[voiserPlayer]
31 Mart seçimleri haddinden fazla ilgi gördü. Belediye seçim sonuçlarının ülke siyasetini bu kadar derinden etkilemesine gerek yoktu. Ancak gerek kampanya sırasında yapılan hamleler gerekse sonuçların ortaya çıkardığı tablo ülkeye son yıllarda hakim olan siyasi iklimin ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Bu durum, olası bir iklim değişikliğinin kolaylıkla ve hemen gerçekleşeceği anlamına gelmiyor lakin yeni aktörlerin, yeni söylemlerin ve yeni politikaların ön plana çıkmalarının engellenemeyeceği de ortada. O halde, revizyonist ve statükocu karşıtlığı üzerinden bir okuma yapmak yerinde olacaktır. Bunu yaparken, öncelikle Türk siyasetindeki statükocu ve revizyonist kampları teşhis etmek gerekir. Akabinde, 31 Mart sonrası ortaya çıkan yeni parametrelerin bahsi geçen kampların yeteneklerini ne derece etkilediği ve bu yeni durumun aralarındaki ilişkiyi nasıl şekillendireceği ele alınmalıdır. Böylece, seçim sonuçlarının, belediyeleri kimin idare edeceğinin ötesinde bir anlam taşıdığı tezinin de sağlamasını yapabiliriz.
Statüko Nasıl Kuruldu?
2019 yerel seçimlerinin yıprattığı statükonun 7 Haziran 2015 tarihinden sonra kurulduğu kanaatindeyim. Bu tarih önemli çünkü AKP’nin parlamento çoğunluğunu kaybettiği genel seçimlerden sonra Türkiye’de siyaset kurumu oldukça ciddi bir kırılma yaşadı. Bu tarihe kadar, AKP’nin bir siyasi parti olarak demokratik seçimlere olan saygısı, seçimlerden başarı ile çıktığı için asla sorgulanmıyordu. AKP’nin işini çok iyi yapan bir siyasi parti olduğu, partinin genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ülke tarihinin en karizmatik ve stratejik zekaya sahip siyasi liderlerinden birisi olduğu kanısı hakimdi. AKP, pragmatik ittifaklar kuruyor, başarılı seçim kampanyaları yürütüyor, halkı cezbedecek söylemler geliştiriyordu. Neticede kuralları belli bir oyunda AKP, diğer partiler ile rekabet ediyor ve diğer partilerden daha fazla oy almayı başarıyordu. Bu dönemde, katı bir değerler sistemine saplanmış ve toplumun farklı kesimleriyle diyalog kurabilecek esneklikten yoksun bir muhalefet imajı vardı. Başarısızlık bu şekilde açıklanıyordu.
2015 senesine girerken, AKP’nin karşısında örgütlenen muhalefet, milliyetçiliği temsil eden MHP ile laikliği temsil eden CHP’den oluşuyordu. Bu partilerin birbirleriyle kurduğu ilişkinin Kürt seçmeni dışlaması ve seçim barajından ötürü Kürt partilerinin bağımsız adaylarla seçime girmeleri, AKP’nin iktidar denklemi için kusursuz fırsatlar sunuyordu. Bir yandan, AKP’nin karşısında bütünleşik bir muhalefet bloku ortaya çıkamıyordu. Öte yandan, Kürt partilerin bağımsız adaylar ile seçime girmesi parlamentoda daha az sandalyeye sahip olmaları anlamına geliyor, Kürt oyları ile Kürt partilerinin sandalye sayısı arasındaki boşluk AKP’ye daha fazla milletvekili olarak yansıyordu. Tarih, bu şekilde, dokunulmadan devam etseydi AKP muhtemelen başarılı politikalar üreten, olağanüstü zeki liderler tarafından yönetilen ve seçimleri sürekli olarak kazanan bir siyasi parti olarak anılmaya devam edecekti. Hatta Türkiye, tek bir partinin uzun yıllar iktidarı bırakmadığı demokratik bir devlet olarak kabul edilecekti.
