Serinin ilk yazısına buradan ulaşabilirsiniz.
İlk yazıda altını ısrarla çizerek sunduğumuz bu stratejik-yapısal inşaya eşlik eden ama belki de daha önemli ya da daha ilginç diyebileceğimiz- felsefi gönderimler/semboller romana ismini veren ‘Devlet Ana‘ yani Bacıbey’in oğulları ile ilişkisinde karşımıza çıkar. Öncelikli olarak geleneksel kerim ve ceberut Devlet anlayışının simgesel temsilinin bir ayağını oğul “Kerim Çelebi”, diğer ayağını ise onun silahşör-yiğit abisi “Demir Can” [Mavro’nun nam-ı diğer “Demircan eniştesi”] oluşturur. “Kerim” “cömert olan, övgüye lâyık vasıfları şahsında toplayan, cezayı gerektiren davranışları affedip suçluyu bağışlayan”[1] anlamlarıyla devletin sosyal-güler yüzünü temsil ederken, “ceberut” kelimesi “kahır, zorlama, hâkimiyet” anlamıyla devletin kaba güçle ve kuvvetle hizaya sokucu tehditkar-cezalandırıcı yanına işaret eder.
Sufi terminolojide ise “ceberut alemi” mülk(madde) ile melekût(akıl) âlemi arasında bir orta âlemdir ve bir diğer ifadeyle akıl[mana] ve madde arasındaki iradeye(nefis) karşılık gelir.[2] Bu temelde, devletin iradi gücünün meşruluğunu ancak akıl ve manadan alması halinde, siyasi eylem ve etkisini maddeye boşaltması hakkaniyetli -yani doğru- olabilmektedir. “Devlet Ana”- Bacıbey özelinde- romanın akışı esnasında takip edeceğimiz üzere, “nefse” –yani doğurgan iradeye karşılık gelirken- bu iradenin celali veyahut cemali tecellisini belirleyecek olan dengeleyici-törpüleyici stratejik akıl, bir diğer ifade ile ceberuttan kerim olana doğru (vice versa) geçişi sağlayan makas değiştirici “eril güç” de -tarihsel bir tesadüfün de eseri olarak- “Ertuğrul Bey”[ve ardınca gelen soyu] olacaktır. Ertuğrul(er-doğr-ol) dürüst-doğru kişi anlamındaki isminin hakkını ‘Bey’liğin gereğini yapan ‘bir devletlü’ olarak vermekte, Bacıbey’in analık ajitasyonu ve gözyaşlarıyla sulanmış histeri krizlerine rasyonel-akli bir bent çekebilmektedir.[3]
[Anası Bacıbey çok yalvarmış, çok ağlamış, sonunda, “Ben molla oğul istemem ve de analık hakkımı bağışlamam,” diye diretmişti. Kerim, okumasını, Ertuğrul Bey’e borçluydu, “işi uzattın Bacıbey ve de tadını kaçırdın. Bize okumuş da lazım. On yiğide bedel Demircan oğlun yetmez mi, senin Bacıbeyliğine ve de rahmetli Rüstem Pelvan yoldaşımın ocağını yakmaya?” deyip mollalığa izin aldığı günü hiç unutmuyordu. Eğer hastalığı gittikçe artmasaydı, Ertuğrul Bey bu yıl, kendisini İtburnu’na, Şeyh Edebâli’ye gönderecekti. Şeyh Edebâli gibi ünü dünyayı tutmuş bir bilginin özel öğrencisi olacağını düşündükçe, Kerim’in sevinçten yüreği ürperiyor, yüzüne ateş basıyordu. “Varsın geciksin biraz… Tek beyimiz sağolsun da, hayırlısıyla…”]
