[voiserPlayer]
Türkiye’de yaşayan insanlar “siyasete alet etme” söz öbeğine oldukça aşinadır. Yaşanan her hangi bir kriz, afet veyahut skandal sonrası sorumluluk makamındaki kişilerin kendilerine yönelen eleştirileri bertaraf etmek için arkasına saklandıkları zırh, eleştirilerin amacını siyaset yapmak ile özdeşleştirmek olur. Bu, aslında kökleri Osmanlı Devleti’ne kadar uzanan ve cumhuriyet tarihi boyunca da perçinlenen bir psikolojinin ürünüdür. Zira, İdris Küçükömer’in gayet isabetli teşhis ettiği gibi Türkiye’de siyaset yapmak muhalefete özgü bir durumdur.
Hükümetin adımları siyaset üstü ve her türlü tartışmanın üzerinde bir yerde konumlanırken muhalefetin itirazları siyasi bir sübjektiflik taşır. Yani, siyaset yapmak ve muhalif olmak aslında zararlı bir eğilimi temsil eder. Bu zarar ise aslında objektif ve mutlak hakikati temsil eden iktidarı eleştirmekten kaynaklanır. Artık tahrip edilen şey iktidarı yöneten kişiler değil, doğrudan hakikatin ta kendisidir. Dolayısıyla, muhalif olmak ve siyaset yapmak hızlı bir şekilde ihanet etmenin sınırlarına sürüklenir ve hızlıca lanetlenir. Böylece, siyaset yapmanın kendisi kriminal ve tehlikeli bir iş hâlini alır.
Her hangi bir meseleyi “siyasete alet etmenin” gördüğü bu muamele, aslında hakikatin meşruluk zemini hakkında da bize bir şeyler söylüyor. Bu zemin akla veya deneyimlenmiş bulgulara dayanmıyor. Salt güce yaslanıyor ve güç ile buluştuğu takdirde her görüş birden bire mutlak ve objektif bir bilgi olarak kabul ediliyor. Diğer bir ifadeyle, güçlü olanın her koşulda haklı olabildiği ve insanların haklı olabilmek adına mutlaka güce ulaşmak zorunda kaldıkları bir sistem üretiyor.
Bu sistem ise insanların, siyasal argümanlarla ve yaratıcı politikalarla ilerlemek yerine, onları güce en çabuk yoldan ulaştıracak stratejileri benimsemesine yol açıyor. Bir bakıma dibe doğru bir yarış bu. Sadece demokrasiyi aşındırmıyor, aynı zamanda siyasal kültürü, kurumsal partileri ve hatta sivil toplumu da içine çekip niteliksizleştiriyor.
Türkiye’de 6 Şubat tarihinde yaşanan deprem ve sonrasındaki gelişmeler, popülaritesini yitirme endişesi taşıyan hükümetin “siyasete alet etme” söylemini ne denli etkin şekilde kullandığını gösterdi. Öte yandan, muhalefetin başkan adayının depremin yarattığı acıları ikna edici bir siyasal söylem ile tartışmak yerine, doğrudan bu söylem ile kavga etmeyi seçtiğini de gözlemledik. Günün sonunda, 11 şehrin yıkılma uğraması ve 50 binden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan depremin nedenleri ve sonuçları üzerine bir tartışmadan daha çok, depremin siyasete alet edilip edilmeyeceği tartışması daha fazla gündeme geldi.
Aslında siyaset kurumundan beklenen, yaşanan herhangi bir kriz anında sebepler ve sonuçlar üzerine söylem üretmesi, toplumun beklentilerini temsil etmesi ve hükümetin izlediği politikaları etkileme becerisi göstermesidir. Toplum, yekpare bir bütün olmadığı için her siyasi parti, temsil ettiği toplumsal kesimin sesi olmak zorundadır. Ne var ki Türkiye’de yaşanan deprem sonrası bu olmadı. Ne depremin yarattığı yıkım üzerine siyaset kurumu derli toplu bir söylem üretebildi, ne de afet yönetiminin nasıl olması gerektiğini tartıştı. Siyasi aktörler daha çok, depremin yarattığı öfke veya iyimser olma ihtiyacı gibi duyguları manipüle ederek birkaç ay sonra gerçekleşecek seçimlerden galibiyet ile çıkmaya çalıştılar.
Depremin hemen sonrasında gerek iktidar gerekse muhalefet kanadı vahametin boyutlarını anlamaya çalıştı ve temkinli davranmak istedi. Hükümet kanadı, durumu resmi açıklamalarla geçiştirmeye çalıştı. Ana muhalefet partisi CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, arama kurtarma faaliyetlerinde görev alan kamu personelini destekleyen açıklamalar yaparken, diğer muhalefet partisi lideri Meral Akşener “devletin sesini duyma zamanı” dedi.