Ne var ki bu denklem, 7 Haziran ile bozuldu. AKP hükümetinin PKK ile 2013 yılından itibaren yürüttüğü müzakereler murad edilmemiş sonuçlar doğurdu. Bu süreçte Kürt kimliği ve siyasal Kürtçülük bizzat hükümetin inisiyatifi sonucu inanılmaz derecede normalleşti. Hatta, bazı AKP’ye yakın yazarlar, Öcalan’ın kendisini barışa adamış, bilge bir lider olduğunu iddia edecek kadar ileri gitti. Bu normalleşme, Kürtler tarafından desteklenen ve diğer seçmenler tarafından etnik parti olarak görülen HDP’yi meşrulaştırmaya yardım etti. HDP’nin programında, sadece Kürtlerden bahsetmemesi, toplumdaki bütün azınlıkların sesi olacağını dile getirmesi bu normalleşmeyi destekledi. Bu faktörler, Demirtaş’ın karizmatik liderliğiyle birleşince, o zamana kadar ancak bağımsız adaylar ile parlamentoya dolaylı yollardan girebilen HDP’ye hem meşru ve rekabetçi bir siyasi parti kimliği kazandırdı hem de çözüm sürecinde AKP’ye karşı partinin elini güçlendirdi. Bu avantajını daha simetrik ve somut sonuçlar üreten bir sürece tahvil etmek için girdiği seçimden HDP, %13 gibi bir oy oranı yakalamayı başardı. Aynı seçimlerde, AKP’nin çözüm sürecine girmiş olmasının yarattığı milliyetçi seçmende memnuniyetsizlik ise MHP’nin oylarının %17’e çıkmasını beraberinde getirdi. AKP kaybetmişti.
Sorunsuz işleyen siyasi sistemi Erdoğan, stratejik zekasından şüphe duyulmayan bir lider olarak, çözüm sürecini başlatarak bozmuştu. Kürtler ile girilen müzakere sürecinden beklenen, HDP’nin yine bağımsız adaylar ile seçime girmesi, CHP-MHP bloğundan uzak durması ve başkanlık sistemine geçiş projesini desteklemesiydi Mamafih, müzakere sürecinin karşılıklı güvensizlik üretmesi, tarafların ilk somut adımı birbirlerinden beklemesi ve HDP’nin hem seçime tek başına girip hem de sert bir muhalefet dili benimsemesi AKP’nin 7 Haziran’da büyük bir yenilgi yaşamasına sebep olmuştu. Dolayısıyla, 7 Haziran 2015 sonrası kurulan statüko, Erdoğan’ın siyasi hedefini, yani başkanlık sistemine geçiş projesini, değiştirmedi ama bu hedefe ulaşmak için takip edeceği stratejiyi köklü bir şekilde gözden geçirmesine sebep oldu.
Yeni strateji, Kürt meselesinin bir güvenlik sorunu olmadığı, çatışmaların yaşanmadığı ve bütün siyasi aktörlerin meşru görüldüğü bir rekabet ortamında AKP’nin kaybedeceğini kabul etti. Bunun için, HDP’nin elde ettiği meşruluğun kaynağı olan çözüm sürecinin sonlandırılması ve HDP’nin toplumun ılımlı ve liberal kesimleriyle ilişkisinin kesilmesi hedeflendi. Bunun başarılması, çözüm sürecine tepkili olan milliyetçi seçmeni de sakinleştirecek ve yeniden AKP’ye oy vermelerini beraberinde getirebilirdi. Seçimden sonra, AKP’nin hiçbir muhalefet partisine ciddi bir koalisyon teklifi ile gitmemesi, erken seçim kararı alması ve yenilenen seçimlerden galibiyet ile çıkması bu stratejinin çalıştığını gösterdi. 2002 yılından bu yana etkisi sınırlı olan, toplumsal ve siyasal merkezin uzağında konumlanan milliyetçilik ve güvenlikçi söylemler AKP’nin ilk seçim mağlubiyetinden sonra geri dönmüştü. Kurulan statükonun ilk sütunu bu oldu.