Alıntıdan edindiğimiz bilgileri hem toparlamak hem zenginleştirmek adına denilebilir ki: Bacıbey’in küçük oğlu Kerim kılıç değil kalem tutmak, alp(asker) değil alim(molla) olmak istemektedir. Rüstem Pelvan[4] ardınca dul kalan ‘Bacı-Bey’ eş olmaklığı bitmiş olması hasebiyle feminen dişiliğinden soyunmuş ‘aseksüel’ bir ‘bacı’+‘ana’ olmasına rağmen, iki erkek çocuk annesi olmaklığı ve teşkilatçılığından aldığı güç ile ‘Bey’ olabilmiş, hünsa bir ‘erdişi’dir. Freudyen bir kastrasyonu andıran biçimde erkek çocuklarının eril gücüne hükmetmeye çalışan bu kocamış kadın, kendi özvarlığını onlar üzerinden güvene alan konumuyla bazen çocuklarının (isimleri üzerinden okuduğumuz) öz yaradılış gayelerine de kayıtsız kalabilmektedir. Zira ‘Demir’ kendi keskinliğinde ‘can’ bulmuşken, Kerim’in akıbeti tüm muğlaklığı ile Ertuğrul Bey’in hükmüne-hükümet gücüne, şahsi kudret ve sağlığına bağlı olarak muallakta bir yerde ikbalini beklemektedir. Bacıbey’in nihayetinde Ömer Lütfi Barkan’ın ‘kolonizatör dervişler’[alp-eren] sınıfından saydığı “Bacıyan-ı Rum” teşkilatının[5] başı olduğunu göz önüne aldığımızda, üzerinde oturduğu dualitenin önemi biraz daha artmaktadır.
[Karıları bile dövüşkendir Ertuğrul Bey’in… Bunlara “Rum bacıları” derler, başkanları, Demircan eniştemin anası Bacıbey’dir. Bunların töreleri de, gaziler, savaşçı dervişler töresi gibi, din yayma üstünedir. Anladın mı neden razılık vermemekte Bacıbey, Demircan enişteme? Bunlar Hıristiyanları tenhada tuttular mı, kılıcı kafalarında çevirip “imana gel yaa kâfir, bitiyorsun” demeden, geçemezler. Aslında bunlar dur durak bilmeyecek, kitaplarının kavlince, hiç at sırtından inmeyecek, boyuna seğirtecek… ]
Bu noktada K. Tahir’in ‘Bacıbey’de erittiği ‘Alp-eren’ bütünlüğünün akan zamanda (seyfiyye-ilmiyye/kışla-cami/modern-gelenek) ayrışmasına da kaynaklık edeceğini ifade etmek gerekir. Yani, iç içe geçmiş sarmal gelişmelerin romanın akışı içerisinde oluşturduğu gönderimlere de bakmamız kaçınılmaz gözükmektedir. Bu olaylar örgüsü içinde ‘Demircan enişte’ Rum sevgilisi Liya ile bir kuytuda vuslat bulurken tedbiri boşlayarak Şövalye Nötüs Gladyüs’ün hain okuna kurban gitmiş, böylesi bir yiğidin nasıl olup da sırtından vurulacak kadar gafil avlandığının cevabını ise kıyafetleri gerisin geri giydirilerek Söğüt’e utançla döndürülen çıplak bedeni vermiştir.
[“Liya, bir kadının ancak deli gibi sevdiği erkekle yatarken duyabildiği bayıltıcı, biraz da kutsal zevkin son anında kendisini bırakmak için gözlerini yummuş, Demircan’ın “Hıhh” diye üstüne yıkılarak bütün gövdesiyle seyirmesinden hiç kuşkulanmamıştı. Ruhunun derinlerinde başlayan mutluluk dalgalarının etine kızgın kızgın çarpmasını, soluğunu tutarak dinliyor, gittikçe seyrekleşip yumuşamasına yanıyordu. Neden sonra, sevgilisinin, duyamadığı canlılığını, minnetle, saygıyla aradı. Bu kadar mutlu olabilmesine şaşarken apansız ürktü. Demircan’ın, çok iyi tanıdığı çelik kadar sert gövdesi, bu kez, bir başka türlü gevşemiş, sanki aralarına ölüm kadar kesin, buz gibi bir boşluk girmişti. Gözlerini açıp kürklü Moğol külahının altındaki dişlek suratı görünce “Hayır! Hayır!” diye inledi, bu söz, korkunç uyanışın, bilinçle ilgili, son düşüncesi oldu.
