[voiserPlayer]
İran, ülkenin son 30 yıldır Rehber’i olan Ayetullah Ali Hamaney’in ilerleyen yaşının ve halefinin kim olacağının tartışıldığı ve uluslararası yaptırımların gölgesinde ekonominin iyice bozulduğu bir dönemde 18 Haziran 2021 tarihinde cumhurbaşkanlığı seçimlerine gitmiştir. Yapılan seçimlerin kazananı, sürpriz olmayan bir şekilde yargı erki başkanlığı görevini yürüten ve muhafazakârlar tarafından desteklenen İbrahim Reisi olmuştur. Seçimler ve aday adayları, seçim sürecine girilmesinden itibaren İran’da bir gündem konusu olmuştur. İran’da adaylık başvurusu yapan isimler bir onama sürecine tabi tutulmaktadır. Anayasayı Koruyucular Konseyi, başvuran adayların niteliklerine göre aday olup olamayacaklarına karar vermektedir. Rehber’in kontrolündeki kurum, adaylık için başvuran yaklaşık 600 kişiden sadece yedisinin başvurusu kabul etmiştir. İddialı isimlerden önceki cumhurbaşkanlarından olan Ahmedinejad ve reformistlerin önemli temsilcilerinden Laricani’nin başvuruları ise veto edilmiştir. Böylelikle rejim, toplum mühendisliği yaparak, kazanması istenen ve kazanmaları ihtimal dışı olan toplam yedi adayı “zorunlu seçmeliler” olarak halkın önüne koymuştur. İlerleyen süreçte adaylardan bazılarının diğerleri lehine adaylıktan çekildikleri görülmüştür.
Sürece yapılan müdahalelerin bir sonucu olarak halk sandığa gitmemiş ve seçimlere katılım, %48 civarında gerçekleşmiştir. Bu orana da ancak oy kullanma süresinin gece 02:00’a kadar uzatılması ile ulaşılmıştır. Zira oy kullanma süresinin bittiği saat olan 17:00’da katılım %37’de kalmıştır. Bu oran, Hasan Ruhani’nin cumhurbaşkanı seçildiği 2013 ve 2017’deki seçimlerde yaklaşık olarak %73’tür. Reisi, geçerli oyların %60’ından fazlasını alarak birinci olurken, ikinciliği %15 ile geçersiz oylar göğüslemiştir. Tahran ve Tebriz gibi büyük kentlerde seçimlere katılım oranı daha da düşük kalmış ve %30 civarında olmuştur. Reisi’nin seçimleri kazanmasının ardından İran’da iç politikanın nasıl şekilleneceği, dış politikada ABD ile ilişkilerin nasıl dönüşeceği ve Türkiye-İran ilişkilerinin geleceği gibi konular ülkemizde sıklıkla tartışılmıştır. Bu tartışmalardan bazıları, özellikle Türkiye ile ilişkiler konusunda, kısmen sekter bir tavırla seçimleri değerlendirirken seçim sonuçlarına ve İran’ın geleceğine dönük tarafgir bir yaklaşım içerisinde kalmışlardır. Diğer taraftan bazı çalışmaları ise sekter bir dilden uzak olmalarına karşın Türkiye-İran ilişkilerinin geleceği hususunda “devletçi” yaklaşımlardan azade kalamamış ve iki ülke ilişkilerinde pembe bir renk hâkimiyetinde tablo çizmişlerdir. Bu tartışmalara bir katkı sunması amacıyla bu çalışma ile iç politika ve dış politika konularına ilişkin görüşler paylaşılacaktır. Türkiye-İran ilişkileri konusunda ise “daha kötümser” bir yaklaşımın altı çizilecektir.