Milliyetçilik ve militarizme geri dönüş, Batı dünyasından gelen cılız eleştiriler dışında, AKP’nin dış ilişkilerini etkileyen bir durum yaratmadı. Hatta, hükümetin Suriyeli göçmen akınını durdurmak için Avrupa Birliği ile anlaşması, IŞİD karşıtı koalisyona katılması ve İncirlik üssünün kullanımını koalisyona açması ve Türkiye sınırını ihlal eden Rus uçağının 2015 yılının Kasım ayında düşürülmesi Türkiye ile Batı ülkeleri arasındaki stratejik işbirliğinin devam ettiğini gösteriyordu. Ne var ki, 2016 senesinin ilk aylarında ülke terör saldırılarıyla sarsıldı. Şubat ayında PKK’ya bağlı bir grubun üstlendiği Merasim Sokak, Mart ayında ise Kızılay saldırıları kamuoyunun batı ile olan ilişkileri sorgulamasının yolunu açtı. Zira, IŞİD karşıtı koalisyonun Suriye’de YPG/PYD güçleriyle birlikte hareket etmesi ve bu gruplara askeri teçhizat sağladığına dair haberler gazetelerde sıklıkla görünmeye başladı. Böylece PKK’nın terör eylemlerinin sorumluluğu, Suriye’de PKK ile inkar edilmez bağlara sahip olan YPG ile işbirliği yapan Amerika Birleşik Devletleri’ne yüklendi. Batı ittifakına karşı eleştirel tutum, dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun istifaya zorlanması, uçak krizi sonrasında Rusya ile yeniden ilişkileri düzeltme ve 15 Temmuz başarısız darbe girişimiyle daha da kuvvetlendi. ABD, Türkiye makamları tarafından terörist olarak görülen Fetullah Gülen’i iade etmeye yanaşmadı ve Avrupa kamuoyu darbe girişimine oldukça cılız tepkiler verdi. Buna mukabil, Rusya ve İran, darbe sonrasında takındıkları tavır ile AKP hükümetine koşulsuz bir şekilde desteklerini açıkladılar. Böylece, Batı ittifakı ciddi şekilde sorgulanmaya başlandı ve 7 Haziran sonrası kurulan statükoya yeni bir sütun daha eklendi. Bu sütun ile birlikte, batı ittifakına karşı alerjik tutum sergileyen birçok kesim AKP’nin ittifak blokuna dahil oldular. Özellikle, Avrasyacılık ideolojisini benimseyen gruplar, hükümetin Rusya, Çin ve İran gibi ülkelerle kurduğu münasebetleri sistem içerisindeki yerlerini kuvvetlendirmek için başarıyla değerlendirdiler.
Batı karşıtlığı ve milliyetçilik ile birleşen AKP’nin muhafazakar kimliği tepkisel ve karmaşık bir iktidar ideolojisi yarattı ve bu ideoloji yeni bir statükonun oluşumuna yardım etti. 7 Haziran sonrası, iktidarı kazanmak için AKP’nin yaratıcı bir siyaset diline ihtiyacı olmadı. Güvenlik sorunlarının gündemi işgal etmesi, hamasi bir şekilde inşa edilen batı alerjisi ve olağanüstü durumların gerektirdiği istikrar ihtiyacı bu statükoyu daha da güçlendirdi. 15 Temmuz sonrası OHAL ilan edildi ve OHAL şartlarında yapılan referandum ile başkanlık sistemine geçildi. Yasamanın, yürütmenin, yargının, medyanın, sivil toplumun ve akademinin tamamen 7 Haziran sonrası ortaya çıkan ittifak tarafından kontrol edildiği bir dönem yaşandı. Bu dönemde, bahsi geçen iktidar blokunu zayıflatabilecek her girişim ulusal güvenlik gerekçesiyle bastırıldı. Diğer bir ifadeyle, iktidar bloğunun dışında kalmak kriminal bir eylem olarak algılandı ve vatandaşlardan, masumiyetlerini ispat etmek istiyorlarsa, atılacak her politika adımını sorgusuz sualsiz desteklemeleri talep edildi.
