AKP Döneminde Türkiye-AB İlişkileri: Reformlar, Kültürel Etkileşim ve Kıbrıs Sorunu
2002 yılında iktidara gelen AKP iktidarıyla Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile olan ilişkileri yeni bir döneme girdi. Bu süreçte Türkiye’nin AB üyeliği için reformlar yapıldı, müzakereler başladı ve üyelik süreci hız kazandı. Ancak yıllar geçtikçe iç ve dış politikadaki değişiklikler nedeniyle ilişkilerde iniş çıkışlar yaşandı.
2002-2015 yılları arasında Türkiye ile AB arasındaki kültürel ilişkilerde de önemli gelişmeler oldu. Kültürel değişim programları, ortak projeler ve sanat etkinlikleri aracılığıyla kültürel etkileşim arttı. Bu dönemde ayrıca Kıbrıs sorununa çözüm bulmak amacıyla BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından sunulan Annan Planı, Türkiye-AB ilişkilerinde önemli bir rol oynadı. 2004 yılında Kıbrıs’ta yapılan referandumda Türk tarafının plana evet demesine rağmen Rum tarafının hayır demesiyle bu plan reddedildi ve Kıbrıs sorunu çözümsüz kaldı. Bu durum Türkiye’nin AB üyelik sürecini doğrudan etkiledi. AKP iktidarı döneminde Türkiye-AB ilişkilerinin karmaşık ve çok yönlü yapısını ve üyelik sürecinde Kıbrıs faktörünü Doğu Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr Ahmet Sözen’e sorduk.
AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana Türkiye’nin AB üyelik sürecinde yaşanan en önemli gelişmeleri kronolojik olarak değerlendirir misiniz? Bu süreçte hangi olaylar ilişkileri en çok etkiledi?
2000’li yılların başlarına dönecek olursak, Türkiye içinde hep bir vesayet sistemi vardı. Derin devlet ya da ne derseniz deyin, onlar ile daha demokrat ve liberal kanat arasında yıllara dayanan bir çekişme vardı. Yani Türkiye Orta Doğu ve Asya tipi bir otoriter sistemle mi yönetilsin? Bu daha çok Türkiye’nin derin devletinin, ulusalcı kanadın dilediği bir şeydi. Yoksa daha liberal bir yönetimle, daha liberal bir demokrasiyle idare edilen bir Avrupa devleti modeliyle mi yönetilsin? Bu yıllardır süren bir tartışma. İşte tam da bu noktada, 90’lı yılların sonlarında, özellikle Ecevitli koalisyon hükümetleri döneminde, Avrupa Birliğine tam üyelik konuları gündemdeydi. Yani Türkiye bir lig atlayıp ikinci ligden birinci lige mi geçsin, yoksa biraz önce tasvir ettiğim gibi daha otoriter bir şekilde mi yönetilsin? Bütün bunlar tartışma konularıydı.
90’lı yılların sonlarında Helsinki Zirvesi ile Türkiye aday ülke statüsü kazanmıştı. 2000’li yılların başında Türkiye toplumunu darmadağın eden finansal krizin sonucunda Adalet Kalkınma Partisi, bu ortamı çok iyi kullanarak tek başına iktidara geldi. Kendileri bile bu galibiyeti beklemiyordu. Bunlarla beraber Türkiye’deki vesayet sistemini, askeri veya derin devletin vesayet sistemini, kırabilmelerinde kendilerine müttefik olacak dışarıdan da aktörleri aramaya başladılar ve bu aktörleri buldular. Avrupa Birliği de bunlardan bir tanesi. Hatta bunlarla beraber Erdoğan o dönemde Kıbrıs’a federal bir çözüm söylemini kullandı. Böyle başladılar ve bu tutturdukları söylemle de hem Türkiye içerisinde hem Türkiye dışarısında liberal ve demokratik aktörlerden de çok büyük destek gördüler.
