[voiserPlayer]
İtiraf etmek gerekirse bir web sitesi kurmak ve akademisyenlerin, entelektüellerin, gazetecilerin yorumlarını yayımlamak pek orijinal bir fikir değil. Bu yazıları sosyal medya aracılığıyla duyurmak da öyle. Bir podcast kanalı açmak ve Youtube’a video yüklemek ise daha fazla insana sesini duyurmak isteyenler için artık vaka-ı adiyeden. Üstelik bu işi yıllardır inatla ve gayretle sürdürmeye çalışan birçok liberal oluşum varken, sıfırdan böyle bir işe girişmenin heyecan verici bir tarafı da yok. Bütün bunları kabul ediyorum. Ama yine de bir şeyi farklı yapmış olmamız gerekiyor ki Daktilo1984, geçtiğimiz sene Mart ayında ilk yazısını yayımladı ve geride bıraktığımız bir sene içerisinde 500’den fazla içerik üretebildi. Dünyanın farklı üniversitelerinden onlarca akademisyenin gönüllü olarak katkı verdiği bir dayanışma ağına dönüştü. Twitter üzerinden 13 bin takipçiye ulaştı, ülkenin en fazla dinlenen ilk 30 podcast kanalından birisi oldu ve her ay 50 bin’in üzerinde tekil kullanıcı tarafından ziyaret edilen bir web sitesine sahip. Uzun yıllar boyunca, liberal eğilimli mecmualarda editörlük görevinde bulunan ben ve birçok arkadaşım için bu sayılar oldukça heyecan verici. Zira, üç ayda bir yayımlanan dergilerimize zar zor yazı bulabiliyor, sabahlara kadar çeviri yapıyor ve dergileri bu şekilde tamamlayabiliyorduk. Bu günler hala hatıralarımızda.
O halde, birinci senemizi geride bırakırken, Daktilo1984’ün niçin kurulduğunu, neyi farklı yaptığını ele almak gerekiyor. Bu aslında uzun zamandır ihmal ettiğimiz, bizi tanımlayan kimliğin de bir nevi belirginleştirilmesine kapı aralayacak. Bununla birlikte, eksikliklerimizle de dürüstçe yüzleşmeliyiz. Bir gelecek vizyonu ortaya koymak ve gerçekçi hedefler belirlemek istiyorsak buna mecburuz.
Daktilo1984 Niçin Kuruldu?
Bu platformu kurarken amacımız bir web sitesi tasarlamak veya ilgi çekici iletişim araçları sayesinde insanlara ulaşmak değildi. Yani, mevcut liberal oluşumların insan kaynaklarını etkin kullanmadığını, bizim daha enerjik ve becerikli olduğumuzu düşünmedik. Bilakis, sivil toplum aktivizminin gerektirdiği sosyalleşme becerileri düşük ve organizasyon yeteneği sınırlı insanlar olarak bir araya geldik. Ancak bir süredir şunu fark ediyorduk ki, yakın tarihimizin dönüm noktalarında farklı pozisyonlar almış liberal entelektüeller olarak, özellikle 15 Temmuz sonrası, birbirimizden habersiz benzer tepkiler veriyor, yeni bir düşünce tarzı geliştiriyorduk. 2000’li yılların ilk 10 senesinde liberallerin gündemini meşgul eden, militarizm ile sivilleşme arasındaki eksene oturan ve insanları ahlaki bir pozisyon almaya iten tartışma artık sona ermişti. Sivillerin kazandığı bu savaş birçok liberal için hayal kırıklığıyla sonuçlanmıştı. Zira, bir zamanlar askerlerin meşruluk zemini olarak kabul edilen milli güvenlik söylemi, militarist dış politika ve hikmet-i hükûmet gibi kavramların popüler bir oyla seçilmiş sivil hükûmet tarafından kullanılacağını pek hesap edememişlerdi. Üstelik, 15 Temmuz sonrası, sadece devlet kurumlarının gadri değil, sıradan vatandaşların da birbirlerinin celladı olabildiği tecrübe edildi. Resmi ideoloji halkın kılcal damarlarına kadar inmiş, hoşlanmadığı her görüşe karşı “vatan haini” damgası yapıştırmaya hevesli milyonlarca insan hoyrat bir partizanlığa savrulmuştu. Adalet ve Kalkınma Partisi etrafında kurulan, milliyetçi ve ulusalcıları da kapsayan iktidar koalisyonunun politikalarına yapılan her itiraz hızlı bir şekilde kriminalize edilmeye başlandı ve kamusal tartışma hiç olmadığı kadar tehlikeli bir hal aldı. AKP’ye yapılan her eleştiri vatanın bekasına, ulusun güvenliğine, Türklüğün ve İslam’ın şanlı zaferlerine yapılmış bir saldırı olarak değerlendirildi. Bu her bakımdan yeni bir yaklaşım geliştirmeyi zorunlu kılıyordu çünkü ülkeye hakim olan bu ruh hali dış politikadan ekonomiye kadar birçok alanda sorunlar üretiyordu. Daktilo1984 bu atmosferde kuruldu.