Şövalye Notüs Gladyüs, baygın yatan Liya’nın bacakları arasından hışır hışır yalanarak çıktı. Pantolonunun önünü kapatırken, büyüklerin bile övüneceği, çok iyi bir iş yapmış, küçük bir çocuk gibi, utangaç, ama biraz mutlu gülümsüyordu. Uranha, çamurlu ayaklarını karının ak pazılarına basıp bağırmasını önlemek için kâfir oynaşının sarıklı börküyle suratını örtmüş, Şövalye’nin yaptığını görmek istemediğinden gözlerini yummuştu.”
…
“İlk işi, topraklarına yeni göçmüş, başka dinden köylülere sipahileri Demircan’ın zavallı çıplaklığını göstermemekti. Fazla tartaklamamaya çalışarak, pantolonu zorlukla çekti, kemeri sıkıca bağladı. Demircan birden değişmiş, ölümden başka şeyler düşündürür olmaktan çıkıp Kahpece arkadan vurulmuş yiğit bir savaşçı haline gelmişti.”
…
“Demircan gâvur karısı pususunda vuruldu” sözü, zaman geçtikçe, ağır basıyor, Köslük Meydanı’nı tatsız bir sessizlik kaplıyordu.
…
“Oynaşırken mi vurdular sakın! Düşmanın geldiğini sezememesi bundan mı?”
…
“Demircan’ın garip çıplaklığını, kendisinin buna verdiği anlamı söyleyip söylememekte, bir an duraklayıp, dedesinin “Beylerden gerçek saklanmaz” öğüdüne uyarak, her şeyi olduğu gibi anlattı.”
…
“Bacıbey, ayaklarını sürüyerek yaklaştı, örtüyü hızla çekti. Oğlunun ölüsü üstüne atılacakken sarsılarak durdu. Çıplaklığa şaşmış, belli ki, çok kötü bir şeyden kuşkulanmıştı. Anlamsız gözlerle önce Kerim Çelebi’ye, sonra Ermeni Toros’a, açıklama bekleyerek bir zaman baktı. Kağnıyı çevirenler ne diyeceğini merak ederek soluklarını kesmişlerdi.
-Bu neden çıplakmış, havanın bu serinliğinde? Neden arkadan vurulmuş? Kıskanç ana sezgisiyle şaşkınlıktan kurtuluyordu. Niçin, dedim?”
…
Bacıbey birden dikilip sırasında en yiğit erkekleri sindiren kabadayı sesiyle ağıtçıları susturdu:
-Kesin! Kes dedim, kees! Çıplak vurulmuşa ağıt yoktur bizde… Sırtından vurulana ağıt yoktur. Ağıtsız gidecek bu… Salt kanı aranacak bunun… kendi kanı değiil!
Babasının kanı… Boyunduruğa dayanmış duran Rum köylüsüne hışımla elini salladı. Çek camiye! Çek hadi!]
Eğer metne zorlama bir yapıbozumculuk ile yaklaşmıyor isek, tarihsel utançlarımızın kök sebeplerini Batı’nın güzellikleri ile fazlasıyla nefsi-şehvani bir yakınlaşma içine giren dinamik ama gafil unsurların tedbiri elden bırakan iyimser teslimiyeti olarak gören muhafazakâr tezlere bir gönderim mi içermektedir bu sahneler? Küçük oğlu molla olacak diye gözyaşlarıyla histeri krizlerine giren ama büyük oğlunun katline gözyaşı bile dökmeyen Bacıbey’e “Çek Camiye. Çek hadi” dedirten K. Tahir ancak bu soruya en doğru cevabı verebilir. Burada galiba bizim için elde kalan ancak, Türkofil Mavro kardeşimiz ve sadık Liya yengemizin hikâye edilen naif varlıklarına rağmen, Doğu-Batı ilişkisinde yazarımızın Notüs Gladyüs’u üreten yapısal-kurumsal-tarihsel bölünmeden ve sömürülen-sömüren tasnifinden asla vazgeçmediği olacaktır. Bu temelde “Sol Osmanlıcılık” olarak betimlenen düşünsel damarın “Devlet Ana” eseri ile su yüzüne çıktığını da özellikle belirtmek gerekir.
