[voiserPlayer]
Baba tarafım Kahramanmaraşlı. Bir amcamı, eşini ve on yıllık zorlu bir tedavi sonrasında doğmuş on dört yaşındaki ikiz çocuklarını Kahramanmaraş merkezde kaybettik. Bir aile, bütün hayalleriyle bir anda yok oldu. Binlerce başka aile gibi. Ölenlere Allah rahmet etsin, ışıklar içinde yatsınlar, devirleri daim olsun. Depremi yaşamış, enkazdan çıkmış, kendini zar zor dışarı atmış, nihayetinde hayatta kalmışları ve ülkenin geri kalanını daha iki hafta öncesinde tahayyül dahi edemeyecekleri, etkileri yıllarca devam edecek maddi ve manevi zorluklar bekliyor. Bölgeden büyük kalıcı göçler yaşanacak, deprem bölgesinin demografisi, sosyolojisi ve ekonomik dinamikleri değişecek, bazı yerleşim yerleri tekrar inşa edilmeyecek. Bölgesel sonuçları ne olursa olsun, bu ülkenin vatandaşları olarak acilen, hem de çok acilen yeni bir ülkeye ihtiyacımız var. Şimdi değilse ne zaman!
Depremin acımasızca yüzümüze çarptığı denge ve denetim yokluğu, yerel idarelerin ve sivil örgütlerin otonom kararlar alabilme kabiliyetlerinin yok edilmiş olması ve yeni bir devlet kurma ihtiyacı birçok kişi tarafından tartışıldı. Birçokları arasında, Selim Kuneralp, Oral Çalışlar ve Ayşegül Kaynar’ın yazılarını örnek olarak anmak isterim. Tartışma daha uzun süre gidecek gibi duruyor. Ben de depremden uzun zaman öncesinden beri kafamda çevirdiğim bazı düşünceleri tek bir yazıda özetlemek istedim. Modern Türkiye, değişim talep edecek bilgi toplumuna ve bireysel hak ve özgürlükleri savunacak devletten bağımsız bir zenginler sınıfına hiçbir zaman sahip olmadığından, değişimin başını yine siyaset çekecek. Hiç yoktan iyidir. Ancak bize çok cesur, hatta agresifçe cesur bir idare gerekiyor. Bu cesaretin depremin yarattığı galeyandan ibaret kalmayıp dirayetle sürdürülmesi gerekiyor.
Modern devletin kurumlarının, hukukun kavramlarının, tarihin ve inançların iktidarın yönetme tiyatrosunda figüran olarak kullanıldığı bir ortamda bu cesaret ve dirayet olmadan aklın ve bilimin kazanması imkansız. Bununla birlikte, zihinsel ve yapısal büyük değişimlerin entelektüel bir sınıf tarafından desteklenmesi gerekiyor. Maalesef Türkiye, teknik konularda nicelik ve nitelik olarak yeterli, kalifiye insan sermayesine sahip olsa da bu yetişmiş insan gücünün dahi anaakım medyaya ve sosyal medyaya yansıyan ifadelerinde, eleştirilerinde, değerlendirmelerinde ve geleceğe dair projeksiyonlarında bazı ezberleri yıllardır durmadan tekrar ettiklerini görüyorum. Türkiye’nin yeni bir dile, yeni bir tarihe, yeni bir Avrupa tarihi anlatısına ve nihayet yeni bir devlete ihtiyacı var.