Farkettiğimiz ilk olgu, AKP hükûmeti ile kurduğumuz ilişkiyi de gözden geçirmemizi gerektirdi. O zamana değin, kimilerimiz liberteryen bir perspektiften bakıyor, karşımızda ceberrut, doğal hakları ihlal eden bir devlet görüyor ve kendimizi hemen onun karşısında konumlandırıyorduk. Böylece devlete karşı bireysel özgürlüğü savunan resim bizim zihnimizde tamamlanmış oluyordu. Kaybediyorduk ancak haklıydık. Öte yandan, AKP’nin ideolojik grupların revizyonist kanatlarını cezbetmeyi artık başaramadığını, iktidarını siyaset yaparak değil kimlik savaşı üzerinden kurduğunu düşünenlerimiz de vardı. Onlara göre merkezi temsil eden rasyonel olma, müzakere kültürü ve kamusal tartışmayı açık tutma eğilimi yok olmuştu. Dolayısıyla, AKP demokrasiyi tüketen bir parti haline gelmişti.
15 Temmuz sonrası, farklı gerekçelerle de olsa, AKP hükümetine karşı eleştirel yaklaşan liberaller, bireysel haklar ve demokratlık ekseninin ötesinde bir sorun daha keşfettiler. Bu sorun AKP’nin bir parti olarak karakterinden ve politikalarından daha çok ortaya çıkan sistemin kendisiyle alakalıydı. Darbe teşebbüsünün olduğu gece sokaklara çıkan insanlar, tehdit savuşturulduktan sonra, karizmatik bir liderin olağanüstü zamanlarda gösterdiği istisnai bir kahramanlığa şahit olduklarını düşündü. Dahası, darbeyi halkın önlemiş olduğuna dair yaygın inanış halkın darbeden sonra da olası tehlikelere karşı tetikte olmasını beraberinde getirdi. OHAL’in ilanı ile birlikte hukuki denetim de ortadan kalktı. Halk, her an tutuklanabilecek ve tutuklandığı anda nefret objesine dönüşecek, bürokratik ve akademik eliti en iyimser ifadeyle bir zanlı olarak görmeye başladı. Böylece lider ile halk arasında var olması gereken bürokratik ve politik filtreler ortadan kalktı. Kaçınılmaz olarak, halk ile lider arasındaki duygusal bağ, AKP ile seçmenleri arasındaki sevgi bağının ötesine geçti ve ulusal güvenliğin teminatı olarak görüldü. Aradan geçen sürede, bu yönetim modeli, başkanlık sistemi olarak tecessüm etti. Keyfiliğin kurumsallaşması ve kurumların keyfe keder yönetilmesi, biz liberaller için özgürlükçülük ve demokratlık tartışmasını sürdürmeyi anlamsız kıldı. Zira, ortada bireysel hak ve hürriyetleri garanti altına alacak, piyasa mekanizmasının kurallarını koyacak ve gözetecek bir devlet kalmadı. Bununla birlikte AKP, iktidarını sürdürmek için, toplumu pervasızca kutuplaştırdı ve kendi siyasi ajandasına itiraz eden her kesimden vatandaşı çekinmeden vatan haini ve terörist ilan etti. Yani günün sonunda, ortada modern anlamda bir devletten eser kalmadı, toplumsal sözleşmenin yerini AKP’yi partizanca destekleme şartı aldı.