Reisi’nin seçilmesinin iç politikadaki sonucunun İran için iki boyutlu olduğu ifade edilebilir. İlk olarak rejim, geleceğini garanti altına almak adına önemli bir sonuç elde etmiştir. Reisi’nin yaşı hayli ilerlemiş olan Rehber Ali Hamaney’in yerine hazırlandığı ve bir gelecek projeksiyonunun parçası olarak “müesses nizamın” adayı olarak belirlendiği düşünülmektedir. Bu bağlamda rejim, kendisini ileride yönetecek ismi ön plana çıkarmış ve onun seçilmesi amacıyla rakiplerini daha zayıf isimlerden seçmiştir. Daha önce Rehber Hamaney’in reformist olarak tanımlanan cumhurbaşkanları ile yaşadığı gerginliklerin ardından muhafazakâr bir ismin seçilmesi, “seçilmişler” ile “atanmışlar” arasındaki bu uçurumun kapanmasını sağlayacaktır denilebilir. Reisi bu bağlamda müesses nizamın mevcut ve yaşı ilerlemiş kadrolarının arasında genç ve geleceği olan bir isim olarak düşünülebilir. Cumhurbaşkanlığı makamı, ömrünün uzun bir kısmını yargı kurumunda geçirmiş bir ismin Rehberlik makamına hazırlanması açısından önemli olacaktır.
Ancak, Reisi’nin seçilmesinde yapılan toplum mühendisliği ve halkın yarısının seçimlere katılmaması, bir halk hareketi sonucu ortaya çıkan 1979 yılındaki Devrim’in bir ürünü olan ve meşruiyetini kurarken sürekli halka atıf yapan bir rejim için tehlikeli de olabilecektir. Halk desteğini kaybeden devlete karşı toplumun rejimin meşruiyetini sorgulamasına yol açabilecektir. İran’da muhalefet birkaç yıl öncesinde protestolarda önemli oranda bastırılmış olsa da muhalifler düşüncelerini özellikle sosyal medya üzerinden duyurmaya devam etmektedirler. Diğer taraftan rejim, başta amacı rejimi korumak olan Devrim Muhafızları Ordusu ve diğer güvenlik güçleri ile olası eylemleri sert bir biçimde durdurabilecektir. Böyle bir durumda ahlaki üstünlüğün muhaliflerde olduğundan söz etmek gerekmektedir. Zira yönetim, Şii tarih anlatısından beslenerek kurduğu meşruiyet zeminini bu tip hamlelerle kaybetmektedir. Muhalefeti ise dış güçlerle irtibatlandırarak bastırılmasının yolunu açmaktadır. Bu noktada muhalefetin ahlaki üstünlüğünün kaynaklarına odaklanmak gerekmektedir. 1993 yılında yazdığı Class, Politics and Ideology in the Iranian Revolution adlı eserinde Mansur Moaddel, 1970’lerdeki halk hareketlerinin 1979 yılında bir devrime evrilmesini ve Şah’ın bunu engelleyememesini muhalif hareketin arkasına Şiiliğin “kullanışlı” geçmişini almasına bağlamaktadır. İran İslam Cumhuriyeti, 1979 yılında kuruluşundan bu yana iç ve dış politikasını çoğunlukla Kerbela, şehitlik, direniş, baskı ve zulüm gibi kavramlarla donatılmış Şii geçmişini referans göstererek inşa etmektedir. Bugün bu söylemlerin ya da İran’ın Suriye’de, Yemen’de veya Lübnan’da izlediği politikaların –her ne kadar buralardaki operasyonlar ve verilen destekler yine bu söylem üzerine bina edilse de- halk nezdinde aynı karşılığı bulamamaktadır.