Kıbrıs’ta bir çözümü desteklediler, daha sonra Avrupa Birliği ile üyelik müzakereleri başladı. 2004’den sonra Avrupa içerisindeki bazı gelişmeler, örneğin Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy gibi veya o dönemde Angela Merkel gibi Avrupa’nın taşıyıcı aktörleri, Türkiye’nin AB üyeliğine hiç sıcak bakmadılar ve ellerinden geldiğince de bu sürece ket vurmaya çalıştılar; Türkiye’yi bıktırmaya uğraştılar.
Bir taraftan onlar, bir taraftan da Türkiye’deki iç gelişmeler vesaire derken, Gezi Olayları ile başlayarak bölgedeki Arap Baharı gibi konular, eski Sovyet topraklarında renkli devrimler derken Adalet ve Kalkınma Partisi en başta tutturduğu söylemi ve eylemlerini değiştirmeye başladı. Çok daha otoriter bir yapıya büründü. Özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimi ve başkanlık sisteminin gelmesiyle birlikte bambaşka bir yola girdik. Tabii tüm bunların yanı sıra arka planda, özellikle son on küsur yıldır, küresel bazda çok ciddi bir “power transition” dediğimiz güç değişikliği veya uluslararası düzlemde “balance of power” dediğimiz güç dengelerinde ciddi bir değişim rüzgârı yaşanıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin güdümündeki veya hegemonyasındaki kurala dayalı uluslararası sistem giderek zayıflıyor, Amerika’nın zayıflamasıyla ve nispeten Çin veya belki o kadar değil ama Rusya’nın tekrardan gücünü arttırmasıyla küresel bazdaki güç dengelerinde çok ciddi bir değişiklik var.
Bir yerde tek kutuplu dünyadan çok kutuplu bir dünyaya doğru eviriliyoruz ve bu evrim içerisinde de boşluklar ortaya çıkıyor. Bu geçiş sürecinde belirsizlikler artıyor. Güç dengelerinin değişmesinden dolayı Türkiye, bunu bir fırsat bilip, tırnak içinde söylüyorum, kendi gücünü, egemenliğini ve etki alanını kendi bölgesinde daha geniş alana yaymak için veya daha da vurgulamak için eskiden pek mümkün olmayan farklı metotları deniyor.
Nedir bu farklı metotlar? Tabii askeri gücün kullanımı. Bunu nerede görüyoruz? Türkiye’nin Orta Doğu’da, Irak’ta, Suriye’de daha çok askeri operasyonlar yapmasında görüyoruz. Son yıllarda Kıbrıs’ta federal çözümden uzaklaşıp iki ayrı egemen eşit taraf, iki ayrı devlet çözümü gibi konularda bastırmasında görüyoruz. Askeri sanayide yaratılan insansız savaş araçlarının silahlı silahsız birçok ülkeye satılması. Azerbaycan’a Yukarı Karabağ konusunda çok ciddi bir askeri destek verilmesi. Bu listeyi uzatabiliriz. Avrupa Birliğine dönecek olursak Avrupa Birliği ile ilişkilerin geliştirilmesi konusunda 2000’li yılların başlarındaki çaba belki de taktiksel bir şeydi. Onu tam olarak çözemiyorum. Yani o konuda ciddi kuşkularım var. AKP takiye mi yapıyordu, yoksa gerçekten, tırnak içinde söyleyeyim, Hristiyan demokratlar gibi Müslüman demokratlar da mümkün müydü? Bir taraftan Müslüman olup bir taraftan da demokrat olmak mümkün müydü?
O dönemde bu çok tuttu. Yani 2002-2007 yılları arasında Türkiye bir model ülkeydi. Bir taraftan Müslüman bir taraftan da demokrat bir ülke potansiyeli çok değerliydi. Hem bölgede hem de küresel anlamda çok değerliydi. Uluslararası alanda çok kredi yaptı. Ve Türkiye’nin imajını ve yumuşak gücünü inanılmaz arttırdı. 2008 veya 2009 yıllarıydı. Türkiye Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliği için başvuru yaptığı zaman yüz kırk küsur ülke tarafından destek görmüştü. İslam İşbirliği Teşkilatı ülkeleri topluca Türkiye’ye destek vermişti. Ve Türkiye iki yıl geçici üyelik yaptı. Fakat hatırlayın, bundan birkaç sene önce yine bir denemesi oldu Türkiye’nin. Yüz doksan ülke içerisinde ancak otuz ülkenin desteğini alabildi.