Ne İstanbul Fatih’in Emaneti ne Antakya Atatürk’ün Emaneti: Yeni Bir Dil İhtiyacı
Kurucu ve restore edici, yeni bir dile ihtiyacımız var. Bunun için iktidarın oy konsolidasyonu yolunda kullandığı dilin, sömürdüğü kavramların yok sayılması ve yeni bir dil inşa edilmesi gerekiyor. Soruyorum, “Atatürk’ün emaneti Antakya” demekle “Fatih’in emaneti Aya Sofya” demek arasında bir fark olmadığını ne zaman anlayacaksınız? En keskin muhaliflerle, en azılı iktidar taraftarları arasındaki en baskın ortaklık, işte bu şekilde her şeyi kutsayarak anlıyor ve anlatıyor olmaları. Kendi tarihimizi hiç durmadan kutsayarak, global indekslerde dünyaya öncülük eden gelişmiş ülkeleri yakalayabilme imkanımız yok. Geleceği, birbirleriyle tarih yarıştırarak kurabileceğini zanneden kafanın acilen bertaraf edilmesi gerekiyor. Hatay, o vilayet Atatürk’ün emaneti olduğu için değil, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarının hepsinin insanca yaşam hakkı olduğu için yeniden kurulmalı. Tek adamın istibdadından, başka bir tek adam devrini kutsayarak kurtulamayız. İstanbul, Fatih’in emaneti olduğu için değil, bu şehirdeki insanlık mirasının ve orada yaşayan vatandaşların hepsinin insanca yaşamaya hakkı olduğu için baştan aşağı yenilenmeli, insan nüfusu yarıya indirilmeli, sanayisizleştirilmeli ve kültürel varlıkları muhafaza edilmeli. Türklük, Kürtlük, Alevilik tartışmalarını bize sakız gibi çiğneten, çiğnedikçe daral getiren iktidar ve muhalefet dilini reddetmemiz gerekiyor. Anadolu’nun, Fatih’in ya da Atatürk’ün yurdu olduğu ezberlerini, hiçbir aktüel sorunumuza fayda üretmeden durmadan tekrar eden tarihe gömülmüş devekuşu kafasını reddetmeliyiz.
Kutsallık olan yerde hesap verilebilirlik olmuyor, olamaz. Çünkü birisinin anısı ve hatırasını bahane ederek kampüse başörtüsünü sokmamak da mümkün, Aya Sofya’da minberden kılıçla hutbe okumak da. Erken Cumhuriyet rejimi, Birinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da kurulmuş birçok rejim gibi başarısız (failed) bir demokrasidir. Mevcut iktidarın kutsallarını (dava, ümmet, kadim medeniyet) başımıza saranın, seksen yıllık erken Cumhuriyet kutsalları (Atatürk ilke ve inkılapları, devrimler) olduğunu dille ikrar etmeden bu karanlıktan çıkılamaz. Aksi halde, mevcutu ikâme iddiasıyla yapılacak her şey yüce bir davaya, birilerinin aziz hatırasına, bir ırkın, bir dinin, bir milletin diğerine üstünlüğü gibi safsatalara atıfla meşrulaştırılabilir. Eğer herkesin eşit olduğu, müreffeh bir ülke kurmak istiyorsak, bunda samimiysek, düsturumuz, kaidemiz, ilkemiz sadece şu olabilir: İnsan hayatı, insan hak ve hürriyetleri ve insan haysiyetinin dokunulmazlığı.
