[voiserPlayer]
Korona virüs salgını sosyal medya gündemini de etkisi altına aldı. Her şeyi kutuplaşmanın mezesi haline getiren sosyal medya kullanıcıları tabii ki bundan da ziyadesiyle nasiplendi. Yüzlerce tartışma ve karşılıklı suçlamalardan bir tanesi de virüs sebebiyle kapanan okullarda ders veremeyen ücretli öğretmenler maaş alamazken, kapanan camilerde namaz kıldıramayan imamların maaş almaya devam etmesiyle ilgiliydi. Bir kişinin attığı bu tweet, en son baktığımda yüz bine yakın beğeni almıştı. Tweeti beğenenlerden biri de dünyanın en iyi metot okullarından birinde eğitim almış, çok iyi bir üniversitede hocalık yapan ve en önde gelen uluslararası dergilerde makaleleri yayınlanan bir hocamızdı. Bu Hocamız, tweeti beğenen diğer binler gibi basit bir mantığı yürütememiş, ücretli öğretmenlerin memur statüsünde olmadığı, imamların ise memur statüsünde olduğu gerçeğini es geçmişti. Halbuki, diğer ders vermeyen memur öğretmenler tıpkı memur imamlar gibi ücret almaya devam ediyordu. Kısacası, burada asıl tartışılması gereken mesele, neden benzer işleri yapan bir grup öğretmen memur statüsünde çok daha güvenceli bir iş hayatına sahipken, diğer ücretli çalışan grubundaki öğretmenlerin hiçbir güvencesi olmayışıydı.
Bize metot dersi veren, analitik, eleştirel düşünme yöntemlerini öğreten ve bunların ne kadar önemli olduğunu anlatan ve öğreten bir hocamızın, bu kadar basit bir kıyaslama hatasına düşmesi, beni uzun bir süredir gözlemlediğim ve yazmayı istediğim bir meseleye, akademik kariyere sahip eğitimli kesimdeki muhaliflerin bir tutarsızlığına değinmeyi zorladı. Öncelikle bu tutarsızlığın ne olduğunu ve sonrasında bu tutarsızlığın sebebiyle ilgili kişisel düşüncelerimi paylaşacağım. Son bir kere daha hatırlatmak isterim ki, bu yazıda bahse konu olacak muhalif kişiler ülkemizin önde gelen akademisyenleri, uzmanları, kısacası “aydın, okumuş, entelektüel” kesimleridir.
Öncelikle bu eğitimli, uzman kişilerin birinci ve en önemli tutarsızlığı, eleştirdikleri, muhalif oldukları parti, kurum ve kişilere karşı tutum ve yaklaşımları ile kendi ideolojilerine yakın kesimlere karşı tutum ve yaklaşımlarının farklılık göstermesi. Bu kesim iktidarı ve iktidar ile bağlantılı kurum ve kuruluşları eleştirirken genel olarak bilimsel yöntemlerden, akıl ve mantıktan ve dünyadaki iyi yönetilen ülkelerle kıyaslamalardan beslenmekte. Çok detaylı ve kendi içinde tutarlılığa sahip, belli normlara dayanarak eleştirilerini sıralamaktalar. Ülke olarak karşılaştığımız bir meseleyi, en küçük detayına kadar inceleyip bu meselenin yönetilmesi esnasında yapılan hataları ve iktidar ile bağlantılı kurum ve kuruluşların bu hatalardaki rollerini adete atomlarına kadar parçalayıp, gözlerimizin önüne sermeye çalışıyorlar. Sonuç olarak ise istisnası olmaksızın her defasında iktidarın ne kadar hatalı bir yönetim sergilediği sonucuna varıyorlar. Eleştirinin değerini sürekli tekrarlayan ve bir olayı analitik bir şekilde her yönünden ele almayı kanun benimsemiş hocaların bu tarz bir yöntem benimsemesi ilk bakışta gayet normal ve anlaşılabilir bir tavır olarak görülüyor.
Asıl sorun ve bizim bu yazıda tutarsızlık olarak adlandırdığımız şey, benimsenen tüm bu yöntemlerin sadece iktidara karşı uygulanıp kendi tarafının, desteklediği kurum ve kişilerin ve ideolojilerin, bu ince eleyip sık dokuma anlayışının, eleştirel sorgulamanın tamamen dışında bırakılması. Ne demek istediğimi ülkemizde çok tartışılan bir meseleyi, basın özgürlüğü konusunu biraz açarak anlatmaya çalışalım. Hocalarımızın en fazla eleştirdiği unsurlardan biri iktidarın medyayı kontrolü altına alıp yandaş medya oluşturması. Bu yandaş medya aracılığıyla da insanları manipüle etmesi. Fakat tutarsızlık şu ki, bu insanların yorumcu veya yazar olarak bir parçası olduğu, sosyal medyada faaliyet gösteren platformların istisnasız tamamı iktidara karşı pozisyon almış bir ideolojinin, partinin veya oluşumun taraftarlığını yapmakta.
Bunların en çarpıcı örneklerinden bir tanesi de kendi alanın önde gelen uzmanlarının yazılar yazıp programlar yaptığı “Gazete Duvar.” İç politikadan dış politikaya içerdiği bütün analizler ve programların neredeyse tamamı her konuda hükûmeti eleştirirken, bir taraftan da sürekli HDP güzellemesi yapmakta. Örneğin bir haberde Gazete Duvar, Veli Saçılık’ın “HDP’nin iktidarı çok güzel iktidar olur” sözlerini aynen bu başlıkla Twitter’da gün boyu HDP propagandası yapabilmekte. T24 veya Medyascope gibi mecralar da benzer şekilde bir taraftan hükûmeti ana akım medyayı ele geçirmekle suçlarken, kendileri bir gazeteciden ziyade belli bir ideolojinin taraftarlığına soyunup adeta bir aktivist veya parti üyesi gibi hareket edebilmekte. Bu mecralara analiz ve program yorumculuğu ile katkıda bulunan akademisyenler de karşı tarafı hükûmete yandaşlıkla eleştirirken, parçaları oldukları bu platformlara HDP taraftarlığı ve ideolojik yanlılığı ile ilgili en ufak bir eleştiriyi bile fazla görmekte.