Bu durum kaçınılmaz olarak hukuk skandalları ve insan hakları krizleri yarattı ancak bu meseleleri bireysel özgürlükler ve demokratlık perspektifinden ele almak AKP’nin son derece arzu ettiği bir muhalefet tarzına dönüştü. AKP böylece, insan hakları, demokrasi ve liberal değerler adına ortaya çıkan muhalefetin karşısına mistikleştirilen ve Erdoğan ile özdeşleştirilen bir devlet aklı koyabildi. Devlet bir yandan güvenlik gibi son derece reel ihtiyaçları karşılarken Erdoğan’a ve onun müttefiklerine yaslanıyor diğer yandan da liberal demokrasinin evrensel değerlerini gerçeklikle alakası olmayan, toplumu tehlikeye atan romantik ve fantastik teşebbüsler olarak gösteriyordu. Mamafih, bizim farkına vardığımız şey, AKP’nin devlet olma arzusunun felsefi bir derinliğinin olmadığı ve tamamıyla gücü denetimsiz kullanmakla ilgilendiğiydi. O yüzden, AKP’nin hoyrat ve tutarsız yönetim biçimini evrensel normlar yerine kurumsal, Weberyan devlet felsefesine sığınarak eleştirmeyi seçtik. AKP’ye hak etmediği halde devlet payesi vermek, mağlup ama haklı olmak dışında bir şey kazandırmazdı. Ancak, AKP’nin devlet olma kapasitesini ve AKP yönetimi altındaki devletin kalitesini eleştirmek, onu en güçlü olduğunu iddia ettiği yerden yakalamak anlamına geliyordu.
Bununla birlikte, birçoğumuz geride kalan 17 sene içerisinde AKP’nin liberal, muhafazakar, milliyetçi, barış sever, savaş sever, özgürlükçü, baskıcı vs. birçok yüzünü gördük. Bir siyasi partinin hiçbir bedel ödemeden bu kadar farklı ve birbirinden kopuk kimliklere bürünmesinin sebepleri üzerine düşündük. Bunun sebebi, AKP’nin ilk günden itibaren bağımsız ve tarafsız olması gereken devlet kurumlarını aşama aşama yok etmesiydi. Bu sayede devlet, AKP’nin aldığı pozisyonu alıyor ve AKP’nin dönemsel ihtiyaçlarına göre devlet de değişiyordu. Bu denli keskin dönüşler yapmasına rağmen AKP eliti bedel ödemiyor, vatandaşlara ise bu değişimlerden kendilerini korumak için koşulsuz olarak AKP’ye partizanca bir sevgi beslemekten başka bir yol bırakılmıyordu. Diğer bir ifadeyle, vatandaşları Türkiye Cumhuriyeti kanunları korumuyor veya cezalandırmıyordu. Bunun yerine AKP’nin kanunları koruyor ve cezalandırıyordu. Bu noktaya gelmek, bizi öncelikli olarak kurumsal bir devletin varlığını savunmaya itti.
Kurumsal devlet savunusu, sadece 2002’den bu yana gerçekleşen hikayeyi değil aynı zamanda modernleşme tarihimize bakışımızı da etkiledi. Böylece, AKP’nin liberal dönemi, İslamcı dönemi, çözümcü dönemi ve milliyetçi dönemi arasında bir benzerlik keşfettik. Bu kavramların her biri, büyük bir tutkuyla, ahlaki bir dille savunuldu ancak her birinin ömrü ancak AKP’nin siyasi ikbaline hizmet ettiği kadar uzun oldu. Dolayısıyla, liberal demokrasinin hakim paradigma olabilmesi için bir siyasi liderin lütfundan çok kurumların işlediği ve kanunların uygulandığı modern bir devletin ön şart olduğunu düşündük. Eğer liberal ve demokratik bir devlet arzu ediyorsak, önce bir devlete sahip olmak gerekiyordu.