Birinci Dünya Savaşı Mazisinde Sıkışıp Kalmış Ülke: Yeni Bir Tarih İhtiyacı
Osmanlı ve İslam tarihinden uzak yakın hiçbir referans, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da insan hak ve hürriyetleri alanında kazanılmış, bireylerin hayat kalitesini, refahını, mutluluğunu artırdığı global indekslerle ispatlanmış özgürlüklerin Türkiye’de de kurumsallaşmasına ilham olamaz. Buna rağmen Türkiye, maalesef siyaseti, akademisi ve toplumsal hafızasıyla Birinci Dünya Savaşı mazisine sıkışıp kalmıştır. 100 yıldır, bu savaşın mazisi ile cebelleşen, bu savaş üstüne konuşan, Kurtuluş Savaşı mücadelesini kutsayan, modern dünya ile ilişkilerini de bu savaş üzerinden şekillendiren iktidarlar tarafından yönetiliyoruz. Vahdettin’in İngiliz işgal hükümeti ile ortak mı hareket ettiği, yoksa Atatürk’ü gizlice onun mu görevlendirdiği sorusu sadece bir arşiv araştırma problemi olabilir. Bunun haricinde, ikinci yüzyılımızı nasıl inşa edeceğimiz sorusuyla “sıfır” alakası var. Bu bir tarih enkazı. Üniversitelerdeki kadrolu hocalar, gazeteciler, bağımsız araştırmacılar hiç durmadan Birinci Dünya Savaşı temalı kitaplar yazıp duruyorlar. Avrupa’da hem birinci hem ikinci savaşın mazisi, akademik ve popüler yayınlar ve müzeler aracılığı ile halkları savaşların yıkıcılığı üzerine eğitmek için kullanılırken, Türk yayınevleri ve her ideolojiden yazarlar hâlâ hiç keşfedilmemiş bir tarihi anlatırcasına Birinci Dünya Savaşı’ndaki istihbarat faaliyetlerini, savaşın genel gidişatında hiçbir tesiri olmayan ufak tefek operasyonları, bu operasyonlarda görev almış filanca şahısları anlatıp duruyorlar. Bilimsel araştırmaları hariç tutarsak, geç Osmanlı ve kurucu Cumhuriyet rejimin mazisini ittihatçı, paramiliter bir gururla harmanlayan bugünün dünyasında anlamı, karşılığı kalmamış bir tarih obsesyonu bu. Erciyes Dağı büyüklüğündeki deprem enkazını kaldırmak mı zor, yoksa bu tarih enkazını mı bilmiyorum.
Birinci Dünya Savaşı takıntısı on yıllarca o kadar sistematik bir biçimde Türk muhayyilesine işlenmiştir ki bunun tezahürlerini Anadolu’nun köylerindeki deyişlerde bile yakalamak mümkün. Çocukluğumda, 600 yıldır hiçbir devletin işgaline uğramamış Ankara köylerinde yetişmiş büyükler, sevmedikleri birisini kötülerken “Ermeni, Rum, Yunan mıdır, çıfıt mıdır nedir?!” diye söylenirlerdi. Yakın zamanda el yazmalarıyla çokça meşgul olan bir meslektaşım, buradaki çıfıttan kastın da Yahudiler olduğunu iddia etti. Öyle midir bilemiyorum. Fakat şunu kesin olarak biliyoruz: Bu deyişteki milletler, Türklerin Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda savaştığı, milli düşman ilan edip sürgüne yolladığı ve modern Türk toplumunun muhayyilesine de resmi tarih tarafından ebedi düşmanlar olarak kazınmış milletlerdir; bu deyiş onları küçümsüyor ve hakir görüyor. Anadolu taşrasındaki bu yaygın deyiş, Birinci Dünya Savaşı’nın toplumsal hafızada ve dilde nasıl muhafaza edildiğine bir delil olabilir.
80’ler ve 90’larda büyüdüğüm Türkiye’de, kentlerde de anaakım medyada bu dilin farklı formlarına maruz kaldık. O yıllarda, Milliyet, Hürriyet, Sabah gibi gazetelerde boy boy Yunanistan’la uçak, tank ve asker sayılarımızı karşılaştıran haberler çıkardı, biz de ilkokul sıralarında bunları konuşurduk. 11 yaşında “bizim F-16’lar gibisi yok!” demeyi bilirdik. Daha birkaç ay öncesinde, devletin en tepesinden Yunanistan’a hitaben işittiğimiz “bir gece ansızın gelebiliriz!” ya da “affedersiniz Ermeni dediler” ifadeleri (ve daha niceleri) bu Birinci Dünya Savaşı takıntısının bugüne kadar hiç değişmeden devam ettiğini ve hala kullanışlı bir siyasi enstrüman olduğunu da gösteriyor.