Dolayısıyla son on küsur yılda, yani 2010-2012’lerden itibaren Türkiye’nin girdiği otoriterleşme yolu uluslararası arenada çok ciddi imaj sarsılması yaşamasına neden oldu. Bundan dolayı Avrupa Birliği ile ilgili hem oradaki bazı aktörlerin samimiyetsizliği ve Türkiye’ye koydukları engeller, bir taraftan da Türkiye’nin kendi içinde demokrasiden uzaklaşıp otoriterliğe geçmesi Avrupa Birliği yolculuğunu ciddi anlamda sekteye uğrattı.
Kıbrıs sorunu Türkiye-AB ilişkilerinin kronik bir engeli olarak görülüyor. Bu sorunun çözülememesinin ardında yatan temel siyasi ve diplomatik engeller nelerdir?
Kıbrıs meselesi Türkiye’nin AB konusunda bir ön koşulu veya olmazsa olmazı durumundadır. Ve Kıbrıs meselesinin çözülmemesinden dolayı Türkiye’nin AB üyeliği sekteye uğramıştır. Türkiye Annan Planı’na evet diyerek çözümü savunmuştur. Dolayısıyla Kıbrıs meselesinin çözümü önündeki engel Türkiye olmadı. Türk tarafı Annan Planı’na evet dedi.
Sorunun çözümü önündeki engel tam tersine özellikle Kıbrıs Rum tarafının siyasi eşitliğe ve devletin gücünü iki toplumun paylaşmasına dayalı bir federasyona sıcak bakmaması. Ama şu anda Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki tutumu, yani federal çözümü reddedip, “bu kadar yıl denedik olmadı, o yüzden artık iki devletli çözüm olsun” şeklindeki pozisyonu da bence yanlış ve Türkiye’ye zarar veren bir pozisyon. Kıbrıs konusunda Türkiye’yi suçlu sandalyesine oturtuyor, ama aslında güç paylaşımına dayalı bir çözümü istemeyenin Rum tarafı olduğu gerçeğini de saklıyor. Şu anda görünen Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye çözümün önünde engel. Dünyadaki algı bu yönde. AKP iktidara gelince yıllardır süren, yani 70’li 80’li 90’lı yıllardaki Türkiye’nin imajıyla son 5 yıldaki Türkiye’nin imajı benzeşmeye başladı Kıbrıs konusunda. Yani 70’li 80’li 90’lı yıllarda hep algı neydi? Türkiye işgalci ve Kıbrıs‘ta çözümün önünde engel. Bu algı AKP’yle ve Avrupa Birliği yolculuğuyla kırılmıştı ve uluslararası toplumda Türkiye artık bu suçlamayı görmüyordu. Ama son 4-5 yılda izlenen, federasyonu bir tarafa bırakıp iki ayrı devlet formülündeki çözümle Türkiye tekrardan uluslararası toplumda suçlu sandalyesine oturdu.
Annan Planı’nın başarısız olmasının ardından Türkiye’nin Kıbrıs politikasında nasıl bir değişim oldu? AK Parti hükümeti bu süreci nasıl yönetti? Türkiye Annan Planı’nı desteklerken samimi miydi?
Türkiye’nin samimiyetinden yüzde yüz emin olamayız, ancak ben sonuçlara odaklanıyorum. Erdoğan, Kıbrıs Türklerine “Bu plan en iyisi, bunu destekleyin” dedi ve Annan Planı’ndan sonra çözüm yanlısı hükümetlere destek verdi. Ancak AB’nin Türkiye’nin üyeliğine çıkardığı engeller ve Türkiye’deki otoriterleşme süreci, Türkiye’yi AB sürecinden soğuttu. Bu yüzden, Türkiye Kıbrıs konusunda proaktif bir tutumdan vazgeçip “Kıbrıs Türkleri karar versin” şeklinde pasif bir tutum izledi. Ancak müzakereleri 2017’ye kadar engellemedi.
