Asterisk 2050 Aylık Bülteni (Mayıs 2022, Sayı: 4)
[voiserPlayer]
Son yıllarda etkisini hayatın her alanında hissettiren iklim krizi politik ajandadaki yerini de sağlamlaştırdı. Bu da bizim aslında literatürde var olan fakat saklı kalmış bir kavramı hatırlamamızı sağladı: iklim diplomasisi. Raymond Cohen’in ifadesiyle diplomasi uluslararası ilişkilerin makine dairesidir.[1] Yani, devletlerin uluslararası sistemde barışçıl bir şekilde var olması için kullandıkları ve şiddet içermeyen bir tür politik yöntemdir. Daha detaylı bakılırsa eğer, diplomasi, uluslararası sistemin sürekliliğini ve işlevsel bir mekanizma sağlamak gibi görevleri olan; her ülkenin çeşitli seviyelerde uyguladığı bir uluslararası ilişkiler aracıdır. Zor araçlarını kullanmaktan beri duran ve ikna kabiliyetlerinin sergilendiği bu sürecin maliyetlerinin düşük olmasıyla birlikte etki alanı da bir hayli yüksektir. İklim diplomasisi ise karbon nötr politikaların uluslararası sistemdeki payını artırma adına yürütülen bir süreç. Öyle ki gelecek yüzyılın en sık tekrar edilen kavramlarından biri haline gelmesi oldukça muhtemel ve diplomasinin yönünü tayin eden kuzey yıldızı olmaya aday.
Fakat, iklimin diplomatik gündemde yer alması için kompleks bir süreci takip etmesi gerekir. Reelpolitiğin bilim ve gündelik siyaset arasına yerleştirdiği bir takım sistemik dayatmalar diplomatik bir norm oluşmasına da ket vurmaktadır. Bilimin ilerleyişi bilgi birikimine, teorik temellere ve objektiviteye bağlıyken, gündelik siyasetin stratejik hesaplamalara ve çıkar ilişkilerine odaklı doğası iki olgunun bir araya gelmesini zorlaştırmaktadır. Bir taraftan bilim ideal olarak doğru bilgi üretimini ve çıkar gözetmeksizin bir süreç işletmeyi hedeflerken, gündelik siyaset kimi zaman kolektif karar alma kimi zaman da rasyonel çıkarları gözetmeyi hedefler. Bu bağlamda, iki ayrı yapının bir araya geldiği konularda ağır bir mekanizmanın ortaya çıktığı sıklıkla görülür. İklim ve gündelik siyaset ilişkisi de küresel gündemi yoğun bir şekilde meşgul ediyor ama sistemi harekete geçirecek eylem planlarının alınması aynı doğrultuda gelişmiyor. Bu noktada iklim diplomasisi ile sürecin ivme kazanması için çeşitli aktörlerin varlığı daha da önem kazanıyor.
Yukarıda bahsedilen bilim ve gündelik siyaset ilişkisini iklim diplomasisi kanallarında açıkça görüyoruz. Zira, Birleşmiş Milletler bünyesinde bulunan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli belirli aralıklarla ülkelerin iklim krizine yönelik politika üretebilmeleri adına bilimsel veriler paylaşıyor. Bu veriler dünyanın her yerinden katkı sağlayan ve binlerce bilimsel yayın ve makalenin incelenmesi sonucunda üye olan 195 ülkeye ve ilgili kurumlara sunuluyor. Buna ek olarak, hem uluslararası hem de bölgesel olarak düzenlenen Taraflar Konferansları iklim diplomasisinin çözüm üretebilme ve aktörlerin kapasite geliştirme süreçlerine doğrudan katkı sağlaması şiarıyla gerçekleştiriliyor. Bu tür organizasyonların en önemli çıktısı devletleri, iş dünyasını, sivil toplum kuruluşlarını ve hatta bireyleri iklim değişikliği ile mücadelede mobilize etmek. Fakat her aktörün bu tür uluslararası organizasyonları tanımladığı, kendi lensleri ile yeniden okuduğu ve şekillendirdiği ölçüde diplomatik yöntemler geliştirdiği de söylenebilir.
