[voiserPlayer]
2019 Eylül’ü itibariyle Türkiye’nin genel manzarası şudur: Zayıfladıkça ve kırılganlaştıkça sertleşmiş bir iktidar koalisyonu; baskı altında, sembol isimleri üzerinde Demokles’in kılıcı gibi tehditler ve cezalar sallanan bir ana muhalefet; halk iradesiyle kazanmış olduğu belediyeler çalınan, sürekli kriminalize edilen bir Kürt muhalefeti.
AKP’nin başat olduğu iktidar koalisyonuna dair, çeşitli çevrelerde yaygın, kimileri tarafından olumlu, kimileri tarafından olumsuz vurguyla anılan bir durum var. AKP -bazen önüne eski sıfatı getirilen- bazen Ergenekon olarak anılan bir “derin devlet”le işbirliği içinde. Bu “derin devlet”in ne olduğu bir türlü tam ifade edilemiyor. Yahut körlerin fili tarif etmesi misali, bu mekanizmanın çeşitli veçheleri sayılıp dökülüp, bütüncül bir tasviri yapılamıyor.
AKP bürokrasi içinde birden fazla klikle müttefik; doğru, fakat bu kliklerin ana gövdesini, 1993-1997 arasında en güçlü dönemini yaşayan, esasen 90’lardaki DYP-MHP tandanslı güvenlik bürokrasisi kadroları oluşturuyor. Bu ekip -belki 28 Şubat dönemi istisnası haricinde- 1980’lerden bugüne devlet içinde hep etkili bir nüfuz alanına sahip bir topluluk oldu. Tabii ekip veya topluluk derken, daha ziyade bir ethos etrafında birleşmiş insanlar söz konusu; bunun ideolojik olarak veya parti yakınlıkları açısından homojen bir grup olduğu söylenemez.
Yine de yaşadığımız dönemin siyasi ikliminin rengini tamamen bu bürokratlara atfetmek yanlış olur. AKP’nin mensubu olduğu politik çizginin de Türkiye İslamcılığı’nın üstüne dayandığı dini-teolojik ön kabullerin de evrensel standartlarda bir demokrasiye yakınsayan bir sistem ortaya çıkaramayacağı açık. Zaten Türkiye’de, İslamcılığın ve milliyetçiliğin soğuk savaşın başlangıç yıllarına giden politik çizgilerinin de kesiştiği, hatta üst üste bindiği tarihsel momentler hiç de az değil.
23 Haziran seçimleri sonrası AKP kendi 1970’ini yaşıyor desek yalan olmaz. 1970 yılı Türk sağı için parçalanma yılıydı. O sene iki parti kuruldu: Ocak ayında Adalet Partisinden milletvekili yapılmayan eski Odalar Birliği başkanı Necmettin Erbakan Milli Nizam Partisini kurdu, aralık ayında ise Ferruh Bozbeyli, Saadettin Bilgiç, Faruk Sükan, Yüksel-Mutlu Menderes kardeşler Demokratik Parti’yi. O zamanların gazetelerini incelerseniz, Demokratik Partinin MNP’den daha fazla ciddiye alındığını, kamuoyunda yankı uyandırdığını görürsünüz. Fakat son tahlilde MNP’nin ilk halkası olduğu “Milli Görüş” hareketi uzun ömürlü ve etkili oldu. 1975’te ilk Milliyetçi Cephe hükümeti kurulurken bazı önemli milletvekillerini AP’ye kaptıran DP ise bu olaydan sonra silindi gitti, çünkü MSP’nin DP’den farklı olarak üzerine oturabileceği, sürdürülebilir şekilde mobilize edebileceği bir toplumsal taban vardı, DP tabanının ise AP’den ayrıştığı noktalar çok daha azdı.