Toplumsal kutuplaşma üzerine inşa edilen bir iktidar kurma biçimi, Schmittyen manadaki siyaseti de kaçınılmaz olarak ülkenin içine taşımaktan, dost-düşman ayrımını birbirine karşı kaybetmeye mahkum aynı ülkede yaşayan iki halk arasında yapmaktan da imtina etmedi. Birinci halk, AKP ve etrafındaki iktidar bloğuna destek verdiği için, memleketin öz be öz sahibi, yerli ve milli olarak tanımlanırken; ikinci halk ise eleştirel tutumundan dolayı yurduna ve insanına yabancılaşmış, ülkenin değerlerine ihanet eden, milletin güvenliğini düşünmeyen hatta tehlikeye atmakla suçlandı. Bu kamplaşma, kimi zaman muhafazakârlar ile sekülerler, kimi zaman milliyetçiler ile demokratlar, kimi zaman da anti-emperyalistler ile emperyalistler arasında cereyan etti. AKP bu karşıtlıkları ayakta tutmak için hem geleneksel hem de sosyal medyada insanüstü bir çaba harcadı. AKP elitleri, yarattıkları kutuplaşmayı derinleştirmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar ve ergen bir dil kullanmaktan asla imtina etmediler.
AKP ve müttefiklerinin en yetkili ağızlarından dökülen kelimeler, hükûmet kontrolündeki medya tarafından sistemli bir şekilde normalleştirildi ve halkın gündelik yaşantısının içine bu dil ustalıkla monte edildi. Böylece, birbirine karşı kaybetme korkusu yaşayan, diğer tarafı susturmadığı takdirde özgürlüklerinin ve refahının tehlikeye gireceğini düşünen kutuplaşmış bir toplum yaratıldı. Hukukun ve ekonominin hükûmet tekelinde olması, bu kaynaklara ulaşmak isteyen insanları da bu kutuplaştırıcı dile mahkum etti. Toplumda yaşanan bu medeniyet kaybı otoriterleşmeyi besledi ve iktidarın hükûmet etme pratiğinde gösterdiği beceriksizlikleri gizlemesine yardım etti. Onun için, AKP’nin kurduğu makine toplumdaki uzlaşmaz eğilimleri ısrarla parlatmaktan gizli bir zevk duydu. Kemalistlerin, Kürtlerin, Alevilerin, Sosyalistlerin, Liberallerin ve tabii ki Milliyetçi ve Muhafazakarların en avam, en popülist, en kaba, diyaloğa en kapalı ve diğer kesimleri en çok tahrik eden isimleri, bile isteye öne çıkartıldı. Bu isimlerin bir toplumsal grubu temsil ettiği fikrinden hareketle, o grubun bütün üyeleri karikatürize edildi.
Bizim farkettiğimiz bir başka olgu buydu. Eğer yeniden bir demokratikleşme süreci yaşanacaksa, bunun toplumsal diyalog kurulmadan ve her kesimin ılımlıları bir araya gelmeden başarılamayacağını düşündük. Ancak, bu zemin yakalandığı takdirde, hükûmetin gözümüzün içine soktuğu kültür ve kimlik savaşlarından kurtulabilir ve hepimizin hayatlarını olumsuz etkileyen politik meseleler teknik ve rasyonel bir tartışmanın konusu olabilirdi. Birbirine güvenen toplum kesimlerinin olması, AKP’nin yönetim kapasitesindeki sorunları açıkça ortaya koyabilecekti. Bu yüzden, farklı ideolojilerden, düşünce okullarından ve kimlik gruplarından diyalog kurabileceğimiz, bir fikri duygusal hezeyanlar yerine akılcı argümanlar ile tartışabileceğimiz ve ötekinin yaşam hakkını bir sorumluluk olarak gören entelektüellerle temasa geçtik. Medeniyeti, birbirimizle konuşarak ve aklı selim ile kurabileceğimizi fark ettik ve bunu hayata geçirdik. Ülkede bir siyasi görüşün, inancın veya kimliğin fanatik bir destekçisi olmadan yaşayan, bu konuları hayatının merkezine koymayan milyonlarca mütevazi insanın sıkıştırıldıkları köşeden çıkmasının başka yolu yoktu.
