[voiserPlayer]
Ünlü tarihçimiz İlber Ortaylı, bir anma toplantısında, “Devlet Ana”nın vaktiyle “kıyametler kopardığını” dile getirir.[1] Kemal Tahir’in 1967’de yayımlanan bu eserinin hemen ardınca -hem de oldukça genç denilebilecek bir yaşta- Ortaylı’nın 1968 yılında güncel tartışmalara bir değerlendirme yazısı ile dahil olduğunu biliyoruz.[2] Anlaşılan o ki romancı kimliği ile tarihçi titizliğini başa baş götüren bir isim olarak K. Tahir’in edebiyata özgü anlatım yollarının yanı sıra sosyal bilimlerin araçlarından güç alan usta kalemi, genç Ortaylı’nın dikkatinden kaçmaya pek de bir imkân bırakmamaktadır. (Hele Niyazi Berkes’in bir bahisle ‘… Ankara’da Prof.Halil İnalcık ve yetiştirdikleri genç araştırıcılar…’[3] olarak tasvir ettiği cevherlerden birinin Ortaylı olduğunu varsaydığımızda!)
Nihayetinde, hiç uzatmadan ve vaktiyle kimin radarına kimin yakalandığına takılmadan konumuza dönersek, karşımızda birçok yönüyle hayranlık uyandıran bir eser olarak ‘Devlet Ana’nın durduğunu görürüz. Hatta biraz daha ötesinde, Maksim Gorki’nin sosyalist bir propaganda metninin pek de ötesine geçemeyen bir kısırlıkta akıp giden ünlü romanı ‘Ana’yla karşılaştırdığımızda ‘Devlet Ana’nın, doğurganlığını Anadolu’dan devşirmiş bir ‘Kibele’ye dönüştüğünü bile iddia edebiliriz. Ama bu farkın sadece bir üslup, anlatım ve kurgu farkı olmadığını da eklemeliyiz. Öyle ki M. Gorki düşünsel bir zaferin coşkulu kesinliği[4] içinde ancak ait olduğu ideolojinin sesi olurken, K. Tahir romanlarının ana temasını oluşturan toplum ve tarih teziyle paradigmasını içeriden ve dışarıdan sorgulayabilen[5], uzun süre entelektüel tartışmaların merkezinde yer alabilecek, kendinden sonraki araştırmacılara ufuk olacak çapta bir düşünür olarak durmaktadır. Cemil Meriç; romana haysiyet kazandıran, sosyolojiyi, ekonomi politiği edebiyata dâhil etmiş, kendi neslinin en kuvvetli kalemi olarak görür onu.[6]
İstanbul İktisat çevrelerinin hayranlıkla takip ettiği Marksist Profesör Sencer Divitçioğlu’nun ‘Asya Üretim Tarzı’ çalışmalarına K. Tahir vesilesiyle yöneldiğini, Batı kültürü karşısında Türk kültürüne yaptığı vurgunun da değerli sosyolog Baykan Sezer tarafından çekincesizce benimsendiğini hemen bir çırpıda not etmek gerekir. Ayrıca İdris Küçükömer’in hala tartışılagelen sıra dışı tezlerle yüklü ‘Düzenin Yabancılaşması’ kitabında o alışılagelmiş tanımları yine K. Tahir’in etkisiyle tersyüz ettiği ileri sürülmektedir.[7] Bu eksende K. Tahir, Türk toplumunun gelişme çizgisinin temelde farklı olması nedeniyle Batı’dan farklı ilerlediğini savunurken filmi en geriye sarmakta, bir uç beyliği olarak ‘Osmanoğulları’nı araştırmasının –yani romanının– merkezine koymaktadır.
