[voiserPlayer]
Baştan belirteyim: Bu, toplumsal meselelere dair felsefi bir denemeymiş gibi sunulmaya çalışılan utangaç politik bir yazı değil. Bu, düpedüz belli bir ideolojik çerçeveden, belli değerlere dayanan politik bir yazı ve bunu saklamayacak. Şimdi, siz bu satırları okumaya başladığınızda birisinin hiç ummadığınız şekilde suratınıza okkalı bir tokat yapıştırdığını düşünün. Neler yaşanır? Açıkçası bu eylem gerçekleştikten sonra, olasılıklar çok fazla değildir: Muhtemelen önce yüzünüzde hissettiğiniz acının şiddetiyle feryat edecek, ardındansa ya misliyle mukabele edecek ve kendinizi sonu hastane ya da karakolda bitecek bir dizi talihsiz olayın içinde bulacak ya da anın afallamasıyla bir lahza tereddütle birlikte sunturlu bir küfür savuracaksınız ve kısa süren bir itiş kakış yaşanacak. Günlük yaşantı alemimizde başkalarının canımızı yakması durumunda oluşacak neden sonuç ilişkisi bu kadar basittir. Canımız yanarsa, canımızı yakana şu ya da bu şekilde karşılık verir, kendimizi savunuruz.
Fakat fertten toplum düzlemine çıktığımızda manzara biraz değişir. Toplumun müşterek çıkarlarını ve yaşam koşullarını menfi anlamda etkileyen ve ona acı veren amillere karşı tepkisi, bu tepkinin zamanlaması, şiddeti ve ölçeği, suratımıza indirilen sert bir darbe karşısında vereceğimiz tepkiyle kıyas kabul etmez. Çünkü toplum denen bu muhtelif sınıflar, zümreler, meslek grupları ve onların dünya görüşleri, hafızaları, kompleksleri, arzu ve özlemleri ve başka bir sürü unsurdan müteşekkil olan insani-tarihsel varlık; yöneticilerinin tahammülfersa icraatlarına karşı öfkeli sloganlarla kentlerin meydan ve caddelerini doldurmamasının imkânsız gibi göründüğü anlarda; sinirleri sağlam, sıradan ve makul bir insana, olan bitene (daha doğrusu olup bitmeyen şeylere) bir anlam verememenin hıncından duvarları yumruklatacak şeylere bile tepkisiz ve apatik hâle gelebilir.
Son günlerde Türkiye’de yaşananlar da bu tasvire uymaktadır. Akaryakıt ve doğalgaza yapılan olağanüstü zamlar, MTV’ye yönelik ek ödeme talebi, temel gıda ve barınma masraflarının sürekli artışı… Bütün bunlar doğal bir felaket değil. Orta sınıf gittikçe eriyip memleketteki umumi sefalet derinleşirken 2022 yılında %366 oranında kâr eden özel bankalara ya da aynı yıl net kâr oranı %346 artan Koç Holding gibi büyük sermaye sahiplerine yönelik servet vergisi getirmek şöyle dursun, sürekli vergi indirimi ve aflarıyla daha da destekleniyorlar.
Yani aslında iktidarın bütçe açığını kapatmak ve mali disiplini sağlamak için acımasızca uyguladığı politikalar, açıkça sınıfsal bir tercihi yansıtıyor. İnsanların daha çok harcama yapmalarına rağmen daha az şey satın alabildiklerini, iktidarın yürüttüğü ekonomi politikasının sonucu olarak toplumsal refahtan aldıkları payın gittikçe azaldığını anlamaları için iktisat doktorasına sahip olmaları gerekmiyor. Bunu herkes anlar, nitekim anlıyorlar da.
Peki koca memlekette neden bir yaprak dahi kımıldamıyor? Neden toplumda en ufak bir hareketlenme gerçekleşmiyor? Neden koca bir millet, gözleri bağlı şekilde kasabın boynuna vuracağı bıçağı bekleyen bir koyunun teslimiyeti içinde gibi gözüküyor? Bunu anlamak için sadece zaman kavrayışıyla sınırlı muhafazakâr bir perspektife ihtiyacımız var. Kastettiğim şu: İleriye değil, geriye dönük olarak düşünmemiz gerekiyor. Bir başka deyişle, Karl Ludwig von Haller’in (1768-1854) ifade ettiği gibi, zamanımızı geleceğin başlangıcı olarak değil, geçmişin sürekli ve kesintisiz bir büyüme içinde ulaştığı son nokta olarak görmemiz gerek.
Yalnızca cumhuriyet tarihi ile sınırlasak bile Türkiye, toplumsal hareketler açısından hiç de fakir bir ülke değildir. 68’in anti-emperyalist gençlik hareketleri, 15-16 Haziran büyük işçi direnişi, Zonguldak büyük madenci yürüyüşü ve on yıl önce hiçbirimizin öngöremeyeceği biçimde gerçekleşip şimdiden yüzyılımızın en büyük kitle ayaklanmalarından biri olarak anılan Gezi Direnişi… Bütün bunlar, bir milletin ömrü açısından oldukça kısa bir periyod olan 55 yıllık bir zaman dilimi içinde bu topraklarda gerçekleşti. Demek ki Türk milleti, kendi tarihsel “özü”, karakteri ya da imparatorluk devrinden miras aldığı diğer bir takım “değişmez” hususiyetleri yüzünden bir hareketsizlik ya da tevekkülle baş eğme hali içinde değil. Zaten hiçbir milletin olmadığı gibi onun da bir tarihsel özü yok; ne de AKP iktidarının yıllardır yerleştirmeye çalıştığı ve belli ölçüde başarılı olduğu kurmaca algıda olduğu gibi din ve maneviyat merkezli yaşayan, bu yüzden de bağrından hiçbir ilerici hareketin yeşerip başarıya ulaşamayacağı tutucu bir toplum.
