaşmış insanlara verilmelidir, yani özel olarak seçilmiş, ardından uzun ve sıkı bir eğitimden geçirilmiş insanlara. Mağara alegorisindeki zincirlerini kıran, mağara dışına çıkıp hakikati öğrenen ve diğerlerini de aydınlatmak için mağaraya dönme fedakarlığını yapacaklara. Ancak hakikatin bilgisine sahip insanlar devletteki konumlara tepeden bakacak, o konumları, arzu etmedikleri halde, bir görev bilinci ile işgal edeceklerdir. Devleti şahsi kavgalarının sahası, menfaatlerinin aracı görmek gibi sakilliklerden uzak duracaklardır. Bir devletin iyi yönetimi ancak idarecilerinin erdemli ve bilge olmaları sayesinde mümkündür. Kendi çıkarları peşinde koşan, erdem ve bilgelikten yoksun, ruhen fakir kişiler eninde sonunda hem kendilerini hem de devletin sonunu getireceklerdir.
Platon için felsefe yapımının gayesi devletin iyi idaresidir. Devletteki konumlar ancak belirli bir felsefe eğitiminden geçmiş ve hakikatin bilgisine erişmiş bir azınlığın eline bırakmalıdır. Elbette devletin en zirvesinde de bir filozof oturmalıdır. Mağara alegorisini tartıştığı Devlet kitabının başka bir yerinde Platon bunu yoruma mahal vermeyecek açıklıkta ifade eder: “Filozoflar kral olmadıkça ya da şu anda kral ve yönetici olanlar gerçekten ve yeterince felsefe öğrenmedikçe devletlerin ve insanlığın dertleri asla sona ermeyecektir.”
Platon aslında bilgiden, ve bilgiye sahip olmanın meşruiyetinden bir iktidar devşirir: ya iktidarı doğrudan eline almak, ya iktidara ortak olmak, ya iktidarın yolunu çizmek. Modern doğa bilimleri ile sosyal ve insani bilimler aslında Platon’un ardıllarıdır; sadece aklı temel aldıkları için değil, kendilerine özgü bir iktidar alanı inşa ettikleri ve kendilerini devletin “bilimsel” olana riayet etmesini gözetleyen bir konumda konumladıkları için.
Fotoğraf: Bruno van der Kraan