Son olarak, liberal felsefenin temelini oluşturan bireysel hürriyet fikrini de yeniden ele almamız gerektiğini farkettik. Bireysel hürriyetleri, otoriterlik-demokrasi ekseninde değerlendirdik ve demokratikleşme patikasına yeniden girebilmek için bireylerin özgürlük kavramıyla kurdukları ilişki üzerine düşündük. Geleneksel aidiyetlerinden kopamamış, kentlerin üretim ve tüketim sistemi içerisinde var olamayan ve hayatta kalmak için sonradan edindiği ilişkiler yerine doğuştan gelen bağlarına ihtiyaç duyan insanlar için özgürlük kavramının sahip çıkılması gereken, kıymetli bir değer olmadığı üzerine tartıştık. Bunun için, bireylerin kentleşme ve piyasa ekonomisi sayesinde geleneksel ilişkilerine duyduğu bağlılığın azaltabileceğini, aksi takdir talep edilenin bir özgürlük talebi değil bencil bir konfor arayışı olabileceğini değerlendirdik. Hatta bazılarımız, sosyal devlet uygulamalarının bireyi bu geleneksel bağlardan kurtarabileceğini, bu yüzden bireysel özgürlükler adına sosyal devlet uygulamalarının savunulabileceğini iddia ettiler. Böylece, bireysel hürriyetleri, belirli mağduriyetleri gidermek için devletten hak talep etmenin ötesinde tanımladık ve bireyler için hürriyetlerinin önemli olduğu yapısal koşulların yerine getirilmesine daha çok odaklandık.
Bu noktalar, bizim “Yeni Liberalizm” ismini verdiğimiz bir programa ilham verdi. Daktilo1984, bu program çerçevesinde kuruldu. Yeni Liberalizm, kurumsal olması icap eden bir devletin, medeni bir toplumun ve özgür bireylerin ortaya çıkabilmesi için gerekli düzenlemeleri yapmasını demokrasi patikasına geri dönüş için gerekli şartlar olarak görüyor.
Daktilo1984 Neyi Farklı Yaptı?
Yeni Liberalizm bize birçok yeni kapı açtı. Bizden bir önceki kuşağın liberalizm anlayışından ve liberalizme yaklaşım tarzından oldukça farklı bir noktadayız. Bu bizim Türkiye okumamızı ve diğer siyasi pozisyonlardaki insanlarla ilişkimizi de etkiledi. Bu açıdan, Liberal Düşünce Topluluğu (LDT) ile 1992 yılında başlayan sürecin oluşturduğu paradigma dışında hareket ediyoruz. Terk ettiğimiz paradigma, liberalizmin en saf hali olarak tarif edilen ilkelere dayanıyor, hayatı bu ilkeler ile açıklıyor ve alternatif açıklamaları da bu ilkeler çerçevesinde yargılıyordu. Liberteryenizme oldukça yakın bir noktada formüle edilen bu ilkeleri bilmek ve benimsemek, liberal olarak adlandırılmanın ön koşulu olarak tanımlanmıştı. Bununla birlikte, liberalizm insani, toplumsal ve siyasal eylemleri açıklayan bir sosyal bilim teorisinden daha çok ahlaki bir ideolojik pozisyon olarak ele alınıyor, normatif bir öneri şeklinde sunuluyordu. Dolayısıyla, liberalizm ihtida edilmesi gereken bir din halini alıyor, liberal ilkelerin öğrenilmesi ve hazmedilmesi sürecinde ise tebliğ yapan kuruma -ki bu aslında LDT ve ondan neşet eden herhangi bir kurumdur- hayati bir rol atfediliyordu.