Dış politika alanında ise Reisi’nin ötesinde bir politika yapım süreci işlemektedir. Dış politikanın İran’daki ana unsuru Rehber olmakla birlikte, Orta Doğu söz konusu olduğunda Devrim Muhafızları Ordusu da önemli bir aktör olarak ortaya çıkmaktadır. Reisi’nin dış politika alanında herhangi bir tecrübeye sahip olmaması –ki seçim öncesi tartışmalarda bu daha belirgin hale gelmiştir- politika yapımının bu aktörler tarafından sürdürüleceği sonucunu getirmektedir. Bunun anlamı da İran’ın bölgedeki mevcut politikalarının belki daha da sertleşerek süreceği anlamına gelmektedir. İran, özellikle son 20 yılda bölgedeki devlet dışı aktörlere büyük yatırımlar yapmıştır. ABD ile ilişkiler söz konusu olduğunda Obama Dönemi’nde imzalanan, ancak Trump Dönemi’nde rafa kaldırılan anlaşmanın tekrar sağlanabileceği hususunda şüpheyle yaklaşmak gerekmektedir. Her ne kadar İran anlaşmaya dönmeye olumsuz değilse de bunu mümkün olan en iyi şekilde yapmak isteyecektir. Diğer taraftan İran’ın tek taraflı isteğinin bir sonuç getireceğini düşünmemek gerekir. ABD’nin anlaşmaya yeniden dönmek konusunda öncelikle ülke içerisindeki Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasındaki anlaşmazlığı çözmesi ve İsrail’in çekincelerini gidermesi gerekmektedir. Bu noktada, İran’a uygulanan yaptırımların ABD için bir koz olduğu vurgulanmalıdır. İran’ın yaptırımlardan da kaynaklı olarak içerisinde bulunduğu ekonomik darlık, mevcut siyasi konjonktürle de birleşince devlet ve toplum arasındaki mesafeyi açmaktadır. Bu çerçevede, bir yandan rejime karşı yükselen seslerin, diğer taraftan yurtdışına çıkan insan ve maddi kaynağın göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Son yıllarda sadece Türkiye’ye taşınan ve burada vatandaşlık alan İranlı sayısı artmaktadır. Bu, İran için tehlikeli bir sürece işaret etmektedir. Rejim hem toplumsal meşruiyet zeminini kaybetmekte hem de maddi ve beşeri kayıp yaşamaktadır. ABD’nin İran’ı yaptırımlar nedeniyle baskı altında tutmasının sebebi budur.
Türkiye bağlamında bakıldığında İran ile ilişkiler, Türkiye’nin öncelik verdiği dış politika alanlarından biridir. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçimlerin ardından Reisi’yi arayarak tebrik eden ilk devlet başkanlarındandır. Türkiye-İran ilişkilerinde üç temel, “geleneksel” ve önemli tarihsel, siyasi, sosyal ve kültürel dinamik mevcuttur. Bunlar laik rejim-şeriat rejimi ikilemi, Sünni-Şii gerginliği ve İran’da yaşayan Türk nüfusun Türkiye’de zaman zaman hatırlanmasından ve iki ülkenin de vatandaşları olan Kürtlerin zaman zaman birbirleri aleyhinde kullanılmalarından neşet eden ulus aşırı etnisite sorunudur. Suriye İç Savaşı’nın başlaması ile birlikte bu dinamiklere İran’ın yayılmacılığından mülhem etki alanı rekabeti de eklenmiştir. Ancak, son çeyrek asırda Türkiye’de yaşanan dönüşümler, bu geleneksel sinir noktalarının gündemden büyük oranda düşmesi ile sonuçlanmıştır. Gelecek dönemlerde Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin belirleyicisi olan temel meseleler, yaptırımlar, ticaret yolları ve başta Orta Doğu olmak üzere sıcak çatışma bölgeleri olacaktır. Bu alanlara bağlı olarak Ankara ve Tahran arasındaki ilişkiler sınırlı iş birliği, artan rekabet ve dolaylı yollardan çatışma şeklinde gelişecektir. Ekonomik ilişkiler, iki ülke arasında özellikle 1979’daki İran Devrimi’nden bu yana önemli olmuştur ve gelişmiştir. Ankara, Devrim’in ardından uluslararası alandan izole olan İran’ın pozisyonundan 1980-1988 arasındaki Irak-İran Savaşı’ndan bu yana faydalanmıştır. İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin bu açıdan devam edeceğini söylemek mümkündür.
