[voiserPlayer]
Siyaset biliminde devletin özerk bir kurum olarak hakkıyla çalışılması oldukça geç oldu. Devletin modernitenin ve kapitalizmin ortaya çıkışında oynadığı kurucu rol akademik radarlara yakın zamanda yakalandı. Bu çalışmalar 19. yüzyılda küresel kapitalizmin egemenliğini tesisinin nasıl devletlerin, özellikle de İngiltere devletinin genişleyen kapasitesiyle tesis edildiğini ortaya koydu. Buna göre 19. yüzyıl; değil dizginlenmemiş, başına buyruk at oynatan piyasanın yüzyılı olmak, devletin hiç olmadığı kadar genişlemesinin yüzyılıydı. Kapitalizmin amili de devletti. Küresel emperyal devlet örgütlenmesi hem okyanusötesi hem de yerel ticaretin önünü açmış, piyasalar güçlü devletlerin güvencesinde teşvik edilerek düzenlenmişti. Yol kesen haydutlar, gemileri yağmalayan korsanlar, şehir eşkıyaları geride kalmıştı. Aynı şekilde düzenli, istikrarlı, güvenilir ve sürdürülebilir finansman için devletlerin istikrar sağlayıcı aktif desteği mecburiydi. Önceki bir iki yüzyıldan başlayarak toprak, giderek servet üreten ana kaynak olmaktan çıkarken ticaretin genişlemesi ve orta ve uzun vadeli finansmanın gerekleriyle yükselen nakit ekonomisi devletlere yepyeni bir güç vermişti. Nakdi vergilerle önce savaşlar finanse edilmiş, ardından orduların zor aygıtı olarak sadece savaşlarda faydalı olmadığının ayırdına varılmıştı. Devletler güçlerini sosyal ara kurumlar (toprak sahipleri, derebeyler, loncalar gibi şehir ticari hayatını düzenleyen geleneksel yapılar, Kilise) aleyhine tahkim etmişti. Bu boyut Karl Marx’ta da yoktu, 19. yüzyıl İngiliz ve Fransız liberalizmlerinde de.
Devlet-piyasa zıtlığının ekonomik ve siyasal giriftliği yansıtmadığı, ancak 20. yüzyılın son çeyreğinde dikkatleri çekti. Nitekim Marksizm bu paradigmatik dönüşüme ayak uydurdu. Neo-Marksist çalışmalar kapitalizmi piyasanın tahakkümü yerine Marx’ın Grundrisse ve 18 Brumaire gibi çalışmaları da yazılışlarından yüz yıl sonra bu gözle okuyarak egemen sınıfların devlet üzerinden tahakkümüne yoğunlaştı; ancak elbette Marksist omurga korunarak. Yani devlet hala burjuvazinin icra kurulundan ibaretti. Ancak yine de faşizm ve faşizmin Avrupa’daki son kalıntısı Akdeniz diktatörlükleri üzerine çalışmalar, devlete özerk alanı giderek daha fazla tanımaya başladılar.
Soğuk Savaş’ın en zalim savaş sahalarından Latin Amerika ise bu neo-Marksist paradigmanın hepten esnediği bir alan oldu. Yükselen sosyalist gerilla mücadelelerine karşı sağcı ve askeri diktatörlükler uzun süre Marksist şablon üzerinden anlamlandırılıyordu. O’Donnell ve Schmitter gibi siyaset bilimciler ise otoriter bürokratik modernleşmeyi ayrıksı bir model olarak tanımlarken devlete ve bir zor gücü olarak ordulara özerklik tanıdılar. 1980’ler neo-Weberciliğin on yılı oldu. Yeni yükselen tarihsel sosyoloji nazarında devlet erken modern dönemden başlayarak önemli bir aktördü. Charles Tilly, Theda Skocpol, Michael Mann ve diğer yeni kuşak sosyologlar devleti merkeze alan tarihsel sosyolojik perspektifler ürettiler. Devlet illa piyasanın karşıtı değildir. Piyasa da devletin. Nitekim en çok Şili’yle özdeşleşen ama benzer süreçlerin saplanılan borç sarmalında iflas eden ithal ikameci ekonomilerin ardından deneyimlendiği Latin Amerika’daki otoriter neo-liberal dönüşümler devletin zor gücüyle sağlanıyordu. Yani ancak devlete ve onun (askeri, inzibati ve hukuksal) zor gücü kapasitesine yaslanan bir piyasa, toplumsal fren, denetim ve protesto biçimlerini bastırarak dizginsiz piyasayı tesis edebiliyordu. Tamamen pürüzsüzleşmiş ve işleyen bir piyasa için toplumun ve insanın olmaması gerekiyordu.