Bu anlayış zaman içerisinde birçok sorunla karşılaştı. Liberalizmi tanımlama, yorumlama ve liberalizm adına yargılama tekelini elinde bulundurma iddiası, somut hadiseler karşısında alınan tutumlar sayesinde ayrışmalar ve bölünmeler yarattı. Liberaller birbirlerini liberal olmamakla itham etmeye, birbirlerine gerçek liberalizmin bu olmadığını anlatmaya koyuldular. Gezi Protestoları, 17/25 Aralık süreci, Çözüm Süreci’nin başlaması ve bitmesi, 15 Temmuz Darbe Girişimi ve Başkanlık Sistemi gibi birçok konuda farklı tutumlar alındı. Her ahlaki pozisyon gibi, taraflar kendi pozisyonlarını meşrulaştırmak için “gerçek liberalizmi” tabiri caizse tevil etmeye çalıştılar. Bizler de bu sürecin bir parçasıydık ve enerjimizi bu tartışmalar ile az tüketmedik.
Ancak sorun, bizde veya liberalizmde değildi. Bizim liberalizme atfettiğimiz mutlaklık ve ona ulaşılması gereken ahlaki bir zirve muamelesi yapmamız büyük bir hata yapmamıza yol açtı. Bu hata, liberallerin onayladıkları ve samimiyetine inandıkları siyasi aktörlerin rakiplerine reva gördüğü illiberal yöntemleri meşru görme eğilimini ortaya çıkarttı. Doğan Gürpınar, LDT’nin Türkiye okumasının halktan kopuk Kemalist, jakoben, şehirli, eğitimli elit ile halkın öz değerlerini temsil eden, demokrat ve basiret sahibi Anadolu halkı arasındaki gerilim üzerine kurulduğunu iddia eder. Haksız da değildir. AKP’nin kurulmasıyla birlikte, liberallerin meşru gördükleri aktör AKP olduğu için onun karşısındaki aktörler ahlaki bir amacı gerçekleştirmenin önündeki engeller olarak tasvir edildiler. Mesela oldukça sorunlu olan “beyaz Türk” tabiri ve AKP’ye meydan okuyan her aktörün olabildiğince vulgar bir şekilde karikatürleştirilmesi, bu ruh halinin otomatik olarak ürettiği söylemlerdi. Liberallerin büyük kısmı bu yüzden AKP döneminde zayıflayan kamusal tartışma kültürüne, kurumların otonomisine ve muhalif kesimlerin hak ve özgürlüklerine tepkisi oldukça zayıf kaldı. Diğer bir ifadeyle liberalizmin bir amaç olarak kabul edildiği, AKP dışındaki bütün aktörlerin liberalizme ihanet içerisinde görüldüğü, bir düzlemde iktidara gelme araçlarının illiberal olmasında bir beis görülmedi. Özellikle LDT çevresinin Gezi Protestoları sonrasında bu tavrını sürdürmesi bir ayrışmayı beraberinde getirdi. Atilla Yayla, Gezicilerin tamamını devrimci bir aşırılık içinde olmakla itham edip onların protesto haklarının devlet tarafından gasp edilmesini destekledi ve benzer tavrını birçok olay karşısında sürdürdü. LDT’den ayrışan liberal kurumlar ise, özellikle Özgürlük Araştırmaları Derneği ve 3H Hareketi, gerçek liberalizmin ahlaki ilkelerinin (ki bunlar yine liberteryen öğeler taşıyordu) Yayla’nın pozisyonuyla çeliştiğini iddia ettiler ve onu liberalizmin değil siyasetin peşinden gitmekle itham ettiler. Aslında Yayla, kendi açısından devrimci bir eylemin altına imza atıyor, liberalizmi yer yüzüne indiriyor, politik gerçeklik karşısında esnetmeye, onunla uyum sağlamaya çalışıyordu. Mamafih politik gerçeklik, oldukça radikal bir noktaya savruldu ve onun bu hamlesi AKP’nin güçler ayrılığı ilkesini, toplumsal uyumu, dış politikadaki barışçıl pragmatizmi ve en sonunda da 6 Mayıs 2019 tarihinde YSK’nın İstanbul seçimleriyle ilgili aldığı karar ile seçimlerdeki serbest rekabet ilkesini ilga etmesiyle boşa çıktı. Günün sonunda, soyut ilkelere sarılan liberaller ile (ÖAD ve 3H) somut Türkiye politikasına reaksiyon vermeye çalışırken partizanlaşan liberaller kaldı.