Başkanlık sistemine geçmeyi ve Erdoğan’ı başkan yapmayı başaran statükoya ilk meydan okuma ise ekonomiden geldi. Zira, yaratıcı siyasetin ölümü ve ceza-ödül mekanizmasının, hayatın her alanında, iktidar ile olan ilişkinin uzaklığına göre belirlenmesi ciddi bir yönetim krizini beraberinde getirdi. Güvenlik sorunlarına boğulmuş gündem, batı ülkeleri ile gerilen ilişkiler ve statükonun devamı için ihtiyaç duyulan olağanüstülük halinin hukuk ve kurumları aşındırması Türkiye’yi tahmin edilebilir bir ülke olmaktan uzaklaştırdı. Bu duruma ilk tepki ekonomiden geldi. 24 Haziran 2018 seçimlerinden sonra ekonomi hızla bozuldu ve statüko, sözcülüğünü üstlendiği milli iradenin sert tepkisiyle karşılaştı. Bu tepki kendisini önce 31 Mart yerel seçimlerinde, ardından da 23 Haziran belediye seçimlerinde gösterdi. Statüko partileri, Türkiye’nin ekonomik açıdan en üretken şehirlerinde ağır bir mağlubiyet aldılar ve büyük şehirlerin birçoğunu kaybettiler. Bununla birlikte, izlenen güvenlikçi ve milliyetçi politikaların ABD ile yarattığı krizin de düğümünün çözüleceği günler geldi çattı. Rusya ile yapılan s-400 hava savunma sistemi anlaşmasına ABD’nin yaptırım ile karşılık verme ihtimali bahsi geçen statükonun iktisadi ve siyasi açıdan daha başka zorluklar üreteceğini gösteriyor. Diğer bir ifadeyle, yönetim kapasitesi düşük bir iktidar, iktisadi zorluklar üretmeye devam edecek ve halk nezdindeki itibarı düşmeyi sürdürecek.
Revizyonizmi Kim Diriltti?
24 Haziran 2018 seçimlerinden sonra Türkiye’de siyasetin öldüğünü düşünenlerden biriydim. AKP etrafında kenetlenen iktidar bloğunun, güçlü ve karizmatik muhalif adaylar karşısında ulaştığı %52’lik oy oranı ve önümüzdeki beş sene boyunca güçlü bir başkanlık sistemi ile ülkeyi yönetecek olması bu şekilde düşünenlerin sayısını oldukça arttırmıştı. Üstelik muhalefet, seçim mağlubiyetini oldukça kötü yönetmişti. Hem CHP’de hem de İYİ Parti’de parti içi problemler su yüzüne çıkmıştı. 2018 yılının Temmuz ayında, 7 Haziran statükosu gücünün zirvesindeydi. Ne var ki, H. G. Wells’in “Dünyalar Savaşı” romanında anlatılan, uzaylıların mağlup edilmesi mümkün olmayan savaş makinelerinin başına gelen şey yaşandı. Bu makineler insanlığın bütün silahlarını yok etmiş, direnişlerini kırmıştı ancak zırhları doğadaki mikro organizmaların saldırısına karşı dayanıksızdı. Devasa makineler, gözle görülmeyecek kadar küçük mikroplar tarafından diz çöktürülmüştü. Benzer bir durum, bütün muhalefet ümidini yitirmişken ve statüko karşısındaki direniş en zayıf anındayken ortaya çıktı.
Erdoğan’ın seçim sonrası kurduğu hükümet beklentileri karşılamaktan uzak kaldı. Dış yatırımcılar ve uluslararası piyasalar, Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ı Hazine ve Maliye Bakanı olmasına tepki gösterdi. Hali hazırda yüksek cari açıktan ötürü yönünü yukarı çevirmiş olan döviz kuru hızla yükselmeye devam etti. Piyasalar bu gelişmeyi hazmetmeye çalışırken, yeni bir kriz daha patlak verdi. ABD vatandaşı rahip Andrew Brunson’ın tutukluluk halinin, ABD’li yetkililerin bütün çağrılarına rağmen, devam etmesine karar verildi. Bu gelişme karşısında ikili ilişkilerdeki gerilim tırmandı ve Türkiye, ABD yaptırımlarına maruz kaldı. Dolar kuru aniden 7TL’nin üzerine çıktı ve ekonomik krizin fitili ateşlendi. Bu tarihten itibaren, Türk ekonomisi stabilitesini yitirdi. Yüksek enflasyon, yüksek işsizlik ve yüksek faiz gibi olgular hem ticari hayatı sekteye uğrattı hem de vatandaşların hayat standartlarının keskin bir şekilde düşmesine sebep oldu. İktidarını güvenlik üzerine kurmuş olan statüko, ekonomik problemleri de güvenlikleştirmeye çalıştı. Bu durumun dış kaynaklı bir operasyon olduğunu iddia etti, polisiye tedbirlerle enflasyonu kontrol altına almaya çalıştı ve başarısız oldu.