Bu dönemde McDonalds’ı olan iki ülkenin birbiriyle savaşmadığı McDonalds teorisi çalışmaz oldu. Çünkü 1980’lere kadar sadece bir avuç liberal demokrat kapitalist ülkede varolan McDonalds, artık ulusal kalkınmacı otoriter rejimlerin devletçi kalkınma modellerini terkettiği bir zamanda dünyanın dört bir tarafında açılıyordu. 1980’lere kadar serbest piyasa kapitalizmi Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve az sayıda Uzak Asya ülkesinde kurumları, kültürü ve tarihsel süreciyle ayrışmaz şekilde mevcuttu. Ancak otoriter-ulusal modernleşmeci ve sosyalist/komünist projelerin çöküşüyle beraber neredeyse küresel tek tabanca kaldı. Bu kırılma ise kapitalizm yepyeni ve alışılmadık biçimlerini doğallaştırdı. Ahbap çavuş kapitalizminden (crony capitalism) neo-liberal otoriteryenliğe, Latin Amerika’dan Uzak Asya’ya otoriter kültürlerle beraber işledi ve liberalizmin sadece ekonomik ayakları seçici ve keyfi şekilde adapte edildi. Bu durum birçokları gözünde çelişkili, istisnai ve sıradışıydı.
Aynı şekilde 1990’a kadar demokrasi ve otoriter rejimler arasında aleni ve aşılmaz bir ayrım varken, 1990’larla beraber sayısı katlanan yeni demokrasilere yönelik muzafferiyetçi iyimserlikler geride kalırken, melez biçimler etrafı sardı. Bu melezliklere siyaset bilimi literatüründe yarı-otoriteryenlik (semi-authoritarianism), melez rejimler (hybrid regimes) ve rekabetçi otoriterlik (competitive authoritarianism) gibi isimler verildi. Yine bu otoriter yönetimler piyasaya düşman değildi. Ancak piyasanın dostu da değildi. Onunla gergin, kontrollü ve tuhaf bir ilişkileri vardı. Bu sebeple analistler bu ara formlarda ideolojik ve siyasi meşreplerine göre işlerine gelir şekilde istediklerini gördüler. Bir kısmı için bu ilişkiler ağı siyasetin ekonomiye boyun eğdiği ağızlara sakız neo-liberalizmken diğerleri için bilindik ahbap çavuş kapitalizmden ibaretti. Neoliberalizm formülasyonu aslında bir önkabülü tersine çevirme stratejisidir. Bu kavram piyasayı tanımı gereği toplumsal muhalefetten korunabilmesi için otoriter bir gardiyan devletin gölgesinde yaşamaya mahkum, kötücül, güçle saf tutan bir aktöre dönüştürür.
Elbette piyasa kendi başına bir aktör değildir. Birçok aktörün birbirleriyle etkileştiği (interact) ilişkiler sarmalıdır. Ancak bu sarmal; gücü kayırdığı, gücün önünü açtığı derecede, kötücüllüğe yol açmakta, adaletsizlik ve eşitsizlik üretmekte, özgürlüğü bastırmaktadır. Toplumsal çelişkiler ve açmazlar derinleştikçe güce dayanabilme imkanları ise otoriterliği, özgürlüğü kısıtlayıcı bir niteliğe büründürmek durumundadır. Piyasa kendi başına şüphesiz ki özgürleştirici bir ağ değildir. Ancak yokluğu da geride sadece baskıcı güç odaklarına alan açmaktadır. Bu gerilim birbirlerini dışlayıcı (mutually exclusive) bir ikilik değildir. Açmaz olması da çelişki değildir. Zira tüm toplumsal dinamikler kalıcı açmazlar barındırır. Mesele ise açmazları yok etmek değildir, çünkü bu imkansızdır; onları daha adil, eşit ve özgür bir toplum için yönetebilmektir. Bugün de bu ikiliği sağduyuyla düşünmek gerekmektedir. Piyasa bir doğa durumu değildir. İnsan ürünü bir toplumsal ilişki biçimidir. Bu sebeple dürtülmesi (nudge) eşyanın tabiatıdır. Ancak bu dürtmeler noktasında iş çetrefilleşmektedir. Zira devlet yetkisinin ceberrutluğu 20. yüzyıldan öğrendiğimiz en acı ve hakikatli derstir. Ancak çözümü basitçe ne kadar az devlet, o kadar iyi değildir. Son otuz yıllık deneyim de bu iyimserliği doğrulamamıştır. Piyasa biraz da Winston Churchill’in demokrasi tanımına benzerdir. Belki de Bismarck’a atfedilen siyaset tanımına. Sadece sonuçlarını görmek isteyeceğimiz… Liberalizm de piyasayı ve piyasa-otoriterlik ilişkisini günümüz toplumunun bağlamında ve çağın özgürlük, adalet ve eşitlik beklentileriyle uyumlu olarak ele almak durumundadır. Aynı şekilde akademik soğukkanlılıkla devleti ve piyasayı basit bir ikiliğin dışına çıkartarak anlamlandırmalıdır.
Fotoğraf: Amandine Lerbscher