Ne var ki zaman geçtikçe felaketin boyutları daha iyi anlaşıldı ve tam anlamıyla bir performans sanatı icrasına tanık olduk. Deprem sonrası yaşanan arama kurtarma zaafı, tepkisini sosyal medya üzerinden olabildiğince yalın şekilde ortaya koyan ve çoğu muhalif olan binlerce kullanıcıyı öfke krizine sürükledi. İnsanlar can havliyle yardım toplama merkezlerine koştular ve deprem bölgesinden gelen yardım taleplerini yaygınlaştırmak için çabaladılar.
Hükümetin arama kurtarma ve afet yönetiminin ilk günlerinin adeta bir skandala dönüşmesi, özellikle ana muhalefetin tutumunu radikal bir şekilde değiştirdi. Depremden iki gün sonra bir gece yarısı çektiği videoyla Kemal Kılıçdaroğlu, devlet ile hizalanmayacağını ve halkın sesini duyuracağını ifade etti. Özellikle muhalif kamuoyunda ve sosyal medya platformlarında büyük bir tezahürat ile karşılanan bu açıklamaya karşı cumhurbaşkanı Erdoğan ise bir sene içinde bütün depremzedelere evlerini teslim edeceğini ve hayatı normale döndüreceğini söyleyerek cevap verdi. Hükümete yakın medya ise Kılıçdaroğlu’nun tavrını, depremin acılarını siyasete alet etmek olarak yorumladı. Birçok hükümet yanlısı köşe yazarı, muhalefetin halkın acılarını istismar ettiğini ve yaşanan felaketten siyasi bir rant elde etmek istediğini yazdılar.
Burada “siyasete alet etme” söylemini biraz daha derinleştirmek için karşımıza bir fırsat çıkıyor. Daha doğrusu, siyaset yapma kavramından anlaşılan şey, olayların ve olguların sistemli ve bütünlüklü şekilde analiz edilmesi, neden-sonuç ilişkisinin de buna göre kurulması olmayabilir. Ve dahası, siyasetin hitap ettiği kitle ile yani halk ile devlet arasındaki ilişki açısından da bir çıkarım içeriyor. Kitabın ortasından konuşmak gerekirse, yaklaşık iki asır boyunca siyasetten anlaşılan şey, tam olarak kâmil olmayan halkı duygusal ve hamasi söylemlerle manipüle etmek.
Kemal Karpat bunun Osmanlı’dan kalan bir miras olduğunu söyler. Şeyh Şamil’in İstanbul ziyareti sırasında etrafında toplanan kalabalıktan sultan Abdülaziz’in rahatsız olması ve bir an evvel hac yoluna devam etmesini istemesi veya Sultan Abdülhamit’in Anadolu’da taraftar toplayan ve halkı peşinden sürükleyen şeyhleri İstanbul’a getirtip kontrolü altına alması gibi örnekler, aslında devletin topluma ve siyasete bakışı hakkında çok şey söylüyor.
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra ideolojik grupların teker teker baskı altına alınması ve her birine ülkenin rasyonel dış politikasını tehlikeye atabilecekleri gerekçesiyle popülist bir muamelede bulunulması da öyle. Yani, heyecana kapılması muhtemel, duyguları manipüle edilebilen, aklı pek de yüksek siyasete ermeyen halkın, kendisini kandıracak ve memleketin selameti için en rasyonel olanı yapacak olan devlete karşı kışkırtacak kişi ve zümrelerden uzak tutulması gerekir. Siyaset tam olarak bu irrasyonel kışkırtma sürecidir. Bu yüzden, bir meseleyi siyasete alet etmek aslında meselenin çözümünü istemekten ziyade, iktidara gelmeyi gözüne koymuş bir çıkar grubunun sinsice yürüttüğü bir stratejiden farklı görülmez.
Denebilir ki ana muhalefetin deprem sonrası benimsediği öfke siyaseti ve depremi siyasi bir değişim için fırsat gördüğünü gizleyememesi, diğer muhalif partilerin de suskunlukları ve ısrarla meselenin siyasi boyutundan bahsetmekten kaçınmaları, hatta bir yardım vakfı gibi çalışmaları, iktidarın “siyasete alet etme” söylemini iki yönlü besleyen bir hataydı.
Ortada, depremin nedenleri ve sonuçları üzerine yapılmayı bekleyen ve an itibariyle öksüz kalan bir tartışma var. Belediyelerin imar politikası, deprem fonu oluşturulması için gerekli kaynaklar, afet koordinasyon bürokrasisinin yeniden yapılandırılması ve afetzedelerin hayatlarının normalleşmesi için bir yol haritası gibi konular pek konuşulmadı.
Bunun yerine, “neo-liberal” sömürü düzenine ve devleti ele geçirmiş rant şebekesine karşı şövalyeliğe soyunan ve öfkeli kalabalıkların duygularının iddialı bir temsili üzerine kurulu olduğu bir muhalefet izledik. Bunu yapmayan muhalefet partileri ise sadece yardım yapmakla yetindiler. Günün sonunda, siyaset yapmak ile özdeşleştirilen olumsuz yargı değişmedi. Muhalefet ile iktidar arasındaki rol ayrımı da değişmedi. Ve elbette hükümetin siyasetüstü konumuna da halel gelmedi.