Deprem sonrasında gördüklerimiz bütün bunları nasıl da anlamsızlaştırdı. Dünyanın dört bir tarafından gelen yardım ekipleri, bütün dünyanın bize karşı olduğu safsatasını nasıl da kör göze sokarcasına gösterdi: Hem Yunanistan, hem Ermenistan yardım ekipleri gönderdi, dışişleri bakanları taziye ziyaretine geldi. İki düzine Avrupa ülkesinin ekipleri ve İsrail koşarak yardıma geldiler. (Güney Kıbrıs’ın önce kabul edilip sonra reddedilen yardım teklifi de, iyi niyetli, dostluktan beslenen, rasyonel bir iktidar elinde muazzam bir fırsata dönüşebilirdi. Olmadı.) Ülkeler tabii ki kendi itibarları için de bunu yaptılar; bu birinci sınıf uluslararası ilişkiler dersi bilgisidir. Şu görüntü karşısında dört tarafımızın düşmanlarla çevrili olduğu saçmalığı suç sayılsa, yardım ekipleri içerisinde ajanların geldiğini söyleyenler akıl hastanesine kaldırılsa yeridir. Dahası, tüm Avrupa’da Şampiyonlar Ligi maçlarından yerel faaliyet gösteren küçük firmalara kadar burada sayamayacağım birçok yardım organize edildi, toplumsal farkındalık aktiviteleri gerçekleşti. Alman başbakanı, uzun süre unutulmayacak bir basın açıklamasında Türkçe “dost kara günde belli olur” dedi.
Sonuç: Türkiye bütün mahalleleriyle, Birinci Dünya Savaşı mazisine sıkışıp kalmış, o savaştan yüz yıl sonra çocuklarına hala o savaşın şartları ve dünya sistemi devam ediyormuş gibi düşmanlarla çevrili olma sabit fikrini aşılayan paramiliter, güvenlikçi bir Türkiye olmayı acilen terk etmeli.
Avrupa Şark’ı mı Bilmez, Şark Avrupa’yı mı?
Kurulu düzenin dilinin ve tarih ezberlerinin sürekli tekrar edilmesinin birçok sebebi var. Suça karışmış siyasetçilerin ve bürokratların suçlarını örtmek için kutsallara ve safsatalara sığınması, tek sesli bir medyanın bu kutsallar ve safsatalarla insanları hipnotize etmesi en etkili sebeplerden. Tarihçilerin de burada rolü olduğunu düşünüyorum. Türkiye’deki Avrupa tarihçileri Avrupa tarihini kendi dinamikleri ile Avrupa içinden okumak ve anlamaktan çok uzaklar. Yakın zamanda çıkan bir kitabın başlığına kinayeli bir atıfla söyleyecek olursam, Avrupa “Şark”ı avcunun içi gibi biliyor, ama maalesef Türkiye kamuoyu “Garb”ı bilmekten çok uzak. Türkiye’den son zamanlarda getirttiğim Avrupa tarihi kitaplarında da bunu gözlemledim: Birçok Avrupa tarihçisinin yaptığı, ya Batı üniversitelerinde birinci sınıflarda kullanılan ders kitabı (textbook) bilgilerini özetlemek, ya da bilimsel literatürde küçük bir yer işgal eden revizyonist ekoller üzerinden akademik tarih metinlerini tartışmak.