Örneğin, Avrupa Birliği’nin (AB) Yeşil Mutabakat ile oluşturmaya çalıştığı iklim değişikliği planı sistemin her noktasına değinmeyi hedefliyor. Buna göre, insan hakları ve güvenliği, küresel barış ve istikrar, ekonomik yönden kırılgan sektörlerin korunması gibi ilkeler üzerinden bir iklim diplomasisi geliştiriyor. Öte yandan, Çin’in yaklaşımı kalkınma politikalarının adaptasyonu ve doğaya uyumlu bir toplumsal kültür üretme gibi çeşitli söylemler çerçevesinde şekilleniyor. Fakat, farklı bakış açılarının olması aktörleri tam anlamıyla diplomasiden ya da müzakereden uzaklaştırmıyor. Aksine, sistemdeki dönüşümün her sektöre çeşitli boyutlarda sirayet etmesi, ticaret, ekonomi, finans ve hatta dijital alanlardaki dönüşümü tetiklemesi bu bağlamda aktörleri iletişim kurmaya zorluyor. Mesela, son yıllarda özellikle Güney Çin Denizi üzerinde artan ABD-Çin tansiyonu iklim müzakereleri ve işbirliği vaadiyle yatışabiliyor. COP26 öncesinde bir araya gelen ABD Başkanı Joe Biden ve Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Xi Jinping’in iklim değişikliği gündemi ile toplanmaları iklim diplomasisinin hız kazandığını göstermiş ve uluslararası ilginin artmasına neden olmuştu. Yani, her ne kadar politik spektrumda uç noktalarda olsalar da iklim diplomasisinin aktörler arasındaki iletişimde bir tür katalizör görevi gördüğünü söyleyebiliriz.
Türkiye’nin ise uluslararası sistemde henüz iklim diplomasisini tam olarak benimsediğini söylemek zor. Şu an için aktif değil reaktif bir pozisyona sahip olan Türkiye, gelişmeleri takip eden bir yarı-çevre ülke konumunda. Halbuki, Akdeniz Havzası’nda ve iklim krizinden doğrudan etkilenecek bir kuşakta bulunması sebebiyle Türkiye’nin rasyonel olarak daha cüretkâr politikalar benimsemesi beklenirdi. Bunun aksine, Türkiye’nin lider seviyesinde COP26’da temsil edilmemesi ve iklim diplomasisinin en yoğun işlediği mekanizmaya dahil olmaması sorunlu bir politikaya işaret etmektedir. Öbür taraftan, iklim diplomasisi geleneksel kalkınma modellerini sorguluyor, ticari ilişkilerin yeni düzenlemelere ve kurallara tabi tutulduğu bir mekanizmayı harekete geçiriyor. Yani, uluslararası aktörlerin iklim krizine yaklaşımını, yalnızca karbon yoğun sistemin çevreye verdiği zararların bertarafı olarak değil, aynı zamanda küresel ekonomik ve siyasi sistemin tıkanıklıklarını açma yolunda kullandıkları bir araç olarak da okumak gerekir.
Türkiye’nin bu noktada öncelikli olarak takip etmesi gereken ve AB ajandasının en üst sıralarında yer alan Yeşil Mutabakat oldukça önemli. Zira, AB ile olan köklü ilişkileri ve ekonomik bağları artık bunun gölgesinde gelişecek. AB ise iklim diplomasisini partner ülkelerdeki karbon nötr politikaları hızlandırma ve geliştirme temeline oturturken, doğrudan veya dolaylı olarak da refah, istikrar, özgürlük ve güvenlik gibi kavramları Yeşil Mutabakat doğrultusunda yeniden tanımlıyor. Türkiye ise en büyük ticari pazarı olan AB’de bu tür bir politik dönüşüm gerçekleşirken sessiz kalabilecek bir durumda değil. Bu yüzden, Yeşil Mutabakat yeni dönemde ikili ilişkileri farklı bir düzleme taşıyacaktır. Çıkmaza giren üyelik sürecini, iki tarafa da ciddi yük olmaya başlayan mülteci sorununu, çoğu alanda bağlı oldukları enerji krizini ve tabi ki küresel ticari paylarını koruma ve artırma gibi hedeflerini tartışırken Yeşil Mutabakat masada ağır bir dosya olarak bulunacaktır. Bu dosya göz ardı edildiği takdirde iki aktör de zararlı çıkacaktır.
[1] Raymond Cohen, “Putting Diplomatic Studies on the Map”, Diplomatic Studies Programme Newsletter, May 4, 1998.
Fotoğraf: Markus Spiske