Ertuğrul Gazi’nin henüz hayatta olduğu yıllar ile başlar roman. Ancak doksan yaşlarını bulmuş Ertuğrul Bey sadece fiziksel olarak güçten düşmemiş,
[ “Cumayı kıldılar mı? Osman’ım cumadan geldi mi? Cuma camisi kalabalık mı?”… Geçende, ne dese iyi? “Bir kez cumayı Oğuz’umla kılaydım da, Tanrı alaydı canımı,” dedi (…) Gözleriyle cumasını kılmaya çabalamakta Ertuğrul Bey’imiz…” ]
aynı zamanda hayal ile gerçeği karıştıran bir düşkünlük hali ile de boğuşur durumdadır.
[ “Çöktü gün günden dağ gibi beyimiz, say ki bebeliğe döndü gerisin geri(…)düşleri olanlarla karıştırmakta bu sıra sık sık.]
Ertuğrul Bey’in kocamışlığından doğan zafiyetlerine eşlik eden, eşzamanlı bir kıtlığın Söğüt’ü vurduğu romanda dile getirilir. Ama bu eşzamanlılık asla bir nedensellik bağı ile birlikte sunulmaz, daha ziyade iklimsel-dönemsel bir döngünün dışavurumudur bu. Yiğit-cevval ve cömert, o şanlı Ertuğrul Bey’in bahardan karakışlara varan uzvi acziyetlerinin Söğüt’te dışavurmuş bir hüznü gibidir bu kıtlık. “Ya Devlet başa ya kuzgun leşe” mottosu eşkıyalara karşı birkaç kez haykırılsa bile, K. Tahir bolluk ve zenginliği ısrarla ‘güçlü liderlik’ten daha ziyade[8] sosyal-yapısal ve iktisadi unsurlarda arar-bulur ve gösterir. Bu temelde kitabın ilk bölümüne damga vuran Sen Jan Şövalyesi Notüs Gladyüs ile Türkofil Mavro arasındaki efsanevi diyalog, Karl Wittfogel’in 1957 tarihli ‘Oriental Society: A Comparative Study of Despotism’[9] kitabından kopup da gelmiş bir girizgâh gibi okuyucuyu eserin vadettiklerinin derinliği bağlamında çarpmaktadır. K. Wittfogel tarafından önerilen hidrolik teori, devletin kökenini, kanalların kullanımında gerekli olan karmaşık su yönetim sistemlerinin bürokratik ihtiyaçlarıyla açıklar. Merkezi koordinasyon ve yönlendirmeyi gerektiren büyük ölçekli su yönetimi ihtiyacının karşılanması da böylece düzenin olmazsa olmazıdır. Nihayetinde Kral piçi olması ile övünen, kaçkın bir Sen Jan şövalyesi olarak karşımıza çıkan gaspçı-tecavüzcü bir katilin ötesine geçemeyen o nasipsiz Notüs Gladyüs ile saflığın-sadakatin ve de nihayetinde tarihsel bir dönüşümün edilgen temsili konumunda olan Mavro’nun diyaloğunda inciler bu Türkofil Rum delikanlının ağzından sular seller gibi şöylece dökülür:
[N.G.-Demek güneyi Germiyanlı… Doğusuyla kuzeyi Karacahisarla Selçuklu… Batısı Bizans, bu Ertuğrul ‘un…
M.-Aslında üç yanı bataktır efendim… Salt Bursa-İznik yönü sağlam topraktır.
N.G.-Üç yanı batak!.. Batak olduğu iyi… Allah işini bilmez mi?