Daktilo1984 bu noktada ortaya çıktı. Kurumsal devletin, keyfilikten uzak bir hukuk devleti ve demokratik oyunun adil oynanması için adil olması gerektiğini söyleyerek, siyaseten herkesi kapsayacak bir öneri sundu. Yani, liberal bir ütopya için esnetilecek bir devlet kurumsallığını reddetti ve liberalizme hizmet etmese dahi bu kurumsallığa ihtiyacın olduğunu iddia etti. Zira, siyasetçilerin bahşettiği özgürlük onların yüce gönüllülüğünün değil siyasi çıkarlarının bir sonucuydu. Kurumsal bir devlet garantisi olmadan bu özgürlükler kırılgandı ve tek bir kişinin iki dudağı arasına sıkışıyordu. Böyle bir ortamda, AKP’yi sınırlandıracak olan tek seçenek halk oylaması, yani seçimler olarak kalıyordu. AKP’nin bu tehlikeyi bertaraf etme yöntemi ise toplumsal kutuplaşmayı körüklemek, kültür-kimlik ve ideoloji savaşlarını harlamak oluyordu. Bu savaşın derinleşmesi için gereken strateji insanların duygularına hitap etmek, hükûmet performansını akılcı, soğukkanlı bir şekilde değerlendirmelerini önlemek ve onları sevgi-nefret ikilemine sıkıştırmak üzerine kuruluydu. Daktilo1984, sadece farklı grupların birbirleriyle diyalog içinde olmasıyla değil aynı zamanda bu diyaloğun rasyonel ve teknik bir zeminde ilerlemesini bir çıkış yolu olarak sundu. Bu yol, liberal olsun olmasın bir politika önerisinin, argümanın veya araştırmanın hamaset yapmadığı, akılcı bir zemine oturduğu, şiddete ve ötekileştirmeye meyletmediği sürece meşru olduğunu kabul eder. Yani, Daktilo1984 platformlarına katkı sunan insanların liberal olmasına gerek yoktur, bir liberal kuruma üye olmasına gerek yoktur, liberalizmin temel eserlerini okumuş olmasına gerek yoktur. Ancak; rasyonel tartışmanın devam etmesi, hatta tartışma kavramının kendisi liberalizm açısından son derece kıymetlidir. Zira akılcı ve teknik tartışma sayesinde, toplumsal kutuplaşmayı derinleştiren hamaset edebiyatı son bulabilir. Siyasal, ekonomik ve toplumsal konularda toplumun akademik ve entelektüel merkezi yeniden kuvvetlenebilir. Bu merkezi varoşlaştıran “aparatçikler” anlamını yitirebilir. Otoriterliğin ve popülizmin panzehiri bu medeniyet anlayışıdır.
Farklı düşüncelere ve kimliklere sahip insanların ürettikleri içerikler, bana Tony Blair’in İşçi Partisi’ni merkez politikaya adapte ederken söylediği sözleri hatırlatır: “sağ iktisat politikası yoktur, sol iktisat politikası da yok. Doğru ya da yanlış iktisat politikası vardır.” Bu cümle aslında merkezde konumlanmak isteyen siyasi hareketler için altın değerindedir. Zira, onlara ideolojik obsesyonlarından kurtulmayı salık verir. Bizim için de benzer bir durum söz konusu. Daha önceki satırlarda, 1992 yılından itibaren tanımlanan standart bir liberalizm kavramından bahsetmiştim. Daktilo1984’ün medeni bir toplum yaratma ve entelektüel merkezi diri tutma projesi aslında liberalizmi standardize etme eğilimine de bir meydan okuma niteliği taşıyor. 20. Yüzyılın başında İngiliz Liberal Partisi ile benzer bir ruh hali içerisindeyiz. Endüstrileşme sayesinde şehirlerin işçilere ev sahipliği yapması ve sendikaların oy hakkı mücadelelerinden galip çıkmasıyla birlikte Liberal Parti, ortodoks görüşlerinden sıyrılmış refah devletine cevaz veren ve işçi sınıfını cezbedebilen bir yol tutturmuştu. Bu sayede önemli bir seçim başarısı yakalamayı başardılar. Benzer örnekler çoğaltılabilir. Yani liberalizm çeşitli formlarda karşımıza çıkabilir, farklı yorumlanabilir. Burada esas ve vazgeçilmez olan ise bu değişimlerin bir kurumsal garantiye kavuşması ve kamusal tartışmanın devam etmesidir.
