[voiserPlayer]
“Türk televizyonu izlemiyorum ya. Ben hep yabancı yapım…”. Bu cümleyi ömrü boyunca bir kere kuranlar elini kaldırsın. Evet sizleri sağ tarafa alalım. Kalan okuyucular. Siz de bu kalıbı hiç kullanmamış olsanız da kesin bunu sarf eden birisini tanıyorsunuzdur. Heh. Sizi de alalım öyle. Kalanlar… Birilerinin kalmasını beklemiyordum açıkçası. Ama neyse ki bu satırları okuduğunuzdan mütevellit tanış sayılırız ve bu cümleyi kurmuş birisi olarak, sizi bekleyen kalabalığa dahil ederek bu utançtan kurtarabilirim.
Ama önce kendimi açıklamama bir izin verin. Katiyen züppelik amaçlamıyorum. Sonuçta bir şeye dair beğeni veya nefret üzerinden kişinin kendisini yüceltmesini samimi olarak gereksiz bulurum (The Wire hariç. Onu beğenmeyenlerin seyir zevkleri ile alakalı şüphelerim hala baki, ama o da ayrı bir yazının konusu). Sonuçta farkında olduğum şey ortalama üstü bir iş çıkartan, dünyaya ihraç edilen dizilerin barındığı bir sektör var elimizde. Benim şahsi ilgisizliğim, geniş ölçekte ne kadar ilgi uyandırdığı gerçeğini değiştirmez diye düşünüyorum. Benim yerli dizilerden soğuma sebebim aşırı teatral, dibine kadar drama yüklü abartılı oyunculuklarla 1.5 saati aşan (normal TV karşısında dizi izlemek isteyenler iki saati gözden çıkartıyor, ki bu delilik!) ve birbirine çok benzer şekilde ilerleyen yapımlar olmasından kaynaklı. Bu soğumaya paralel olarak Recep İvedikesque filmler, Yılmaz Erdoğan a.k.a. drone shot çılgınlığı ve Cem Yılmaz nostalji ekmeği furyası gibi nedenler yüzünden yerli sinemadan da uzaklaşma geldi (ki o da ayrı bir yazının konusu) hemen sonrasında.
Şimdi yazacağım şeyler yaklaşık 10 sene öncesinden aklımda kalan şeyler. Galiba Ezel olmalı. İlk çıktığında çok ses getirmişti. Herkes hypelanmış bir şekilde övüyor, yere göğe sığdıramıyor. Dedim bir şans vereyim. Hafızam beni yanıltmıyorsa uzun, upuzun bir özet. Sonrasında reklam. 90 dakika dizi arasına 45 dakika civarı reklam, jingle vs. Tek bir bölüm izlemek için iki saatten fazla ömrümden harcadım anlayacağınız. Dizi kötü değildi kesinlikle ama sayın okuyucular eğer yorgun argın işten gelip bir dizi izlemeye iki saat ayıracaksam, benim SGK primimi yatırmasını da beklerdim kendisinden. Çünkü buna harcanacak zaman fazla mesainin ta kendisi.
En son yerli dizi izleme girişimim Ezel olsa gerek. Hafızamı didik didik ettim ama başka bir dizi hatırlayamadım. Tabi yukarıda yazdığımdan anlamışsınızdır. Ezel uzun zamandır soğuduğum Türk dizi sektörüne tekrar entegre olma çabamdı ve gerisini getiremeyeceğimi o an anlamıştım. Ama kopuş çok öncesinden başlamıştı. Yabancı dizilerin CNBCE ve benzeri yollarla ülkeye girmesi ile eş zamanlı olarak Türk dizilerinden uzaklaşmaya başladığımı hatırlıyorum. Sektirmeden tüm bölümlerini izlediğim bir tek İkinci Bahar ve Yedi Numara geliyor aklıma yerli dizi deyince (ki yaşı da ele verdik böylece ama can sağ olsun). Bir ara millet “Kurtlar vadisi abiii, inanılmaz aksiyon vaaar” gazına gelmiştim. İki bölüm dayanabildim onda. Ki sonrasında gelen Osman Sınav furyası da işleri daha iyiye götürmedi. Sonra ne şekilde komik bulunduğunu, bugün dahi, anlamadığım garip diziler peyda oldu ekranlarda. Ardından Binbir Gece ile ihtirasın doruklarına ulaşılan diziler çıktı piyasaya. Hemen tutucu çevreler “AHLAKSIZLIĞI TEŞVİK EDİYOR” diye velveleye vermeye başladılar ortalığı. Spellcaster dizileri çıktı meydane bir ara. Sihirli Annem, Bücür Cadı, Selena. Bu defa da “BÜYÜ HARAM” diye bir haykırış ile yine dikkatleri malum çevreler çekti. Sigara ve alkol sahneleri blurlanmaya başladı. Öpüşme sahnelerine cezalar yağıyordu. Rtük hep mantıktan azade bir düzlemde olan varoluşunu televizyonlardan salonumuza dek getirmişti bile. Veee bende de yerli dizilere karşı kaskatı bir önyargı oluşmuştu artık.