Nihayetinde Demircan’ın intikamı için çalınan davulların coşkusuyla kılıca sarılan Ertuğrul Bey’in kalbi bu heyecana dayanamamakta, kocamış hükümet sahneden çekilmekte, Bacıbey’e de gün doğmaktadır. Bu noktada, yani aklın timsali olan Ertuğrul Bey’imizin kalbine[duygularına] yenik düşmesi ile göze çarpan önemli bir hususa dikkat çekmek gerekebilir. Romanın akışı içerisinde önce ajitatif histeri krizleri geliştiren Bacıbey iken onu dengeleyen akli unsur Ertuğrul Bey olmakta ancak olaylar bizi Demircan’ın naaşı başında gözyaşı dökmeden dirayetle duran bir Bacıbey’e ulaştırmaktadır. Halbuki o Bacıbey değil midir ki oğlu Kerim molla olacak diye gözyaşını sel ederken “işi uzattın Bacıbey ve de tadını kaçırdın…” diyen Ertuğrul Bey’den azarı işiten, şimdi nasıl olup da “Kesin! Kes dedim, kees! Çıplak vurulmuşa ağıt yoktur bizde.” demekte, hem de tam da Ertuğrul Bey doksanı aşmış yaşına bakmadan davullarla aşka gelip de heyecanla kılıcına sarılıp son nefesini öylece verirken! Burada görmemiz gereken herhalde devletin yaratıcı gücü ile dengeleyici gücünün uyumunun ancak olaylarla ve olaylara geliştirilen tepkilerle ve akan-zamanda geliştirilebilir olması. Bir nevi tarihsel birikime yaslanan bir ‘check-balance’ durumu! Anlaşılan o ki yaratıcı gücün doğurganlığı akli bir dengeleme ile sınırlanmalı-yönetilmeli-planlanmalı, dengeleyi gücün stratejik aklı ise yaşlanıp tükendiğinde yenilenmeli-değiştirilmeli-güncellenmelidir!
Nihayetinde Demircan’ın katli ardınca Kerim’in “Kerim Çelebi”ye -yani Şeyh Edebali’ye ram olmuş bir âlime- dönüşme süreci annesinin ‘kamçısı’ zoru ile sonlandırılmaktadır. Çünkü artık ve gerçekten -çalan davulların da seslediği üzere- ocağın bekası adına bir ‘çelebi’ye değil ama bir ‘alp’e ihtiyaç vardır. ‘Çelebileşme’[6] -yani görgülü, terbiyeli, olgun insan olma– yolunu kesen o ceberut kamçıya Kerim’in inlemeleri eşlik ederken, belki de, hayatı ancak kitabi satırlardan tanımaya çalışan bu genç delikanlı, gün olup kendi sırtında şaklayacağına asla ihtimal vermediği o kamçının acı dolu yüzünde kendi mazisini hatırlamaktadır:
[-Kız sen!.. Hey Allah… Bela mısın bu Söğüt’ün başına? Seni hiç mi terbiye etmedi anam olacak Bacıbey’iniz?