Ekonomik huzursuzlukların artmasına rağmen, iktidar bloğundan beklenen ayakları yere basan iktisadi program bir türlü açıklanmadı. Bu tip bir program, muhtemelen kamu harcamalarını kısıtlamayı ve kurumların denetimini arttırmayı gerektireceği için siyasi iktidar tarafından tercih edilmedi. Bunun yerine, statükonun güvenlikçi ve milliyetçi söylemi sürdürülmeye çalışıldı. Planlanan, 24 Haziran 2018 seçimleri öncesinde Afrin operasyonunda olduğu gibi, kameraların önünde gerçekleşecek Menbiç’e yönelik bir sınır ötesi operasyon ile kamuoyunu olağanüstü hal psikolojisine sokmaktı. Böylece yerel seçimler öncesi yeniden milliyetçi ve militarist bir dalga yaratılacak ve güvenlik dışındaki konuların konuşulmasına müsade edilmeyecekti. Mamafih, ABD başkanı Trump’ın aldığı Suriye’den çekilme kararı bütün hesapları alt üst etti. Hükümet, Afrin’de Rusya ile başardığı sürecin aynısını ABD ile yürütmeye çalıştı. Menbiç’teki ABD askerleri çekilecek ve bölgedeki YPG unsurlarını direnmemeleri için ikna edecekti. Böylece, Türk ordusu Menbiç’e bayrak dikecek ve bu durum 7 Haziran statükosunun başarı hikayesi olarak iç kamuoyuna sunulacaktı Trump’ın çekilme kararı bu planı bozdu ve Türkiye’nin sınırötesi planlarını ertelemesine sebep oldu. Dolayısıyla, güvenlikleştirmenin nesnesi Suriye’deki YPG/PYD bağlantılı gruplar olamadığı için Türkiye iç siyasetindeki aktörler oldu. Diğer bir ifadeyle, iktidar bloku içerideki muhalefeti dolaylı olarak sindirmeyi başaramadığı için doğrudan sindirme yoluna gitti.
Bu yeni plan, beka söylemi ile taçlandı. Devlet Bahçeli ve Süleyman Soylu gibi şahin isimler, muhalif partileri ülke güvenliğini tehdit eden aktörler olarak tanımladı. İktidar bloğu adaylarına destek vermemek kriminal bir vaka halini aldı ve muhalifler terörizme destek vermekle suçlandı. Bu durum, AKP etrafında kenetlenen partilerin siyaset yapma yeteneğinin ne derece köreldiğini de gösterdi. Toplumun diğer kesimleriyle diyalog kurmak ve onları ikna etmek gibi işler bu partilere oldukça zahmetli işler olarak göründü. Bunun yerine 7Haziran’dan bu yana izledikleri, hoşa gitmeyen her düşünceyi tahkir etme ve düşünce sahibini tehdit etme gibi yöntemler izlendi. Bu agresif tutum, 24 Haziran sonrası sandığa küsmüş, siyasetten umudunu kesmiş olan muhalifleri oldukça kışkırttı ve muhalif adaylar etrafında yeniden kümelenmelerine yol açtı.
Bu durumu muhalefet partileri değerlendirmeyi başardılar. CHP ile İYİP ittifak kurdular. Ankara ve İstanbul’da muhafazakar ve sağ kesimin de sempatisini toplayabilecek adaylar gösterdiler. Böylece, AKP’nin muhafazakarlık üzerinden inşa ettiği kimlik politikasına karşı çıkabildiler. Bu adaylar, kendi tabanlarını ikna etmek zorunda değildi çünkü bu işi 7 Haziran statükosu zaten onların yerine yapıyordu. Bu yüzden şimdiye kadar AKP ve MHP’ye oy vermiş olan seçmenleri cezbedebilecek söylemleri rahatlıkla kullanabildiler. Belediyelerdeki israf düzeninden bahsederek, umutlu bir gelecek vaat etmeyi becerdiler.
İktidar bloğuna tek tepki muhalefetten gelmedi. Muhafazakar siyasetin önde gelen isimleri ile işinde gücünde şehirli muhafazakarlar da bu statükoyu revize etme yönünde irade gösterdiler. Ilımlı muhafazakarlar, hükümetin devlet kurumlarını idare etme konusundaki beceriksizliğini, ekonomi yönetiminin Berat Albayrak’a devredilmesini ve milliyetçi isimlerin kullandığı saldırgan dili benimsemediler. 2002 yılından bu yana AKP’de görev almış birçok isim eleştirel bir tutum takındılar ve özellikle, 6 Mayıs’ta alınan İstanbul seçimlerinin yenilenme kararına karşı eleştirilerini arttırdılar. Bu kesimler, Erdoğan’ın liderliğinde kurulan statükonun zayıflamasını kendi siyasi gelecekleri ve rasyonel politikaların uygulanması için tek çıkar yol olarak görmeye başladılar.