Türkiye’de iktidar güdümünde olmayan, insan hak ve hürriyetlerinin dokunulmazlığına samimi olarak inanmış, bireysel özgürlükleri içselleştirmiş Avrupa tarihçilerinin agresif bir biçimde Avrupa tarihi anlatmaları gerekiyor. 1945 sonrası kurulmuş modern Avrupa ve Avrupa Birliği, asırlarca devam eden kanlı savaşlara bir son vermek amacıyla kurulmuş bir barış ve kalkınma projesidir. Nok-ta! Modern Avrupa’ya aidiyet bir din ve kültür konusu değildir; siyasi ve hükmî bir durumdur. Nok-ta! Kültür ve din, Avrupa kimliği tartışmasında her daim var olsa da ancak ikinci önemdedir. Hristiyan siyasetçiler birkaç defa, AB’nin anayasası kabul edilen Lizbon Sözleşmesi’ne “Judeo-Hristiyan” ibaresini sokmaya çalıştılar ama şimdiye kadar bu hep reddedildi. Yakın zamanda vefat eden Avusturyalı tanınmış siyasetçi Erhard Busek’in kavramsallaştırmasına göre Judeo-Hristiyanlık, modern Avrupa’nın ancak ikincil birleştirici unsuru olabilir. Seküler Avrupa’nın birleştirici mabedi artık kilise değildir. Bunun yerini hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü ve insan hakları mabetleri almıştır. Ortak ekonomik pazar da birliğin eklemlenmesine giderek artan oranda katkıda bulunuyor.
Avrupa’nın bir parçası olmak, denge ve denetleme mekanizmalarının şimdiki Türkiye ile kıyaslanamayacak derecede sıkı ve etkin çalıştığı, hukuk önünde herkesin teoride eşit olduğu ve hesap verdiği bir dünyanın parçası olmak demek. Zaten mevcut iktidar da bu denge ve denetleme mekanizmalarının kontrolü altına girmeden serbestçe hareket edebilmek için Avrupa Birliği’ne katılım yolunda atılmış bütün kazanımları yok etti. AB’ye girmek demek, devlet okullarında seçmeli derslerde anadil eğitimi alınabilen bir sistemin parçası olmak demek. Azınlıkların, lisanlarını da kendileri verdikleri öğretmenlerden kendi dinlerini öğrenebildikleri bir özgürlükler sistemin parçası olmak demek. Öğrencilerin devlet okullarında kendi inançlarına uygun olarak yemek seçebildikleri çoklu menülerin çıktığı bir sistemin parçası olmak demek. Devlet yardımlarından hiçbir ayrımcılığa maruz kalmaksızın herkesin istifade edebildiği bir sistemin parçası olmak demek. Hesap verilebilirliğin devletin en üst makamına kadar geçerli olduğu, hatta -marjinal bir örnek bile olsa- devletin iş icabı verdiği kredi kartından seyahati esnasında Toblerone çikolata alan bir bakan vekilinin istifa etmek zorunda kaldığı bir sisteme girmek demek (Toblerone Affair). Bütün bunlar ortadayken Brexit’e atıfla Avrupa’nın yıkılacağından dem vurmak o kadar ucuz, o kadar bilgisizce bir değerlendirme ki…
Deprem başladığından beri her görüşten ve ideolojiden yazar, konuşur ve gazeteciyi dikkatle dinledim. İktidar taraftarlarını geçelim. Muhalif görüş bildiren gazetecilerin, eleştirilerini dillendirmeden önce devlete ve onun tüzel kişiliğine peşrev okumaları o kadar acıklı ki. Bu sadece, iktidarın öfkesinden sakınma içgüdüsü ile açıklanamaz. Birçoklarının, devletin gücünü geniş yollar, büyük tüneller, gösterişli ve yüksek kamu binaları yapmaktan ibaret zannettikleri anlaşılıyor. Bir kanalda tanınmış gazetecilerden K.Ö.’nün, depremle beraber tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmış rüşvet bürokrasisini eleştirmeden önce Türkiye’yi Polonya ile kıyaslayıp Polonya’yı devletten saymaması, sonra “bizim devletimiz çok büyük” demesi ne kadar komik. Polonya asırlarca komşu devletlerin işgaline uğramış, 2. Dünya Savaşı’nda Almanya’dan sonra Batı ve Orta Avrupa’da en büyük yıkım ve insan kıyımına maruz kalmış bir ülkedir. 1989’a kadar komünizm ile yönetilmiştir. 2000 yılında Türkiye ve Polonya’nın kişi başına GSYH’si aynı seviyedeydi. Polonya 2004’te AB’ye katıldı. Son yirmi yılda Polonya’nın kişi başına düşen GSYH’si dört kat arttı. Bu esnada Türkiye’nin kişi başına GSYH’si iki kattan biraz fazla arttı ve son on yılda ¼ azaldı. Polonya, rüşvet algısı indeksinde 51. sırada, Türkiye ise 101. Bu Polonya mı devlet değil? Ayrıca, modern Avrupa bir tasarruf ve ekolojik denge medeniyetidir. Avrupa’nın buraya büyük insan ve çevre maliyetlerinden sonra geldiği doğru ama önümüzdeki mevcut örneği model almamız gerekiyor.