Kısacası, bu örneklerde çok açık bir şekilde gözlemlenebilen, iki yüzlülük demek istemesem de muazzam bir çifte standart bulunmakta. Maç izleyen bir taraftar nasıl ki kendi oyuncusunun yaptığı hareketin kurallar dahilinde olduğunu iddia ederken benzer hareketleri yapan rakip oyuncunun her hamlesini kural dışı olarak görüyorsa, bu kesimler de tıpkı bir taraftar, tribünde takımını destekleyen ateşli bir seyirci gibi, karşı tarafa gelince farklı, kendi tarafına gelince farklı kuralları benimseme tutarsızlığına savrulabiliyorlar. İşin ilginç ve üzüntü verici yanı da sürekli eleştirinin değerinden bahseden ve iktidarı farklı görüşleri susturmakla ve en ufak eleştiriyi bile kabul etmemekle itham eden bu kişiler, kendilerine yöneltilen en ufak bir eleştiriye aşırı tepkiler verip karşısındakini ya bilgisizlikle ya da iktidarın yandaşlığını yapmakla suçlayabiliyorlar. Mesela, iktidarı en sert eleştiren gazetecilerden biri olan Ruşen Çakır, Twitter’da tamamen saygı çerçevesinde yaptığım bir eleştiriye, beni bloklayarak cevap verirken, ertesi gün hiç yüzü kızarmadan iktidarı özgür düşünceyi kısıtlamak ve eleştirilere sert tepki vermekle suçlayabiliyor.
Bu tutarsızlığın ve çifte standardın çeşitli sebepleri olabilir, bu yazıda bunları tek tek incelemeye yerimiz de yeterliliğimiz de yok. Ben yine de dikkatimi çeken olası bir sebebe kısaca değinmeye çalışacağım. Bildiğiniz gibi 2019’un Ağustos ayında hem Kurban Bayramını, hem de 30 Ağustos Zafer Bayramını kutlandı. İki bayram arasında iki haftalık bir süre vardı. Twitter’dan takip ettiğim, özellikle muhalif kesimler ve akademisyenler tarafından ekonomi alanındaki görüşlerine değer verilen bir ekonomist, “Türk ulusunun en büyük bayramı, Zafer Bayramı Kutlu olsun” şeklinde bir tweet atmıştı. Yine bu kişinin Kurban Bayramı’nın 1 Eylül’de kutlandığı 2017 yılında, 29 Ağustos’ta aynı cümleyle biten bir yazısı da mevcut. Acaba insan neden böyle bir tweet atar diye düşünürken aklıma iki ihtimal gelmişti. Ya bu kişi din aleyhtarı ya da attığı tweet’in iki hafta önce kutlanan Kurban Bayramı ile bir kıyaslama içerdiğinin farkına varamayacak kadar kıt bir zekaya sahipti. Uzmanlığı ve alanındaki yetkinliği düşünülürse birinci şık, ikincisine göre daha olası bir durumdu.
Tek bir tweetten çıkarım yapmak, bunu o insan hakkında bir yargıya varmak için bir veri olarak kullanmak elbette tam anlamıyla doğru bir yaklaşım değil. Fakat, “I know it when I feel it (hissettiğim an biliyorum)” sözünden mülhem, yukarıda bahsettiğim, “namaz kıldırmayan imamların maaş alması”, “bayram kıyaslaması” tweetleri, ve umreciler üzerinden yapılan tartışmalar, kanıtlayamayacağım fakat sonuna kadar din karşıtlığını hissettiğim örneklerden sadece birkaç tanesi. Yine kanıtlayamayacağım fakat sosyal medyada gözlemleyebildiğim ve hissettiğim kadarıyla, birçok akademisyen ve uzmanın eleştirilerindeki tutarsızlığın ve tek yanlılığın bir sebebi de, tabii ki istisnalar olmakla birlikte, ağırlıklı olarak dine ve bu ülkenin çoğunluğunun inançlarına olan yabancılıkları ve ön yargıları.
Liberal solun bu tutarsızlıkları ve sürekli hissedilen din karşıtlıklarıyla nedeniyledir ki hem ben hem de halkın önemli bir çoğunluğu, bu kimselerin iktidara getirdiği eleştirileri çoğu zaman kendi değer yargılarına yönelik bir saldırı olarak görüp savunma pozisyonuna geçmekteler. Eleştiriyi seven ve yücelten, fakat eleştirilmekten hazzetmeyen bu kimseler, elbette din aleyhtarlığı konusunu yersiz bir eleştiri, hatta iktidarın propagandasına maruz kalmış kitlelerin hezeyanları olarak geçiştirme olanağına sahipler. Fakat, benim gibi insanların bu hissi ve algısını görmezden gelmeleri, öncelikle onların ülkenin büyük bir çoğunluğu tarafından kendi kültür ve değerlerinden ve toplumdan kopuk “sözde” aydınlar olarak algılanmalara sebep olmakta. İkincisiyse, dine ve toplumun önemli bir kısmının benimsediği değerlere olan mesafeleri, ön yargıları ve hatta düşmanlıkları, çifte standarda dayanan eleştirel tutumlarını beslemeye devam edip onların aydın bir kişilikten ziyade sıradan bir taraftar, partizan olarak kalmalarına zemin hazırlamakta.
Fotoğraf: Florian Olivo