Simone de Beauvoir’ın Moskova’da Yanlış Anlama kitabında benzer bir tartışma sosyalizm bağlamında işlenir. Fransa’da yaşayan ve sıkı bir sosyalist olan baba, Moskova’da yaşayan kızını ziyaret etmiştir. Kızının revizyonist bir sosyalizm fikrine sempati ile baktığını görünce oldukça tepki gösterir. Daha da ileri gider Sovyetler Birliği’ni ABD’ye karşı haddinden fazla yumuşak olmakla eleştirir. Moskova’da gördüğü pasta salonları ve mağazalar ise onu çileden çıkartmış, sosyalizmin elinden kayıp gitmesinin korkusunu içinde hissetmiştir. Kızı, babasını sakinleştirir ve ona “Baba, sosyalizm de insanlar içindir” der. Haklıdır. Liberalizm de insanlar içindir.
Daktilo’nun Geleceği
Çok fazla tembellik ediyoruz. Kurumsallaşma konusunda heyecanlı değiliz ve çalışmalarımızı gereğinden fazla gönüllülük prensibi üzerinden götürüyoruz. Bunun farkındayız ve bu konuda bir şeyler yapmak istiyoruz. Ancak kurumsallaşmanın faydaları kadar zararları da var. Bourdieu’nun bazı sözleri geliyor aklıma. Bir şey tanımlanmaya başladığı anda eksilir gibi bir cümleyi hatırlıyorum. Alışageldiğimiz dernek ya da topluluk şablonuyla hareket etmek zorunda mıyız mesela? Yani bir dernek binası tutmak, düzenli toplantılar yapmak, hiyerarşiler kurmak, yeni üye kayıtlarıyla uğraşmak mecburiyetinde miyiz? Birbirimizi hiç görmemiş, yüz yüze tanışmamış olsak da birbirimizden habersiz aynı şeyleri düşünen insanlar olarak bir araya geldik. Üstelik benim şimdiye kadar içinde bulunduğum birçok sivil toplum kuruluşunun üyelerinden birbirimize daha yakınız. Çalıştığım üniversite işime son verdiği zaman bunu bizzat gördüm. Dünyanın dört bir yanından, hiç karşılaşmadığım akademisyenler, entelektüeller ve yazılarımızı takip eden okuyucular bana büyük bir destek verdiler. Bu enerjiyi bir kurumsallık içine girip kaybetmekten çekiniyoruz.
Ancak buna rağmen bir dernek kurduk. Bazı fonlara ve projelere başvuru yaptık. Amacımız içeriklerimizi duyurabileceğimiz platformların sayısını arttırmak. Sadece web sitesi değil, aynı zamanda bir podcast, bir YouTube kanalı oluşturmak. Bu şekilde entelektüel merkezi daha da güçlendirmeyi planlıyoruz. Bununla birlikte, bize gönüllü olarak içerik üreten öğrenci arkadaşlarımıza telif ödemeyi çok arzu ediyoruz. Dış Politikada Kadınlar Platformu’nun sağladığı fon sayesinde, bunu kadın öğrenciler için şimdilik başarabiliyoruz ancak muradımız bu programı bütün öğrencileri kapsayacak şekilde genişletmek.
Daktilo, önümüzdeki sene de çalışmaya devam edecek. İsmimize ilham veren o meşhur filmde geçen, tiyatro yazarı Georg Dreyman’ın, Berlin Duvarı yıkıldıktan yıllar sonra karşılaştığı Eski Kültür Bakanı’na söylediği sözlerden çok etkilendik çünkü…
Fotoğraf: Tim Zänkert