– Biz pala tutmuş savaşçılarız, Bacıbey’in yüzkarası Çelebi Kerim, bizim terbiyemize aklı ermez molla takımının… Oturaklı laf aramaktasın ama, aklından bulamazsın, kuşağındaki kitapta varsa, bilmem… ]
Nihayetinde üstündeki medrese cübbesi değildir sadece parçalanan Kerim’in, aynı zamanda hayata dair apriori angajmanları da alt-üst olur ‘Çelebi’nin. Bu kamçılı dönüşümün Ertuğrul Bey’in hükmü geçmiş iradesine karşı -kökü mazide saklı- bir karşı-ihtilal mi olduğu, yoksa yeni günün yeni şartlarına karşı, şeklen dün ile aynı dursa da öz olarak dünden farklı, gerekçeleri sağlam bir öz’de ihtilal mi olduğunun cevabını bize yine romanın akışı vermektedir. Kerim cübbesinden soyunup eline kamçısını aldığında, yani Kerim Can olduğunda, ilk iş olarak şeriata ve umumi adaba mugayir işler çeviren sapkın heteredoks dervişleri, afyona bulanmış cavlak takımını hizaya getirir. Tam da medrese görmüş bir Alp’ten beklenildiği üzere! Sonrasında, abisinin intikamını şahsi bir mesele olarak kenara koyup, Bey’liği kuşatan entrika dolu şer güçlerine karşı duran zinde güçlere katılır, inlere girer, mağaralara saklanır, istihbarat sağlar, kapanlara tuzaklara kapılır, yaralanır ama yılmaz, elinde kılıç dövüşür, vuruşur, binbir olay ve tehlike ardınca yetişir-yettirir ve yeter, kendine ve vazifesine. İşin sonunda bunlarla da kalmaz, abisinin de intikamını bizzat kendisi alarak evine geri-döner. Evine, yani anasına ve de yavuklusuna dönerken Kerim’in eli boş değildir artık. Sanki Zerdüşt ile buluşmuş da konuşmuşçasına hem de! Öyle ki, Kemal Tahir’in ‘Devlet Ana’sının son sahnesine varıp da F. Nietzsche’nin ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ündeki “Ver bana kadın, küçük hakikatini!” dedim. Ve şunları söyledi yaşlı kadıncağız: “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma!”-.”[7] cümleleri zihninde çınlamayacak okuyucu pek olabilemez gibidir, elbet Nietzsche okunmuşsa.
[Koca evi sarsalayarak atıldı, Rüstem Pelvan’ın korkunç kırbacını sedirden kaptı, orta yere dikildi. Görüntüsü müthişti:
-At şunları ocağa Rüstem Pelvan’ın Kerimcan! Kırbacı üst üste şaklatmıştı. Ucuyla kitapları gösteriyordu. “Ocağa” dedim! Atacaksın!
İstemem evimde molla avadanlığı, istemem! “Dep” dedim kansız
Kerim, at şu pisleri…
-Atmayınca!
-Atmayınca mı? Bacıbey bir an şaşırdı, sonra kırbacı kaldırarak
atıldı. Vay ne demek!..
Kerim sıçrayıp anasının bileğine yapıştı, kırbacı, daha doğrusu, çocukluğundan kalan son korkuyu, kolayca çekip aldı. Yüzü değişmiş, rahmetli babası Rüstem Pelvan’ın çok kızdığı zamanlardaki halini almıştı. Bu değişmeyi daha fark etmediği için üstüne atılmak isteyen anasını, tıpatıp babasının kükreyişiyle durdurttu: .-Geri bas! Geri dedim! Kırbacı kaldırınca Aslıhan aralarına girdi. Sendeleyen Bacıbey’in göğsüne sokuldu. Kerim babasının kelimeleriyle bağırdı. Yumuşa Bacıbey! Yumuşa ki bi şey hasıl olabilsin! Yumuşamadın mı yumuşatırım seni… Babam rahmetli gibi… Kırbacı iki kez şaklattı. Hadi bakalım aşevine! Bir eksik görmeliyim ki sofrada, ben size sormalıyım!
Aslıhan, kaynanasını kapıya doğru yavaşça iterken fısıldadı:
-Delirdi bu! Vay başımıza!.. Hiç uymayalım, oh Bacıbey ana!
Sen doğrusun ama, söz anlar mı erkek milleti? Aklına geleni işlemez mi? Bacıbey sessiz sessiz ağlıyordu. İki hıçkırık arasında, dargın dargın söylendi: Aklı var da he mi, bu Kerim oğlumun şuncacık?. Oğlunun adam olduğuna, babasının ocağını yakacağına, Bacıbey ancak kırbacı elinden çekip karşısına dikilince inanmıştı, Aslıhan bunu sezemediğinden, sesindeki kasıntılı mutluluğun sebebini anlayamamıştı.
