[voiserPlayer]
Gustave Le Bon, 1896 yılında, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş dönemine damgasını vurmuş “kitle” fenomeni üzerine bir analiz yapar. Doğaları gereği gerçeğe değil de ancak illüzyonlara inanabilen bu “kitle”, “ışığı arayan böcekler gibi, içgüdüsel bir şekilde, onlara istediklerini vermeyi taahhüt eden retorikçilere döndü”, diye yazar Le Bon[i]. Le Bon’un, dönemin karakteristiklerinden olan “kitle” fenomenine olan yaklaşımı, gene o dönemde küresel ölçekte yükselmekte olan bu yeni fenomene karşı yönelen öfke, nefret, kibir ve hatta tiksinmişliği göstermesi bakımından yalnızca bir örnek. Ishay Landa, bir başka örnek vermek gerekirse, aynı fenomene benzer tepkilerin 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başında (fin-de-siècle) Almanya’da ne kadar yaygın olduğunu gösteren mükemmel bir kültürel tarih çalışması yayınladı. Aynı Fransız muhafazakârları gibi Alman muhafazakârlar da dönemin bütün kötülüklerini, yozlaşmışlığını, çürümüşlüğünü, ahlaksızlığını bu “kitle” fenomeniyle özdeşleştiriyordu[ii].
“Kitle”, bu şekilde, insanın ve toplumun olmak istediği; daha doğrusu olması gerektiği ne varsa tam tersi olarak kurgulanıyor ve toplumun temeline atılmış bir dinamit olarak kavramsallaştırılıyordu. Bu “zararlı” dinamikleri nitelemek için 1900’lerde kullanılan bir başka kavram da “Amerikancılık” idi. Amerikancılık, bilhassa “geleneksel” kimliğini bir yana bırakıp “şehir kültürü”nde büyük ölçüde görünür olmaya başlamış “modern kadın” imajı üzerinden ilerlerken, öte yandan tüketim temelli, yalnızca materyalist arzuları olan, kimliksiz ve karaktersiz bir kesimin ideolojisi olarak sunuluyordu. Eski geleneksel ve görece küçük şehirlerin üzerine kurulmakta olan endüstri, teknoloji ve tüketim odaklı “devasa, pis, kirli ve karanlık” (hijyenik olmayan) yeni şehirler, metropoller, bu şekilde, “kitle” ile bağdaştırılıyordu. Yine aynı dönemde kurgulanan “her şeyin harika olduğu o eski güzel günler” (yani bir modern akım olarak “gelenekselcilik”) hayalinin tezatı olarak, “kitle” kavramı, en nihayetinde, “bugün”ün – elbette birtakım politik gayeler uğruna – tüm kötülüklerin kaynağı olarak genellenip es geçilmesine, unutulmasına ve göz ardı edilmesine yardımcı oluyordu.
Kendini dönemin günlük hayat dinamiklerini irdelemeye adamış Siegfried Kracauer’ın, yaşanan hayatı “otel lobisine” benzetmek ile amacı, organik ilişkilerin yoksunluğu ve o yoksunluktan gelen soğukluk ve samimiyetsizliği anlatmak istemesi idi. Ahenk bozulmuştu; ve ortaya çıkan düzensizliğin ana faktörü olan “kitle” (Kracauer’in analizleri bilhassa yitip giden aristokrat-burjuva hayatı ve öykündüğü zenginler arasında sıkışıp kalmış “beyaz yaka” – “petite bourgeoisie”yı konu alıyordu) takip edecek bir prensip bulamadığından, Kracauer’e göre, hayatı yalnızca “heyecan” için yaşar hale gelmişti. Heyecan ise sonsuz bir oyalanma haliyle ortaya çıkıyordu. Açılması bile birlikte dolup taşan kafeler, barlar, hep bu ardı arkası kesilmez oyalanma ihtiyacı ve heyecan arayışını simgeliyordu: “kıymetli kalemler, basur, saç dökülmesi, [konforlu] yataklar, [lezzetli] krepler, beyaz dişler, gençleşme çalışmaları, kahve tüketim alışkanlıkları” vs. bu sonsuz oyalanma yöntemlerinden sadece birkaçı idi.
Son bir örnek vermek gerekirse, Meiji Restorasyonu’ndan sonra, aynı kapitalist, endüstriyel ve teknolojik süreçlerden geçerek toplumsal yapısı yeniden inşa edilmekte olan Japonya’da da durum farklı değildi. Aono Suekichi, Sarariman: kyofu jidai (Maaşadam: Kaygı Çağı) adlı çalışmasında Japonya’da da varlığını hissetirmeye başlamış bu “kitle”yi “maaşadam” olarak nitelendiriyor ve “maaşadam”ın içinde bulunduğu uçsuz bucaksız kaygının kaynağının “ruh yoksulluğu” olduğunu ileri sürüyordu. Ne yaparsa yapsın, ne kendisine devamlı yetersiz olduğunu hissettiren ailesiyle ne de nerede konumlandığını bir türlü anlayamadığı toplum içinde huzurlu bir hayat sürdürebilen “maaşadam”, kendisiyle birlikte tüm ulusu da çöküntünün eşiğine getirmekle suçlanıyordu[iii].