M.-Bilir kurban olduğum… Eskilerde batak matak yokmuş, imparatorumuz güçlüyken… Konya Sultanı’nın gücü yettiğinde de, Porsuk, Sakarya böyle akamazmış başıboş…Bakımsızlıktan kudurmuş sular… Tarlaları, otlakları basmış… Babam rahmetli derdi ki, “Üç kez yatak değiştirdi Sakarya Irmağı” derdi, “Üç kez, hisarları kuruda koyup savunusuz bıraktı. Türk’ün, Moğol’un sürüp gelmesi bundan” derdi rahmetli… Yolları yutmuş batak… Kervan işlemez olmuş. Babam rahmetli, “Buraların yoksulluğu bundan” derdi, “yoksulluk, yıkılsın gitsin, dersen kayzerimizin, ya da Konya Sultanı’nın, güçlü olmasına dua edeceksin” derdi. Bu batağın bir ucu Simav Gölü’ne, Koca Su’yun kaynağına dayanır şövalyem, bir ucu, Sakarya Irmağı’yla gider, Karadeniz’e kavuşur. Eskilerde sular, hiç dengesizlik edemezmiş, çünkü dizgin vururlarmış ağızlarına kayzerler, sultanlar, sert başlı hayvanlar gibi… İçini çekti. Aklı erenlere bakarsan, Frenklerle Moğolların başı altından çıkmış bugünlerin rezilliği… Ülkeyi batıdan Frenkler basmış, doğudan Moğollar… Vergi, haraç alamaz olmuş kayzerimizle Konya Sultanı… Vergisiz, haraçsız nasıl dizginlersin bunca azgın suyu? Sular kudurgan olursa ekin olmaz, ekin olmazsa köylü olmaz, köylü olmazsa ekmek olmaz, ekmek olmazsa dünya batar. Eskiden kervanlar geçermiş ki bizim ovamızdan, başı Eskişehir’de yükünü çözerken, kuyruğu Bilecik’te denk bağlamakta olurmuş…
Mavro, şövalyenin dinlemediğini anlayınca somurtarak sustu.]
Güngörmüş babasından duyduklarını anlatan Mavro’nun cümlelerine karşı kayıtsızca şarabına yumulmuş olan Notüs Gladyüs’ün hıçkırıp geğirip konuyu getirdiği nokta ise yine ancak Ertuğrul Bey’in savaşçılarının sayısı olabilmektedir. Sulhte cebindeki mangırın harpte de emrindeki askerin kantitesinden başka bir şey düşünemeyen bu kalite mahrumu şövalyemize genç Mavro ‘Azrail’e el ense çekmiş gözü kara yiğitlerdir her biri…’ dedikçe Şövalyenin hainlik hevesi artmakta, Türkofilimiz ‘Olmaz Şövalyem… Uçlarda düzen bozmak hiç olmaz!’ dedikçe de açıkça gasp ve tecavüz hayalleri azmaktadır.
Kendi tarikatının bile dışladığı bu insanlık kaçkını Haçlı artığı, devşirdiği Türkopol Uranha yardımı ile düzeni bozmaya kendince koyuladursun; saf Rum delikanlısı ağzından anlatıcı K. Tahir’in işaret ettiği temel sorunsal şöylece belirmektedir: Sağlam bir iktisadi-sosyal düzenin tesisi için gerekli toprak ve su rejimini sunabilecek güçlü merkezi otoritenin inşası yolunda mertlik, dürüstlük ve stratejik yönetsel aklı birleştirecek olan o dinamik aktörler kimlerdir? Bu temelde, 650 sayfanın sonunda Gazilerin mertlik, Ahilerin dürüstlük ve Bey’lerin de stratejik yönetsel aklı ustalıkla yüklendiğini görmek zor olmaz. K. Tahir kendi ifadesiyle Anadolu insanında gördüğü tarihsel yüceliği resmettiği romanının seyrini kararlılıkla belirler.[10] Bu seyir sırasında ne Moğollara ne Bizans’a ne Frenklere ne Konya Sarayına ne Germiyanoğullarına, ne de sapkın Heretik Dervişlere pabuç bırakmadığını da okuyucusuna gösterir. Reyini dayanışmacı-mert ve ilerici-dinamik bir güç olarak Osman Bey-Şeyh Edebali ittifakı lehine kullanırken; Benito Keşiş ve Notüs Gladyüs’ü tüm ikiyüzlülükleri ve sapkınlıkları ile Batı toplum düzenini, şehvetine yenik düşerek rezil ve ziyan olan Alişar Bey ve yardakçısı Hophop Kadı’yı yıkılan Selçuklu düzenini, Çudaroğlu çetesini de düzenbozucu Moğol yağmacılığını anlatmada araç kılmaktadır.