Büyük felaketler büyük acılara sebep olurlar, ama aynı anda büyük dönüşümler için de fırsat sunarlar. İçinde bulunduğumuz olağanüstülük bu fırsatı sundu ve acil dönüşüm ihtiyacını yüzümüze çarptı. Türkiye’de hala 1920’lerin müdahaleci devlet anlayışının hakim olduğunu görüyoruz. Gerçek bir değişim ancak ve ancak Türk toplumunun muhayyilesine derinlemesine işlemiş dil, tarih ve devlet kutsalının cesaretle yıkılması ile mümkün.
Birinci Dünya Savaşı bitti. 1945’de ve takip eden on yıllarda yanı başımızda yeni bir dünya kuruldu. Avrupa, sanki Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni kurulduğu yıllardaymışız ve sömürgeci imparatorlukların işgalinden yeni kurtulmuşuz gibi İslamcılar ve ulusalcı Kemalistler tarafından neredeyse örgütlü olarak itibarsızlaştırılıyor. Avrupa Birliği sanki emperyal bir sömürü birliğiymiş ve Türkiye’yi de bir fırsatını bulursa yutmaya çalışan bir sistemmiş gibi anlatılıyor. Bunun böyle olmadığını bilhassa tarihçilerin yüksek sesle anlatmaları gerekiyor. AB, sınırları içerisinde yaşayan herkese eşit haklar vaat eden ve veren bir hukuk nizamıdır. Avrupa Birliği hakkında her türlü eleştiri ve tartışmayı yapabilirsiniz, Hollanda ve Slovakya’nın AB’nin imkanlarından her anlamda eşit olarak faydalanamadıkları doğru. Ama AB bir ekonomik sömürü düzeni değildir. Avrupa televizyonları, günlerce düzensiz göçmenlerin yarattığı problemleri tartışabilirler, ama sınırından geçip bir şekilde içeri giren her bireye hukuki prosedürleri uygular, barınma, gıda ve diğer temel ihtiyaçlarını sağladığından emin olur. AB içerisinde olup da bu kuralları ihlal eden ülkelerin ortak özelliği, aynen bizde olduğu gibi denge ve denetleme mekanizmalarına dahil olmak istemeyen iktidarlar tarafından yönetilmeleri. Macaristan buna en iyi örnek.
Fakat sonuç değişmiyor: Avrupa Birliği, “asırlardır devam eden savaşlar tekrar etmesin, insanlar birbirlerini, başka kültürleri tanısınlar, yabancı olmasınlar” diyen Avrupa elitlerince kurulmuştur. Hiçbir zaman tam anlamıyla Avrupa’ya eklemlenmiş olmasak da 300 yıllık mazimiz bir Batılılaşma serüvenidir. Türkler Avrupalı mıdır sorusunu herhalde Avrupa ve Türkiye var oldukça tartışacağız, ama Avrupa kıtası dışında, Avrupa’ya bizden daha yakın bir millet olmadığı aşikar. Bunu insanımıza anlatmamız gerekiyor.