Yeni kurulacak partiler siyasi yelpazede iki farklı noktaya oturacak gibi görülüyor. Ali Babacan’ın partisi daha ziyade eski ANAP’ın izini sürüp muhafazakâr-liberal bir senteze, Ahmet Davutoğlu’nun partisi ise İslamcı bir dünya görüşüne (belki Behlül Özkan’ın tabiriyle panislamizme, bir ulus-ötesi islamcı vizyona) dayanacaktır. Bu açıdan bakıldığında -daha kurulmadan önce dahi- Babacan’ın partisinin AKP tabanından ayrışabilecek bir tabana sahip olma ihtimalinin daha fazla olabileceğini söylemek yanlış olmaz. Babacan peşine özellikle Anadolu sermayesinin geniş bir fraksiyonunu ve muhafazakâr orta sınıfları takabilecekmiş gibi gözükürken, Davutoğlu’nun dar bir islamcı entelektüel kesimden fazlasının desteğini alabilmesi ilk bakışta kolay durmuyor.
Neticede bir parti içindeki her huzursuzluk o partiyi az-çok olumsuz etkiler; Ahmet Davutoğlu’nun politik etkisi genel kamuoyundan ziyade AKP mahfillerinde güçlüdür. Babacan’ın partisinin zaten daha büyük bir kırılma gerçekleştirme potansiyelinden hareket edersek, AKP’nin siyasi bir parti olarak daha da zayıflayacağına şüphe yok. Fakat Türkiye’de el’an yürürlükte olan siyasi sistem ve Recep Tayyip Erdoğan’ın başkan olarak ülkeyi yönetme biçimi göz önünde bulundurulursa AKP’nin zayıflamasının muhakkak Erdoğan’ı da zayıflatacağı konusunda mutlak bir iyimserliğe kapılmak yanıltıcı olabilir.
1970 yılına dönersek, Süleyman Demirel son tahlilde demokrat bir liderdi. Bu demokratlık Demirel’in politik mizacından öte içinde bulunduğu şartların neticesi olabilir (Hatırlanacak olursa siyasi hayatında çok da demokrat olmadığı momentler de mevcuttur). 70’lerin ilerleyen yıllarında -soğuk savaş mantığı içinde- daha sağa kaymakla beraber, 1973 ve 1977’deki iki seçimde de ikinci parti olarak çıkan partisini parlamento içi koalisyonlarla üç kere daha iktidara taşıdı (Milliyetçi Cephe’ler ve 1979-1980’deki AP azınlık hükümeti). Fakat Demirel hiçbir zaman devleti kendisini merkeze alacak şekilde şekillendirmedi, paradoksal şekilde 1993-2000 arasındaki Cumhurbaşkanlığı döneminde kendisinin devlet çizgisine tabi olduğu, daha önce dönem dönem savunduğu çeşitli pozisyonların (60’larda liberal-muhafazakâr, 70’lerde popülist-muhafazakâr, 80’lerde liberal) bir devlet adamlığı sembolizmi altında silindiği, belirsizleştiği söylenebilir.
Recep Tayyip Erdoğan ise AKP’nin iktidara geldiği 2002’den itibaren, devleti şahsileştirdi ve ideolojikleştirdi. Bu ikisi sanıldığı kadar uzak değildir birbirinden. Böyle olunca da mesela bir Milliyetçi Cephe koalisyonundan farklı olarak bugünkü AKP-MHP ittifakının sınırları ve manevra alanları belirsiz hale geldi. Bürokrasideki izdüşümü de bundan farklı değil. Emniyet bürokrasisi ve yargının daha önce görülmemiş biçimde günlük siyasi olaylara göre pozisyon alan ve karar veren bir hale gelmesiyle, CHP ve HDP’nin karşılaştığı baskıların, belki mutlaka daha ağır değil, ama daha cesaret kırıcı şekilde AKP’den kopmak isteyen kadrolara karşı kullanılacağı açıktır. İyi Partinin doğuş ve örgütlenme sürecinde maruz kaldığı engellemeler de henüz hatırlardayken, Babacan ve Davutoğlu’nun kuracağı partilerin bilhassa taşrada kolayca teşkilatlanabileceğini beklemek mesnetsiz bir iyimserlik olacaktır.
Türkiye evrensel demokrasi standartlarından uzaklaşmasıyla politik öngörülebilirliğini de yitirmiştir. Güçlü fakat gücünü artık sandıktan almayan bir lider, zayıflayan ve çözülen bir iktidar partisi, kuvvetlenen ancak müteşekkil olduğu partilerin farkları ve kendi iç sorunlarından dolayı kırılgan olan bir muhalefet sayısız senaryonun kahramanı (veya figüranı) olabilirler.