Ancak bu Gladyus-Alişar-Çudaroğlu ittifakını kötücül güçlerin rastlantısal işbirliğinden daha ziyade sosyal-tarihi-yapısal bir koalisyonun uzantısı olarak resmetmektedir. Fakirleşen Anadolu’da kervan yolları önemini yitirmiş, güvenlik kaybolmuş, toprak ve devlet düzeni bozulmuş apaçık bir anarşi kendini gösterir olmuştur. Benzer olarak Bizans, vaktiyle birleştirdiği Roma Hukuk sistemi ve Doğu’ya has toprak düzeniyle kendine ait bir rejim kurmuş olmasına rağmen, asabiyesini hızla kaybeden, yorgun, güçsüz ve edilgen bir konuma düşmüştür. Haçlı seferlerinin mütecaviz tavrı sadece Müslüman Doğu’yu değil, Ortodoks-Katolik çekişmesi altında Bizans’ı da vurmakta, Batı Roma kalıntısı feodal Avrupa güçleri, bu düzeni yıkmak, toprak serfliğini getirmek ve merkezi otoriteyi yok etmek çabası içindedir. Ticareti değil yağmayı, serfi değil toprağı, düzeni değil ezeni önceleyen statik feodal güçlerin gerici unsurları, Tarikat şövalyeleri ve keşişler, bu amaçla beşinci kol görevlerini keyifle yürütmektedir. Bu durum Keşiş Benito ve Sen Jan şövalyesi Notüs Gladyüs’un kişiliklerinde tastamam vücut bulur. Görevleri açıkça Küçük Asya’nın düzenini yıkmak ve yerine kendilerininkini getirmektir.[11] Selçuklunun Moğol istilalarıyla bozulan düzeni buna karşı koyacak durumda değilken, Gladyus-Alişar-Çudaroğlu ittifakının kötücül güçlerin rastlantısal işbirliğinin ötesinde resmedildiği ortadadır. Zira şövalyelik vaadiyle endoktrine edilmeye çalışılan Türkofil Rum genci Mavro ile arsız-utanmaz Notüs Gladyus arasındaki diyalog getirilmek istenen feodal rejimi işte böylece anlatır.
[ N.G.-Höst! Bundan böyle aklına yaz, hiç unutma! Şövalye adayısın! Dahası benim bayraktarımsın! Soylu Hıristiyan hiç suçlu olmaz. Çünkü soylunun soyluluğu gibi, yaptığı da hep Allah’tandır. Pazar
baçını artırmaya geldi mi, senyörün keyfinedir.
Kimse karışamaz. Kendi toprağında dilediğini yapar. Çünkü toprağı da soylular için yaratmıştır, Allah! Salt toprağı değil, üstündeki köylüyü de bağışlamıştır mal diye, canı çekerse, asar!
M: -Asar mı? Asar da, nasıl öder kanını?
N.G.:-Kanı sorulmaz köylü takımının soylulardan…
Mavro bir şeyler hatırlamaya çalışarak daldı, sonra çekinerek sordu: -Böyle midir gerçekten sizin oraların zagonu?
N.G.:-Elbet…
M: -Sizin soylunuz, neden asar köylüyü? Durduğu yerde mi?
-Yok… Gölünde, deresinde, izinsiz balık tutanı asar, ormanında avlayanı, çalı keseni… Angaryasından kaçanı, harmanda, bahçede soylu payına hile katanı… Sıkı çalışmayan kunduracıyı, demirciyi de canı çekerse asar, acır da bağışlarsa, demire vurur ölene kadar…
M:-Ahiler ne der bu işe aman şövalyem, çarşıyı dar etmez mi soyluların başına?