Son olarak, metropollerde yaşayan Kürt seçmenler, günlük hayat sorunlarının ve 4 senedir devam eden güvenlikçi politikanın hesabını soracak bir fırsat yakaladıklarını düşündüler. AKP’ye oy vermeme eğilimi o kadar güçlü bir şekilde kendini gösterdi ki HDP yöneticileri de bu dalgaya karşı duramadılar. Üstelik, 23 Haziran seçimlerinden birkaç gün önce Abdullah Öcalan’ın Kürt seçmenlere yaptığı “İmamoğlu’na oy vermeme” çağrısı tam bir fiyaskoya dönüştü. Bu hamlesi, Öcalan’ı sadece statüko güçleriyle aynı safa itmekle kalmadı aynı zamanda Kürtlerin Demirtaş’ın liderliğini takip ettiği görüntüsü verdi. Böylece, 7 Haziran statükosu, yeni bir revizyonist aktör ile tanıştı.
Günün sonunda, milliyetçi-Batı karşıtı-güvenlikçi ve muhafazakar statüko kendi revizyonistlerini üretmeyi başardı. Bu revizyonist kampın liberal ve evrensel değerler etrafında buluştuğunu iddia etmek yanlış olur. Oluşan revizyonist ittifak daha çok, önceki kuşak politikacıların keyfi yönetim anlayışlarına ve bu anlayışı benimsemeyenleri ergence kriminalize etmesine verilen bir tepkiydi. Devlet kurumlarının partizanca davranmasının ekonomiyi, hukuku, toplumsal hayatı, akademik kurumları, dini değerleri, medyayı ve birçok alanı zehirlemesine karşı gösterilen refleksti. Diğer bir ifadeyle, toplum tarafsız ve partizan olmayan, kişilerin özel mülkü gibi muamele görmeyen bir devleti arzuladıklarını ortaya koydular. Bu süreçte, Ekrem İmamoğlu, Selahattin Demirtaş ve her ne kadar pek göz önünde olmasa da Türkiye siyaset üzerinde gölgesi dolaşan Ali Babacan revizyon arzusunu temsil edebilecek yeni kuşak siyasetçiler olarak ortaya çıktılar.
Siyasette İklim Değişikliği
Türkiye siyasetinin iklimi hissedilir ölçüde değişti. Artık eline devletin sopasını alıp muhalif kovalamak ayıplanır bir hal almaya başladı. Sivil toplum konuşmaya, akademisyenler yazmaya, siyasetçiler daha cesur açıklamalar yapmaya, daha net taleplerde bulunmaya başladı. Ne var ki, 7 Haziran statükosunun bu durum karşısında gücünü paylaşmaya, söylemlerini yumuşatmaya ve şimdiye kadar izlediği hükümet etme pratiğini bırakmaya razı olacağını düşünenlerden değilim. Zira mevcut iktisadi koşullarda, hükümetin, 7 Haziran sonrası elde ettiği denetimsiz hükmetme pratiğini, siyaset yaparak kazanabileceği mümkün görünmüyor. Bunun AKP de MHP de farkında. Eğer değillerse bile İstanbul seçimlerinde ortaya çıkan 800 bin oy farkı bunu onlara hatırlatacaktır. Dolayısıyla, milliyetçi-güvenlikçi ve Batı karşıtı dil ve politika bütün hızıyla siyaseti domine etmeye devam edecektir. Bu politikaların yaratacağı iktisadi sorunlarla maalesef milletimiz boğuşmak zorunda kalacaktır. Revizyonist liderler için fırsat kapısı bu noktada aralanmış olacak. Onların birbirleriyle diyalog içinde olmaları, somut reçeteler ile halka gitmeleri gerekiyor. Hepsinden önemlisi kurumları işleyen ve kanunları eşit olarak tatbik edilen modern bir devletin ve rekabet eden bütün aktörleri meşru olarak kabul eden bir siyaset anlayışının hepsinin birden ayakta kalabilmesi için tek yol olduğunu idrak etmeleri gerekiyor.