Ancak, dış politika alanında var olan sorunlar –belki de artarak- devam edecektir. İki ülke özellikle Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya’daki faaliyetleri nedeniyle rakip durumdadırlar. Türkiye’nin bu bölgelerdeki faaliyetleri İran’ı ciddi bir biçimde rahatsız etmektedir. İranlı yetkililer zaman zaman açıkça Türkiye’yi eleştirmektedirler. Her ne kadar Suriye’de Türkiye, İran ve Rusya tarafından Astana süreci boyunca bir denge oluşturulmuşsa da orada Türkiye’nin varlığı, İran tarafından tehdit olarak görülmektedir. Reisi Dönemi’nde bu politikanın değişeceğini beklememek gerekmektedir. İran’ın Esad’a verdiği destek, Ankara’nın Suriye’de istikrarı sağlama ve ülkedeki Suriyelileri evlerine döndürme çabalarına engel olacaktır. Bunun Türkiye’nin iç politikasına da yansıması beklenmelidir. Türkiye’nin Irak’taki etkinliği ise Iraklı Şii devlet dışı aktörler tarafından sert bir biçimde eleştirilmektedir. Bu gruplar Ankara’yı alenen tehdit etmektedirler. Irak meselesinin bir diğer boyutu ise PKK’dır. Iraklı Şii gruplar Türkiye’nin bölgedeki operasyonlarına karşı PKK’yı desteklemeye daha meyilli bir hale gelmektedirler. Diğer taraftan Türkiye, İran’ın bölgedeki devlet dışı aktörlerle ilişkileri aracılığıyla genişlettiği etki alanından rahatsızdır. Bunun dengelenmesi amacıyla Türkiye, hem bölge devletleri hem de farklı devlet dışı aktörlerle ilişkiler kurmaktadır. Reisi Dönemi’nde dış politikada Devrim Muhafızları Ordusu’nun rolünün artacağı düşünülürse Türkiye’nin teyakkuzda kalmaya devam edeceği söylenebilir.
Türkiye’nin Kafkasya’da Azerbaycan-Ermenistan savaşındaki konumu, İran’ı oldukça rahatsız etmiştir. Azerbaycan’ın Türkiye’den alınan askeri teçhizatla Karabağ’daki işgali sonlandırması, statükonun devamından yana olan İran tarafından eleştirilmiştir. Türkiye’nin Orta Asya’da attığı adımlar ise Türkiye-İran ilişkilerinde Orta Doğu’dan sonra yeni bir sürtüşme alanı açılmasıyla sonuçlanacaktır. Türkiye’nin Pakistan ile ilişkilerini güçlendirirken Afganistan’da sahip olacağı rol, İran ile ilişkilerde yeni gerilim hatları açacaktır.
Sonuç olarak, Reisi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesi, İran’da özellikle dış politikada baş ile gövdenin birleşmesi olarak yorumlanmaktadır. Bu durum, İran’ın bölgesel konularda mevcut durumun devamını isteyeceğini ve bunun için de farklı aktörlerle ilişkiler geliştirerek genişlettiği etki ve nüfuz alanını koruyacağını düşündürmektedir. Türkiye’nin İran’a karşı en önemli stratejileri, bir taraftan onu devlet ya da devlet dışı farklı aktörlerle dengelerken diğer taraftan İran’ın da dâhil edilebileceği bölgesel iş birlikleri yaparak onu kontrol altında tutmak olacaktır.
Bu tartışmayı bir soru ile bitirmek yerinde olacaktır. Belki de böylelikle başka tartışmalar tetiklenebilecektir. Bu da İran’daki son seçimlerin aktörlük sorununu göz önüne sermesidir. Örneğin Ahmedinejad, cumhurbaşkanlığı döneminin ilk yıllarında müesses nizam ile uyumlu bir politikacı olurken kısa bir süre sonra Rehber’in tepkisini çeken girişimlerde bulunmuştur. Ahmedinejad’ın bu politikaları onu bir aktör olarak ortaya çıkarırken belki de son seçimlerde adaylığının veto edilmesine de sebep olmuştur. Peki, İran’ın yeni cumhurbaşkanı İbrahim Reisi bir aktör müdür, yoksa bir memur mudur? Bu çalışmada iç ve dış politika konularının ışığı altında Reisi’nin özerk olamayacağı iddia edilmiştir. Peki, aktör olabilecek midir?
Fotoğraf: Hasan Almasi