N.G: -Ahi de neymiş? ]
Ancak Mavro endoktrine olmak yerine hepten dumura uğramakta, hele ‘Jus Primae Noctis’ -ilk gece hakkının- bir söylenti değil ama apaçık gerçek olduğunu öğrenince de tümden isyan etmektedir: “Müslüman kafirleri geçtim, Putperest Moğollarda bile görülmemiş böyle rezillik! Sizin oralara bizim aklımız ermez.” K. Tahir metne böylece serpiştirdiği zıt karakter arası diyaloglarla sosyal-yapısal farklılıkların kaçınılmaz çıkar çatışmalarını belirginleştirirken, ötesinde bu karakterlerin olay örgüleri içinde inisiyasyona varan dönüşümlerini de sosyal bir dinamiğe ve hatta kırılmaya denk gelecek biçimde kullanır. Hizmet ve sohbetini esirgemediği Notüs Gladyüs’ün haince tecavüz ederek katlettiği ablası Liya ardınca kahrolan Mavro’nun, sığındığı Kara Osman Bey’in gösterdiği dini hoşgörü ve koruyucu-kollayıcı mertlik, nihayetinde bu Türkofil Rum gencinin kendi iradesi ile İslamlaşmasına yol verirken karşımıza çıkan dinamik de tastamam budur.
[-Zor altında din değiştirmek yoktur bizde, Mavro oğlum! Savaş hilesidir bu… Biz tanığız, dinin din…
Mavro bir an alt dudağını kemirdi. Sonra birden başını açıp Osman Bey’in önüne diz çöktü:
-Liya ablamı öldürenlerin dininde olmaktansa senin dininde olmak doğru… Rabbimiz İsa tanık ki, hilesi yok bunun. Gönlümle girdim dinine, zorla değil!..
Osman Bey çok duygulanmıştı. Yutkundu. Elini delikanlının başına koyup Karabet Usta’ya sordu:
-Tanıksın Usta!
-Tanığım Osman Bey ve de haklıdır Mavro oğlum! İstavroz çıkardı. Rabbimiz İsa bağışlasın, âmin!
Mavro acele kalktı. Türkmen börkünü giydi. Osman Bey’in, sonra da Karabet dayısının ellerini öptü. Rahatlamıştı. (…) Mavro yeterince bekledikten sonra tek elini ağzının yanına koyup güçlü bir sesle teker teker bağırdı: -Ben… Kara Vasil… oğlu… Mavrooo… Sesi tepelerde yankılanıyordu. Size derim kiii… Kendi isteğimle Müslüman oldum… Tanrı’dan başka Tanrı yoktuuuur… Muhammet, Tanrı’nın elçisidir… ]
Ancak Mavro’nun İslamlaşmasını bir yapısal-kurumsal ve iktisadi düzleme oturtmadan, yani ayaklarını yere bastırmadan, bir anlatıcı olarak K. Tahir, öylece ortada bırakıp gitmez. Mertlikleri-cesaretleri, iman-ahlak ve stratejik akılları ile neredeyse roman boyunca birbirinin farklı yaşlardaki klonları gibi duran Ertuğrul-Osman-Orhan üçlüsünün bir nevi aktarım mekanizması olan Osman Bey’in Şeyh Edebali ile sohbetlerinde son derece akli bir iktisadi-askeri genişleme stratejisinin parçası olarak karşımıza çıkar bu dini hoşgörü ve ahlak. Ertuğrul dünü, Osman bugünü, Orhan da yarını temsil ederlerken roman boyunca, kuşaklar boyu sürecek bir Pax-Ottomana’nın formülünü, yani az adam ile çok toprağı en maliyetsiz biçimde elde tutmanın ve en kısa zamanda en barışçıl yoldan genişleyebilmenin ufkunu çizer Osman Bey:
[..İstanbul’un Bizans’ı, Frenk’in karanlık dünyasından kopup geldi. Ama oranın kölelik düzenini burada tutturamadı. Tutturamayınca da “Toprak Allah’ın, İmparator kâhya, köylü kiracı” demek zorunda kaldı, imparator’un hür köylüleri, Latin İstanbul’u basıp alınca Frenk düzeninin nasıl bir bela olduğunu görüp anlamıştır. Bu düzen köylüyü köle etmeye dayanır. Kim ister köle olmayı? Demek zorlayacaksın aralıksız! Zorlarken zorlarken n’olur adam? İnsanlıktan çıkar! İşte bu sebepten Frenk adamı, say ki, kuduz canavardır. Kahpedir, kıyıcıdır, Allah’ı maldır, dini imanı soymaktır. Irzı, namusu, utanması, acıması, sözü, yemini hiç yoktur. Bunalırsa insan eti yer, Bizans köylüsü kabul etmez bu rezilliği… Uçlara yerleştirilmiş Hıristiyan Türklerse hiç yanaşmazlar köleliğe… “Suyun akarı” dediğim, işte budur. Bu yöneliş çok adam istemez!