Nedir bu kitle?
Peki kendisinden bu denli nefret edilen, yanlış giden her sürecin ana aktörü olan bu “kitle” kim idi?
“Kitle”, geleneksel toplum yapısı içinde aristokratların ve gevşeyen sınıfsal yapıyla birlikte zamanla aristokratlar arasına kabul edilmiş bürokrat ve tüccar sınıfın yaşam alanlarına ve genel anlamda imtiyazlarına karşı “alttan” yükselen tehdidi temsil eder. Endüstri ve teknoloji ile birlikte değişmekte olan dünyada, sınıflar arasındaki etkileşim arttıkça ortaya çıkan daha önce rastlanılmamış bir dinamiği anlama ve anlatma çabasının bir tezahürüdür, “kitle” kavramı. Örneğin, bisikletin günlük hayatta sıklıkla kullanılması ve sinemaların açılması ile birlikte toplumun farklı kesimleri kendilerini bir anda yan yana bulur. Bisikletiyle trafik ışıklarında yanında “kitle”den biriyle beklemek zorunda kalan üst sınıf bir Alman, bu şekilde, daha önce maruz kalmadığı o ter kokusundan şikayet ederken, sinemada “kitle” ile aynı salonda bulunmak zorunda kalan aristokrat kendisine yabancı nezaketsizlikten yakınır[iv].
Haddini bilmek veya bilmemek, işte tüm mesele bu
Peki, gelelim ana mevzuya. Tüm bunları neden anlattım?
1900’lerden 2000’lere gelirken, tüm dünyada garip bir değişim yaşandı. Yaşanan değişim, yaşanan dinamiklerden çok bu dinamiklerle biz insanların nasıl etkileşim kurduğu ile ilgili.
Bugünlerde, 1900’lerde çok yaygın olan bu tip açıkça “kitle” ötekileştiren söylemleri yalnızca ciddiye alınmayan, sol veya sağ, “radikal” cenahlardan duyuyoruz (mesela İsmet Özel hala bu jargonu sürdürüyor). Ne var ki, bu azalma, görünenin aksine, “kitle ötekileştirme” ritüelinin sona erdiği değil, bilhassa günlük hayatın vazgeçilmez bir parçası haline geldiği anlamına geliyor. Başka bir deyişle, içinde bulunduğumuz her türlü sınırın muğlaklaştığı dünyada, artık herkes “kitle” ve herkes birbirini ötekileştirerek, mikro ölçekte, kendine yaşam alanı açarak bir kimlik tanımlayabiliyor.
Eğer “kitle” karşısında geçen yüzyıl muhafazakarlarının sıkıntısını, kitle ile simgelenen insanların “haddini bilmemesi” ile tanımlayacak olursak – yani mesele, eğer bir “had aşımı”, “yerini bilmeme” ise – 2020 yılı itibariyle hemen hemen kimsenin haddini bilmediği bir kavşağa ulaştığımızı söyleyebiliriz. Yani artık kimse “olması gerektiği” yerde durmuyor. Zira “olunması gereken yer” neresi, artık kimse bilmiyor.
Tüm bu hadsizlik ile baş edebilmek için 18. yüzyılda ortaya sunulmuş “tedrisat” (Bildung) kavramının da iflas ettiği bugünlerde hemen hemen herkes, bir ötekini haddini bilmemek ile suçluyor. Bilhassa sosyal medya ve televizyon kanalları ile birlikte büyük artış gösteren “uzman” kategorisi, kendi bolluğu ile niteliğinin altını oyuyor. Her yerde, herkesin bir fikir sahibi olmasına olanak sağlayan iletişim kanalları ve ancak yüzeysel bir iletişime olanak sağlayan Twitter gibi yeni teknolojik formlar, bu sonsuz fikir ve “gerçek” sunumu karşısında genel bir “hadsizlik” atmosferi yaratılmasına neden oluyor. Bu atmosferi soluyan kişi de her ne kadar düşüncelerini bir Le Bon gibi açıkça ortaya koymayacak olsa da (ki arada bu tip Nişanyanvari serzenişler de olmuyor değil) kendi dışındaki (hatta belki kendisinin de) ciddiye alınacak bir tarafı olmadığı düşüncesi ile otoritenin her türlü imkanını reddediyor[v]. Garip bir patoloji ile kişi, her şeyin en iyisini kendisinin bildiği ve kendisinin bilmediğini kimsenin bilemeyeceğini hezeyanları arasında gidip geliyor. Bu bağlamda, düşünce, ne hikmetse had-standartları ölçümünün kendilerine bahşediliğini sanan fin-de-siècle muhafazakarlarının aksine, insanın kendisini çözüm değil, semptom olarak görmesi ile başlıyor.