Resmen yerli yapım dizilere karşı içimdekileri kustum. Pişman değilim. Tüm yukarıda saydıklarım elbette Türk televizyonculuğunun çarpık bir şekilde sektörü bu kriterlere mahkûm etmesinden kaynaklanıyor öncelikle. Seyircilere sürekli benzer şeyler sundukça onların arasından sıyrılan yapımlar da birbirinin karbon kopyası olmaya başladı. Oyunculuklar, dizide kritik olayların gerçekleşmesi, şoklar, sürprizler, gizemler. Hepsi sanki birbirini andırıyordu. Aktif olarak izlemesem de etrafımda bunlardan bahseden ciddi bir kitle olduğu için kulak dolgunluğu ile bir süre idare ettim ama onlar da uzaklaşınca hâlâ her şeyin eskisi gibi olduğunu düşünmeye devam ettim.
Elbette köprünün altından çok sular aktı ama olan olmuştu. Bir süre de devam etti. 10 yıl! Tam 10 yıl olmuş düşünsenize bir ekran karşısına oturup yerli dizi izleyeli. Bir defasında sırf geyiğine baştan sona Arka Sokaklar bölümü izledim ama o sayılmaz. Sonrasında koskoca bir boşluk. Dizi ve her ne kadar dizi/film izlemeyi çok sevsem de sektörel trendin akış yönü beni çok uzak kıyılara sürükledi. Ta ki bu haftaya dek. Normal timeline surfümü icra ederken bir kişiyi “Bir Başkadır” överken gördüm. Önce çok ilgimi çekmedi. Yalnız çok zaman geçmeden bir kişi daha gördüm öven. Sonra bir daha bir daha. Neredeyse Covid salgını kadar hızlı bir şekilde yayıldı meret. E haliyle merak ettim tabi.
Bir baktım diziymiş. Netflix dizisi. Yerli yapım dizileri de sık sık konuşuluyordu ama misal açılış destesinden Hakan: Muhafız gibi bir şey çıkınca (ki sadece diziye dair kötü CGI’lı dövüş sahnesi bile merakımı öldürdü) o alanda da pek beklentiye girmemiştim. Blu TV dizileri konuşuluyordu bir ara ama nasıl olacağından emin olmadığım diziler için yerli platforma üye olma isteği duymamıştım o zamanlar (ama siz patreon desteğinizi arttırırsanız ben Bilgehan hocadan yıllık VPN ve Hulu üyelik ücretini koparmayı planlıyorum, bir destek olsanıza bize?). Ama bu doğrudan elimin altındaydı.
İlk bölüm sardı açıkçası. Öncelikle gözüme çarpanlar dekorların iyi kullanımı, en azından açılış için, abartısız anlatım odaklı oyunculuklar ve bunların birleşimi ile ortaya çıkan inandırıcılıktı. Konu da sade ilerliyordu başlarda. Zaten sansasyona bel bağlamayan anlatım tarzı ile beni yakalamıştı bile. Ki bu izleyicinin ilk başta en çok dikkat edeceği şeylerden birisi olacaktır diye düşünüyorum. “Netekim” uzun lafın kısası, yıllar yıllar sonra ilk defa yerli yapım bir diziyi soluksuz izleyip bitirebilmiştim ki, itiraf edeyim bunu beklemiyordum.
Tabii ki her izlediği eser hakkında ileri geri konuşan birisi olarak dizide anlatılanlardan KENDİ ANLADIKLARIMI aktarmakla yükümlü hissediyorum. Bir kere diziyi baştan sona izledikten sonra fark edeceksiniz ki anlatılan hikayeler günümüz Türkiye’sinde pekâlâ olası. Öyle uçuk kaçık şeyler anlatma ucuzluğuna kaçmamış. Gündelik hayatta hepimizin karşısına çıkabilecek tiplemeler var ortada. Güzel tarafı da bu kişilerin portreleri çizilirken iyi ve kötü ayrımı yapma gibi bir çabaya girişmemiş. En çok bu kısmını takdir ettim. Çünkü ufak bir dokunuşla bir tarafı karikatürize edip kötü taraf diye sunabilmeleri mümkündü. Aslında bir taraf da yok pek ama sınıfsal bir ayrışma var dizide gözümüze sokulan. Üst orta sınıf yaşamlar ile emekçi kesimin arasındaki kopukluğu tüm bölümlerde gözlemlemeniz mümkün. Evleri, yaşamları, uğraşları. Yine abartıya kaçmadan farklılıklar düzgün bir şekilde işlenmiş.