O halde nedir bu halimiz? Bugünkü halin zeminini hazırlayan ilk kırılma, kanaatimce Gezi Direnişi’nin akamete uğramasıdır. Hareket, iktidarı devirerek zirve noktasına ulaşsaydı, belki Türkiye AKP’siz bir AKP (yani aşağı yukarı aynı ideolojik hatta ve aynı ekonomi politikalarını uygulayan) iktidarıyla yoluna devam edecek, ama direnişin yarattığı rüzgar ile toplumun örgütlü hareket etme kabiliyeti artacak; toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkının fiili meşruiyeti genişleyecek; politika bugün olduğu denli seçim sandığına hapsolmayacaktı.
Gelgelelim hükümet, süreci atlattıktan sonra başladığı yoğun ideolojik mücadeleyle yavaş yavaş sokağı ve kitle eylemlerini gayrı meşru hale getirmeye başladı. İnsanlar Taksim’de coşkuyla Bir Mayıs’ı kutlarken aynı saatlerde grup toplantısında Bir Mayıs’ı resmi tatil yapmakla ve demokratik hakların önünde engel olmamakla övünen Erdoğan, kentlerin meydanlarını ve caddelerini halka bir daha açmamacasına kapattı. Taksim’in yıllardır 7-24 orada görev yapan çevik kuvvet ekipleriyle adeta bir polis kışlasına çevrilmiş olması bunun en belirgin kamusal göstergelerinden biri.
İktidarın bunu tek başına başardığını söylemek eksik olacaktır. Parlamenter muhalefetin pasif desteğinin de bu algının hakim kılınmasında hatırı sayılır bir desteği oldu. Neticede yıllardır sokağa çıkmanın iktidara yarayacağı argümanıyla desteklenip sıkıcı bir nakarat gibi tekrar edilen “sandığı bekleyin, sabırlı olun, gidecekler” politikası iki ay önce arkasında büyük bir enkaz bırakarak çöktü. Geleceğe dair bütün ümitlerini, çok hayati olduğu, kaybedilirse Türkiye’nin bir daha asla eskisi gibi olamayacağı söylenen bir seçime bağlayan alarmize edilmiş kitlelerin ataleti, yaşanan şok dalgasıyla derin bir felce dönüştü.
İçine düştükleri derin bunalımın ardından çaresizlik içinde intihar eden gencecik insanların psikolojik manzarasını temsil ettiği böylesi bir seçim yenilgisinin ardından, 6-7 dönemdir vekillik yapan, halkla hiçbir rabıtası kalmamış gamsız bir ekipçe yönetilen ana muhalefet partisinin lideri, en ufak bir utanma belirtisi göstermeden “alt tarafı bir seçim kaybettik” diyebildi. Artık kendisini futbol ve voleybol takımlarının galibiyetlerinin ardından attığı tweetlerle hatırladığımız bu zat, en sonunda milletin yaşanan ÖTV artışlarına karşı hiçbir tepki göstermemesini eleştirecek hale gelecek kadar sevimsiz bir parodiye dönüştü. Gerçek şu ki, kendisinin ve mecliste temsil edilen partisinin iktidarın politikalarını engelleyecek en ufak bir gücü olmadığını hem o hem de kurmayları gayet iyi bilmektedir.
Türkiye’de anayasal kurumlar işlememektedir ve parlamentonun halkın çıkarlarını savunmak açısından hiçbir gücü kalmamıştır. Ortada çoktan defnedilmiş olması gereken bir cenaze var: Parlamenter siyaset vefat etmiştir. Ona hâlâ yaşıyormuş muamelesi yapmayı bırakmalı ve kendisini ivedilikle ebedi istirahatgâhına teslim etmeliyiz. Politikayı, artık şikayetlenmekten keyif alır hale geldiğimiz sosyal medyanın yankı odasından çıkarmalı ve onu yaşayan, ter döken, ezilen ve umutsuzluk içinde kendini heder eden gerçek insanların omuz omuza verip birbirlerine yeni bir yaşamın soluğunu üfledikleri o hakiki mecrasına geri döndürmeliyiz.
Karşı koymanın tek gerçekçi yolu bu. Zira sevgili okur, inan, başımıza gelenler başımıza gelmemesi imkânsız olan şeyler değildir. Dünyaya bütünüyle farklı zaviyelerden baktığımız, serbest piyasa idealini savunmak için yazdığı o meşhur Kölelik Yolu kitabında Hayek, belki de kendisine katıldığım tek bir ifadesinde şöyle diyor: “Kaçınılması imkânsız olan şeyler sadece kaçınılması imkânsız olduğuna inanılan şeylerdir.”
Fotoğraf: Mathew MacQuarrie