Korana virüsü ve “had sahipleri”
Buradan korona virüsüne uzanacak olursak. Virüs, dün bol keseden atanların (“paça yiyin”, “Türk genine korona virüsü işlemez”) bir anda ortadan yok olduğu, otoritenin imkân dahiline girmek ile kalmadığı, aynı zamanda zaruret haline geldiği, demokrasinin altında yatan Hobbes’cu sistemin afişe edildiği bir durumun ortaya çıkmasına neden oldu. Ne var ki, burada şöyle bir problematik ona eşlik etti. Kanıksadığımız bir diyalektik ile “kitle”yi anlamaktansa, ona düşman olmayı seçerek “kitleleşen” insan, böyle bir otorite ile yaşayabilecek hissi ve akli dengelere sahip mi – bu sorunun henüz bir cevabı yok.
Herkesin her şeyi bilmek, her yere gitmek ve her şey olmak istediği; herkesin herkese haddini öğreterek “kitle”likten sıyrılmaya çabaladığı; bu şekilde kendine kimlik inşa etmeyi amaçladığı, “hadsizliğin” genel hissiyat (Stimmung) haline geldiği bir dünyada, kim kimi neden dinlesin? Hatta ve hatta, öyle bir çağda yaşıyoruz ki, birbirimize neden doğruyu söylemekle mükellef olduğumuz dahi bir muamma.
Bugün, “ötekilerin aksine hakikaten haddini bildiğine inananlar”, başka bir deyişle “had sahipleri” veya “radikal hadciler”, virüsün, bu haddini bilmez insanlığa haddini öğreteceği umuduna sahip. Elbette bu insanlar, haddi niceliksel olarak ölçeklendirerek, en çoktan en aza bir had skalası kurup, sonra da ne hikmet ise o skalada kendilerini en tepeye koymanın çözümün değil de sorunun bir parçası olma ihtimalini göz önünde bulunduramayacak kadar tarihsel ve felsefi vizyondan yoksunlar. Karşımızda, her başarısızlıktan sonra, sorunun yeterince radikal olunmamış olmasından kaynaklandığını öne süren, içinde yaşam mücadelesine sıkıştırıldığımız “yumruğun” hepimiz yok olana dek sıkılması için mücadele etmekten garip bir keyif alan, meselesi dünya, doğa veya öteki ile değil, bizzat kendi ile olan bir insanlık var.
100 yıl önce (sağ veye sol ayırt etmeksizin) muhafazakarların haddini bilmemekle itham ettiği insanların torunları bugün menziline giren herkese had bildirir oldu. Bu sayede, bir evrenselleşme yaşandı; ama umulanın aksine, bu evrenselleşme, o “güzel değerler” etrafında değil, nefret ve öfke etrafında yaşandı.
Eğer Korona virüsü bir şeyi ortaya çıkaracaksa, en azından bu hastalıklı halimizi ortaya çıkarmalı, diye düşünüyorum. Çözüm sandıklarımızla kendi yıkımımızın eşiğine geldiğimizi göz önünde bulunduracak olursak, önümüzdeki asıl kriz olan “iklim krizinin” bu şekilde bir “had bildirimi” ile çözülebilecek bir kriz olmadığı anlaşılabilir. O halde asıl sorulması, sorulmaya başlanması gereken soru şu: nasıl yeniden başlayabiliriz? Bu, Bruno Latour’un önerdiği üzere aslında hiç modern olmadığımızı anlayarak olabilir mi mesela[vi]? Önümüzdeki çağı belirleyecek sorular, hala sorulmayı bekliyor.
Fotoğraf: davide ragusa
[i] Gustave Le Bon, The Crowd: The Study of the Popular Mind (Mineola: Dover Publications, 2002), 67.
[ii] Ishay Landa, Fascism and the Masses: The Revolt Against the Last Humans, 1848-1945 (New York and London: Routledge, 2018).
[iii] Bkz. Harry Harootunian, History’s Disquiet: Modernity, Cultural Practice, and the Question of Everyday Life (New York: Columbia University Press, 2000).
[iv] Stephen Kern, The Culture of Time and Space 1880 – 1918 (Cambridge: Harvard University Press, 2003).
[v] Kendisinin de ciddiye alınacak bir tarafı olmadığına inanan özne tipini bir başka yazımda, bitmiş veya bitiks özne olarak adlandırmıştım.
[vi] Bruno Latour, We Have Never Been Modern¸ trans by Catherina Porter (Cambridge: Harvard University Press, 1993).