Dizinin açılışı da bu yukarıda tarif ettiğim iki sınıf bireylerinin arasından, kurşun hızıyla en dibe vurma yolunda olan, iki kadının yollarının kesişmesi ile başlıyor aslında. İlk başta önyargılar masaya yatırılıyor. Sonra taraflar birbirini tanımaya başladıkça bakış açımız genişliyor ve aslında bu taraflar arasında sınırların düşünüldüğü kadar uzak olmadığını anlayıncaya dek kadraj uzaklaşıyor. Dizinin ana fikrine katılmak konusunda şüpheli olsanız da (ki gayet makul bulurum, bazı yerler bana da imkânsız gibi geldi) tutarlı anlatımına hak vermekte zorlanmayacaksınız. Bunun en önemli sebebi de dizinin karakterleri doğal habitatlarında kanlı canlı bir insan gibi resmetme çabası. Kurmaca bile olsalar dizide resmedilen insanların (veya bir benzerlerinin) şu an ülke sınırlarında nefes alıp verdiğini öğrensem hiç şaşırmam.
Spoiler vermeden anlatmayı burada kesiyorum ama karakterlere dair son bir parantez daha açmak isterim. Aynı sosyal sınıfa ait bireyler arasında bile farklı beklentiler, refleksler gözlemlemek mümkün. Çeşitlilik gırla. Liberal ve anlayışlı bir imam (tamam zor biliyorum ama vardır bir tane be), hayata adapte olmakta zorluk çeken bir eski komando, plaza ortamlarının aranan başörtülü temizlikçisi, plaza ortamlarının aranan playboyu, psikiyatrist, psikiyatristin psikiyatristi, gece klübü güvenlikçisi, hafif pseudo science esintileri taşıyan ezberci İslamcı… Karakterler mümkün olabildikleri kadar birbirlerinden ayrıştırılabilecek niteliklere de sahipler ama dizi genelde “aynılar aynı yerde” mantığı ile bunları resmettiği için ne olduklarını ve neden onların nasıl olduklarını ezberlediğiniz konusunda şüpheniz kalmıyor.
Karakterler ilginç olduğu kadar onlara hayat veren oyuncular da başarılı. Sadece kendi tiplemelerini oluştururken değil aynı zamanda diğerleri ile etkileşime girdiklerinde de sahiciliklerini koruyorlar. Sırasıyla Öykü Karayel ve Fatih Artman (evet Behzat Ç.’yi de izlemedim bu arada onu da itiraf edeyim hazır yeri gelmişken) inandırıcılık dozunu baya yukarı çıkarmışlar. Defne Kayalar rolünde fevkalade inandırıcı (ki Defne Hanım ile takipleştiğimi daha bugün öğrendim ve oyunculuğunu beğenmemde bunun KESİNLİKLE alakası yok, selam ederim kendisine) Tülin Özen, Settar Tanrıöğen ve Funda Eryiğit çok tutarlı ve düzgün bir şekilde rol yapıyorlar.
Tabii “Bir başkadır”‘ın ilgi çeken tek yanı da bu değil. Çekimleri bir defa çok iyi. Karakterleri, atmosferi yansıtma konusunda oldukça iyiler diyebilirim. Konuya hâkim olmanızı istedikleri kadar mesafeden anlatım konusunda herhalde klasmanının en başarılısı. Dizinin çekim süreçlerine dair çok fazla bilgim olmadığı için çekim yapılan mekanlar olduğu gibi seçilmiş ufak tefek eklemeler çıkarmalar yapılmış diye tahmin ediyorum. Yönetmenin tercihleri ile diğer örneklerden sıyrılan bir iş olmuş diyebiliriz. Ayrıca bölüm sonlarındaki Ferdi Özbeğen konser görüntüleri ve eski İstanbul çekimleri çok iyi olmuş diyebilirim. Homecoming dizisinde görüp sevdiğim bölüm bitmiş olmasına rağmen görüntülerin akıp gitmesi fikrinin bir benzerini de burada gördüm. Sanki bölüm bitmiş olsa bile hikâyenin yaşanmaya devam ettiğini anlatır gibiydi.
Son Söz: Şahsi beğenime göre son zamanlarda Türk sinema ve dizi sektöründen çıkmış yüz akı sayılabilecek işlerden birisi var huzurumuzda. Teknik ve sanatsal açıdan neredeyse eksiksiz. Tabii ayrışmanın zirve noktasını bulduğu bugünlerde bu tip bir hikâye kimilerine inandırıcı gelmeyebilir ama insanlar hayatlarını yaşamaya devam ediyorlar ve böyle durumlar yaşanıyor.