Kalabalıkları biriktirip köylünün başına musallat etmek zorunda değilsin. Bu zamana kadar hiç görmediği, bilmediği bir düzeni götürüp Bizans köylüsünü şaşırtıp ürkütmek de yok! Köleliğe karşı, Frenk soygununa, zulmüne, ırk düşmanlığına karşı biz hoşgörü, dayanışma, can, ırz, mal güvenliği sağlayacağız. Alın teriyle çalışanlar bizden yana olacak ister istemez…]
Devam edecek…
[1] http://arsiv.ntv.com.tr/news/211946.asp
[2] Dost dergisi Ocak 1968 sayısında yayınlanan yazısı itibariyle Ortaylı’nın henüz 22 yaşında bir Mülkiye son sınıf öğrencisi olduğunu çıkarsayabiliriz. Bkz. https://www.odatv4.com/makale/mulkiyeliler-ve-turkiyeliler-04041831-136232
[3] Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2018, s. 197.
[4] Eugene Lunn, Marksizm ve Modernizm, Dipnot Yayınları, Ankara, 2011, s.211
[5] Murat Belge’nin ifadesiyle Kemal Tahir uzak ve yakın Türkiye tarihi üstüne bir yandan resmî görüş dışında kalem oynatırken bir taraftan da ama aynı zamanda “resmî” Marksist görüşü dışında kalarak bu toplumun “gerçek” tarihine ulaşmaya çalışmaktadır. Bkz. Murat Belge, Genesis: “Büyük Ulusal Anlatı” ve Türklerin Kökeni,İletişim Yayınları, İstanbul, s.21
[6] Cemil Meriç, Sosyoloji Notları, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s.341
[7] Sina Akşin, Türkiye Tarihi -5- : Bugünkü Türkiye: 1980 – 1995, Cem Yayınevi, İstanbul, 2008, s.271.
[8] [“Osman Bey, âdeti olduğu üzere kısadan giderek Selçuk sultanlığının neden yalnız seksen yıl rahat ettiğini, yüz elli yıldan beri niçin can çekişmekten kurtulamadığını anlattı. Toprağın ikta düzeni bozulduğu için devletin vergiden, haraçtan bir şey umamayacağını, köylerin dağılıp köylünün eşkıyalığa çıktığını, şimdiki Sultan Giyasüddin Keyhüsrev’i indirip yerine oturtmakla hiçbir şeyin değişmeyeceğini, batmış köylerin kısa zamanda kalkınamayacağını, kalkınamayınca da, Cimri’yle Karamanoğlu’nun başına gelenlerden hiç kimsenin kurtulamayacağını söyledi. Bir ülke nasıl ele geçirilir, nasıl elde tutulur, bilmeyenlere, bu işlerin neden kolay geldiğini, utangaç bir gülümsemeyle açıkladı.]
[9] Karl Wittfogel, ‘Oriental Society: A Comparative Study of Despotism’, New Haven and London: Yale Unıversıty Press, 1957.
[10] https://www.youtube.com/watch?v=wyoa516Z4f8
[11] Ortaylı, İlber, Gelenekten Geleceğe, Hil Yayınları, İstanbul, s.126.