[voiserPlayer]
*Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.
İngiltere yönetimindeki Doğu Hindistan Şirketi 18. yüzyılda aşama aşama Hindistan’ın çoğunu kontrolü altına almayı başarmıştı. Şirketin bu hâkimiyeti Hindistan için bir yıkımdı ancak pek çok yönetici ve hisse sahibini son derece zenginleştirdi. Sahip oldukları zenginlik bu kişilerin İngiliz siyasetinde, entelektüel hayat ve iş hayatında önemli roller almalarını sağladı. Şirketi sert bir dille eleştiren Adam Smith, “Tüccarların özel şirketi hâline gelen hükümet, herhangi bir ülkenin başına gelebilecek belki de en kötü hükümettir” diye yazmıştı. Napolyon Savaşları’nın ortasında çok fazla talanla karşılaşınca, İngiliz hükümeti Hindistan ticaret tekelini nihayet şirketin elinden aldı.
Bu durum şirketi, uğraşlarını başka bir alanda ikiye katlamaya yöneltti: Çin ticareti. Çin’le ticaret yapmalarındaki sorun, şirketin Çin’in ilgisini çekecek hiçbir ürün satmıyor olmasıydı. Çin’den almak istedikleri çok fazla ürün vardı (porselen, çay) ancak satacak hiçbir şeyleri yoktu: Akıllarına Bengal’de üretilen afyonu Çin’e satma fikri gelene kadar. Çin hükümeti afyon ithalatına yasak getirmiş olsa da afyona yerel bir talep vardı. Bu yasağı aşmak ve etik nedenlerle başka yerde satamayacakları bu bağımlı edici maddeyi satmak isteyen şirket, Çin limanlarını açabilmek için savaşa girmeye karar verdi. 1842’de Çin’de beş “antlaşma limanı”nın açılması, Hong Kong’un bırakılması ve Çin’de yaşayan yabancılara politik dokunulmazlık sağlanmasıyla sonuçlanan kötü şöhretli “Afyon Savaşı”nın kökeni buydu. “Aşağılanma yüzyılı” başlamıştı. Nihayet şirket de kendi çalışanlarının özel hayatlarında kullanmalarını onaylamayacağı bir maddeyi, çok uzaklarda yaşayan yabancılara satabilecekti.
Norveç hükümeti, iklim krizi tehdidini en çok vurgulayan hükümetlerden biri. Yetkililer ülkede benzinle çalışan arabaların neredeyse hepsini elektrikli arabalarla değiştirmeye çalışıyor. Ülkede tüketimin sebep olduğu karbon ayakizinin azalmasından memnunlar. Orman tahribatını kısıtlayan ve ağaçlandırmayı teşvik eden uluslararası aktiviteleri fonluyorlar. Ancak aynı zamanda, Norveç son elli yıldır petrol ve benzinin en önemli üreticilerinden, daha da önemlisi ihracatçılarından biri. Benzinde dünya üçüncüsü olan Norveç’in ihracat gelirinin yüzde 50’sini de petrol ve benzin ürünleri oluşturuyor. Dahası, Kuzey Kutup Dairesi’nin iklim krizi karşısında en hassas bölge olduğunu belirten aynı hükümet, bu bölgede petrol keşif ve üretim sahasını genişletmeye karar verdi.
Böylece Norveç, kendisinin tehlikeli bulduğu bir metanın üretimini ve satışını artırıyor ve bunu Doğu Hindistan Şirketi’nin de afyonla yaptığı gibi, kendi ülkeleri temiz kalırken uzaktaki yabancılara satıyor. “Paranın kokusu yoktur.”
Norveç’in tutumu sadece ikiyüzlülük olduğu için şaşırtıcı değil: Bu “erdem sinyalleme”, hükümetin yaptıklarıyla çok açık bir tezat oluşturuyor. Pek çok iklim aktivistinin karbon emisyonunu düşürmek için düşük ve orta gelirli ülkeleri petrol kullanımını azaltmaya ikna etme çabaları göz önüne alındığında, bu tezat çok daha çarpıcı oluyor.
O hâlde şu sorulabilir: Dünyanın en zengin ülkesinin nüfusunu ve hükümetini bile iklim kontrolünün faydaları konusunda ikna edemiyorlarsa Meksika, Gabon, Nijerya, Rusya gibi ülkelerin petrol ve benzin üretimini azaltması için ne gibi argümanlar kullanmayı düşünüyorlar? Bunlar geliri Norveç’ten katbekat daha düşük olan ülkeler. Örneğin, Nijerya’da yaşayan orta gelirli bir kişi, Norveçli birinin reel gelirinin yirmide birini (yazım hatası değil: 1/20) kazanıyor.
Meksika ve Nijerya’nın petrol ve benzin üretimini azaltmayı reddetmesini tamamen anlayabilirim, çünkü bunlar olmazsa ülke nüfusu ciddi şekilde fakirleşecek. Ancak makul metriklere göre Norveç’te hiçbir fakirleşme yaşanmayacak. Çok yüksek gelirli bir ülke olan (kişi başına düşen GSYİH 66 bin dolar, ABD’den yüzde 20 daha fazla) ve bu gelirin vatandaşlar arasında oldukça eşit dağıldığı (Gini katsayısı 26) Norveç, “afyon muadili” bu ürünün üretiminden vazgeçebiliyor olmalıydı. Ancak, mevcut hükümetin petrol keşif ve üretim sahasını arttırma kararı çoğunluğun desteğini almış göründüğüne göre, aksini gerçekleştirecek bir siyasi güç yok gibi duruyor.
Burada iklim aktivistleri için çok önemli bir ders var. Benim de çok kez üstünde durduğum gibi, ekonomik büyüme ve iklim değişimi kontrolü arasındaki denge hakkında çok daha ciddi düşünmeliler. Aktivistlerin sundukları modelde iklim değişimini kontrol altına almanın avantajları yadsınamaz olsa da konu uçak yakıtı, benzin vergisi gibi yasal düzenlemelere geldiğinde halk direnişiyle (Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketi gibi) karşılaşıyorlar. Bu direniş, dünyadaki neredeyse hiç kimsenin daha düşük geliri kabul etmek istememesinden kaynaklanıyor. İklim aktivistleri konferanslarda daha düşük gelirlerle “büyüyen” insanlar hakkında konuşabilirler, ancak dünyanın en zengin ülkesinin vatandaşları bile bu alternatif sunulduğunda, bunu reddedecektir.
İklim değişikliğiyle gerçekten yüzleşmek istiyorsak -sadece konuşmanın tam tersi olarak- ilk olarak bu örnekte olduğu gibi ikiyüzlülükten kurtulmamız, sonra da geniş kitleler tarafından kabul edilecek yasal düzenlemeler tasarlamamız gerekiyor. Buna zengin ülkelerle başlamalıyız, sadece tarihsel olarak iklim krizindeki payları çok daha büyük olduğu için değil (tarih boyunca oluşan emisyon birikimi düşünüldüğünde), bu değişimin mâliyetini diğer ülkelere göre daha kolay üstlenebilecekleri için.