2004’te Kıbrıs meselesini çözmek isteyen Türkiye, 2017’de Kan Montana’daki müzakerelerin çöküşünden sonra politika değiştirdi. “Federasyon konuşmayız, iki ayrı devlet konuşuruz” dedi. Bence bu doğru bir politika değil. Türkiye, uluslararası güç değişimini fırsat bilerek bu politikaları yapıyor, ancak uzun vadede kendine zarar verecek. Kıbrıs’ta iki ayrı devleti savunmak, Türkiye içinde de Kürtlerin ayrılması gibi sorunlar yaratabilir.
Uluslararası ilişkilerde prensipler önemlidir. Kıbrıs’ta iki devleti savunan Türkiye’ye yarın öbür gün “Türkiye’de niye iki devletli çözüm olmasın?” denildiğinde bunu nasıl açıklayacak? Türkiye, devletlerin sınırlarının değişmemesi prensibini desteklemeli.
Güney Kıbrıs’ın AB üyeliği, Kıbrıs sorununda Türkiye’nin stratejik konumunu nasıl etkiledi? Bu üyeliğin ardından AB’nin Kıbrıs politikasında gözlemlenen değişiklikler neler?
O dönemde Kıbrıs meselesi önemliydi. Kıbrıs, küçük bir ülke olmasına rağmen stratejik veya coğrafi öneminden dolayı değil, Yunanistan’ın baskısı sayesinde AB’ye girdi. Avrupa Birliği, sınır sorunları olan ülkelerin bu sorunları çözüldükten sonra üye olmalarına izin veriyordu. Ancak Kıbrıs, bu kriterlere uymadan AB’ye kabul edildi.
2003-2004 yıllarında AB’ye girecek başka ülkeler de vardı: Malta, Baltık ülkeleri, Polonya, Macaristan, Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Slovenya. Yunanistan, Kıbrıs’ın üyeliğini destekleyerek diğer AB ülkelerine “Kıbrıs’ı engellerseniz, diğer 9 ülkenin üyeliğini vetolarım” dedi. Bu yüzden Kıbrıs AB’ye alındı.
Şu anda Kıbrıs meselesi eskisi kadar önemli değil. Avrupalılar, Türkiye’nin AB üyeliğini engellemek için Kıbrıs sorununu kullanıyor. Türkiye; iki bölgeli, iki toplumlu, federal bir Kıbrıs’a hazır olduğunu söylese bile, bu tek başına üyelik müzakerelerinin başlaması için yeterli değil. Türkiye’nin AB üyeliği için çözmesi gereken başka önemli sorunlar var. Demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi konularda daha fazla adım atması gerekiyor. Kıbrıs meselesi tek başına üyelik müzakerelerini başlatmak için yeterli değil.
Türkiye bir dönem “komşularla sıfır sorun” politikası izledi. Siz bu politikayı nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye bir dönem komşularla sıfır sorun politikası izledi ve bu doğru bir politikaydı. Ancak daha sonra bu politikayı bırakıp Orta Doğu’daki sorunlara karışmaya başladı. Geleneksel olarak Türkiye, Orta Doğu’daki sorunlara karışmaz ve tarafsız kalırdı. AKP ise Arap Baharı’nda Müslüman Kardeşler gibi Sünni grupları destekledi. Mısır’da Mursi’ye destek verdi, Mursi devrildikten sonra Sisi’yi eleştirdi.
Bu politikalar nedeniyle Türkiye, Doğu Akdeniz’den izole edildi. Kıbrıs, Yunanistan, İsrail ve Mısır gibi ülkeler Türkiye’ye karşı bir blok oluşturdu. Son birkaç yıldır Türkiye, bu politikalardan geri adım atıyor. Mısır, Suudi Arabistan ve İsrail’le ilişkileri düzeltmeye çalışıyor. Ancak, bu süreçte çok şey değişti.