Kadınlar çıkınca, Kerim Çelebi, kamçıyı atıp sedire oturdu rahatça, “Siyasetnâme”yi eline aldı.]
Bu noktada, Kerim tekrar aslına -yaradılış gayesine- rücu edecek iradeyi göstermekte, tekrar Kerim Çelebi olmaktadır, ama ne Ertuğrul Bey’in himayesinde ne de Bacıbey’in gölgesindedir artık. Ferdiyet kazanmış bir birey olarak salt bilişe değil pratik oluşa yönelmiştir. Eline aldığı ‘Siyasetname’ buna işaret eder. Mülkün nizamı için gereken artık bellidir!
Sembolizm yüklü “Devlet Ana” romanında K. Tahir’in ustalıkla ve sırasıyla hesaplaştığı birçok kavramdan biri de budur. Eylemle ve oluş hali ile deneyimlenmemiş-desteklenmemiş kitabi bilgiye, zamanın geçmesine rağmen yeniden yorumlanmamış diktumlara karşı K. Tahir öfkelidir. Bu temelde içinden kopup geldiği ortodoks sol çevreleri şoke edercesine ortaya çıkan Osmanlı’ya teveccühü bir türlü anlaşılamamış, kıyasıya eleştirilmiş ve de reddedilmiştir. İdrakli okuyucu için açıktır ki tüm vatandaşlarını zorla aynı kalıba dökmeye çalışan güncel totaliter-otoriter rejimlerin yönetim tarzından ‘özünde’ pek de bir farkı yoktur, tarihi bir roman gibi de dursa, ‘Devlet Ana’daki ibretlik kayış ve savruluşların. Ve bunun böyle olmaması için de neyin nasıl olması gerektiği üzerine K. Tahir itinayla birçok şey söyler Ertuğrul-Osman-Orhan hattını destekleyen Türkmen dinamizmine yaslanarak. Nihayetinde Tolstoy’un, Puşkin’in tarihçiliğini andıran bir titizlikle romanını tarihsel gerçekliğe doğru sürer K. Tahir. Türk töresi-İslam felsefesi(tasavvuf)-Bizans toprak düzeni arasında mekik gibi gidip gelen bu parlak zihin aynı zamanda okuyucusunu geniş bir coğrafyada gezdirir. Frenk ülkesinden Acem mülküne, İstanbul’dan Söğüt’e, Konya’dan-Tebriz’e düşünsel stratejik hatlar çizdiği yetmezmiş gibi bütün Endonezya’dan Cermanya’ya, Seylân’dan Afrika’nın göbeğine, Kanarya adalarından Moskova prensliğine, Basra’dan Buzlu Dünya’ya varan ufuklarda dolaştırır okuyucusunu. Tarih-coğrafya-ekonomi politik ile yoğrulmuş bu yönüne rağmen, kaleminden pek insanca bir ruhun ışıdığı da çekincesizce söylenebilir K. Tahir’in. Bu ruhun Anadolu insanının kültürel-tinsel kodlarına bürünerek karşımıza çıktığını söylemek elbette bir abartı olmayacaktır. Zira kitabı özgün kılan sentezin tam olarak burada saklı olduğu da ortadadır.
[1] https://islamansiklopedisi.org.tr/kerim
[2] https://islamansiklopedisi.org.tr/ceberut
[3] Çok tanıdık ama farklı bir “hidrolik” hikaye!
[4] Firdevs’in ”Şahname” isimli ünlü eserinde İran kahramanlarından Zaloğlu Rüstem aynı zamanda bir pehlivandır. ‘Pelvan’ kelimesi dilimizde pehlivan yerine de kullanılmaktadır. K.Tahir’in “Rahmetli Rüstem Pelvan” ismini tercihi ile devletin İran merkezli Büyük Selçuklu’ya uzanan köklerine işaret ettiği düşünülebilir.
[5] Ömer Lütfi Barkan, “İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, sayı: 2, 1942, ss. 279-304.
[6] https://sozluk.gov.tr/
[7] Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, İş Bankası Yayınları, 2011, s.61.