[voiserPlayer]
İmparatorluk: Devşirdiği askeri güç ve inşa ettiği bürokrasi sayesinde geniş bir coğrafyanın üretim artığının tek bir merkeze aktarımını sağlayan ve ancak bu aktarım sürdükçe ayakta kalabilen siyasi yapı. Roma İmparatorluğu öyle bir siyasi yapıydı. Çözülüşünün ardından Batı Avrupa imparatorluk zincirlerinden kurtuldu, siyasi olarak bölündükçe bölündü ve dokuzuncu yüzyıl itibarıyla feodalizm adı verilen sistemi üretti.
Feodalizm: dar bir coğrafyada yerleşik, küçük küçük benzeş siyasi birimler topluluğu. Aslında bir açıdan imparatorluk gibi. Zira üretim artığının siyasi-hukuki mekanizmalarla tek bir merkeze aktarımı feodalizmde de var. Aradaki fark; nitelik farkı değil, nicelik farkı, büyüklük farkı. Feodalizmde üretim artığının aktarımı çok daha dar bir coğrafi alanda, imparatorluk gibi devasa bir alanda değil.
Feodal ekonomiye tarımsal üretim hakim. Zanaat üretimi de mevcut, özellikle kentlerde. Benzeş feodal birimler arasında ekonomik-ticari ilişkiler son derece sınırlı. Tarımsal üretimin çoğu feodal birimin kendi öz tüketimi için. Küçük bir kısmı da özellikle kentlerle, zanaat ürünleriyle takas etmek için. Feodalizmin büyüme potansiyeli zayıf olsa da yok değil. Nitekim zamanla feodalizm altında tarım arazileri genişledi. Nüfus arttı. Yeni kentler kuruldu. Ve kentlerde yerleşik, yerel ve uzun mesafe ticaret yürüten bir tüccar sınıfı da ortaya çıktı.
Ancak on dördüncü yüzyıl ortalarında derin ve katmerli bir kriz feodalizmi vurdu. Takip eden yüzyıl boyunca tarım arazileri geriledi. Nüfus azaldı. Ticaret daraldı. Kentler küçüldü. Kriz feodalizmi öyle derinden sarstı ki, sonunu getirdi. Krizin çıkışı ve gelişimi son derece karmaşık ve kompleks. Basitçe üç farklı dalganın eş zamanlılığı krizi yıkıcı yaptı. Birinci dalga tipik, her ekonomik yapının kaderi, döngüsel kriz. Belirli bir süre devam eden büyümenin kaçınılmaz olarak yavaşlaması ve durması. İkincisi, feodalizmin varolan teknoloji, hammadde ve kurumlarıyla üretkenliğinin sınırına gelmesi, ancak üretim artığına el koyan soylu sınıfının sayısının ve paralel olarak masraflarının artması. Üçüncüsü ise küresel buzul çağının tarımsal verimliliği düşürmesi ve buna eşlik eden kara veba salgını. Bu üç gelişme ile eş zamanlı ve ilişkili bitmeyen savaşlar, iç çatışmalar ve birbiri ardına patlayan köylü isyanları…
Kriz aristokrasiyi yok etmedi elbette. Aristokrasi yorucu ve tüketici iç çatışmalarla kendi kendini tüketti. Krallar ve aristokrasi arasındaki güç dengesi aslında on ikinci yüzyıldan itibaren ilki lehine her halükarda değişmekteydi. Nüfusun artışı ile paralel olarak genişleyen vergi tabanı, canlanan ticaret… Ve elbette değişen askeri teknoloji ile süvarilerin piyadeler karşısında savaş alanında üstünlüğünü kaybetmesi… Feodal kriz bu süreci daha da hızlandırdı ve bölük pörçük feodal siyasi harita yerini daha geniş bir coğrafyayı, askeri güç ve bürokrasi ile kontrolü altına alan krallıklara bıraktı. Eş değerde önemli başka bir gelişme ise aristokrasinin tarım arazileri üzerindeki doğrudan kontrolünün zayıflamasıydı. Tarım arazileri ya kiralandı ya da satıldı. Böylece Batı Avrupa’da orta çaplı toprak sahipleri sınıfının ortaya çıkışının yolunu açtı.
Batı Avrupa feodal krizden on beşinci yüzyılın ortasında çıktı. Bu çıkış olmayabilirdi. Batı Avrupa kendi kaosu içinde iç çatışmalar ve savaşlarla tükenebilirdi. Şayet Portekiz feodal krizin bütün yıkıcılığı ile devam ettiği dönemde Atlantik okyanusunda coğrafi keşiflere başlamasaydı…
Portekiz’i coğrafi keşiflere iten muhtemelen tek bir etken olmadı. Bilakis farklı etkenler iş başındaydı. Her şeyden önce Portekiz coğrafi keşifler için Avrupa’da en ideal konumdaydı. Bütün Avrupa ülkeleri arasında Atlantik okyanusunun devasa akıntılarına en yakın olandı ve akıntılar okyanusun ötesine zahmetsiz ulaşabilmek için hayati faktördü. Batı Avrupa’daki diğer krallıklara göre çok daha erken bir tarihte iç barışını ve iç bütünlüğünü sağlamıştı ve coğrafi keşifler bu iç barışın ve iç bütünlüğün sürekliliğine hizmet ediyordu. Özellikle feodal kriz boyunca gelirleri sarsılan ve fakirleşen, kral karşısında zayıflayan soylu sınıfın statülerini ve gelirlerini koruma ve sağlamlaştırmalarına yardımcı oluyordu. Coğrafi keşifler sadece soylulara değil, feodal krizden fakirleşerek çıkan toprak sahibi olmayan köylülere de artan hoşnutsuzluklarını başka ve daha verimli bir alana aktarma fırsatı sunuyordu. Bu aynı zamanda dini bir misyondu. Zira yarımada asırlardır Müslümanlara karşı verilen dini bir savaşın da mekanıydı. Coğrafi keşifler bu savaşın yarımada ötesine uzatılmasıydı sadece. Coğrafi keşiflerin ekonomik bir dürtüsü de vardı: altın ve gümüş. Coğrafi keşifleri desteklemek için salt bu faktör bile Kral için yeterli olurdu.
Ancak, maceracı ve yağmacı, dolayısıyla askeri nitelikteki coğrafi keşifler kısa soluklu olabilirdi. Rakiplerin piyasaya girmesi ile altın ve gümüş odaklı keşifler daha kanlı deniz savaşlarına da yol açabilirdi. Coğrafi keşifleri uzun soluklu hale getiren, eş zamanlı gerçekleşen Belçika-Hollanda merkezli başka bir gelişme idi. Feodal kriz döneminde bütün Avrupa çapında gerçekleşen nüfus azalması bu bölgeyi de vurdu, ancak nüfus kısa sürede toparlandı ve hızlı bir şekilde arttı. Hatta Belçika-Hollanda’nın nüfusu kriz öncesi nüfusunu yakaladı ve geçti. Nüfusun artışına bu bölgenin orta-çaplı toprak sahiplerinin tarımda yeni teknikleri denemesi ve ticari tarıma geçmesi eşlik etti. Feodal kriz döneminde terkedilen arazilerin bazıları tekrar tarıma açıldı. Bazıları ise sığır yetiştiriciliğine ayrıldı.
Ticari tarıma geçiş ve bölgenin artan nüfusu temel gıda ve yakıt (odun, kereste) ihtiyacını artırdı. Bu talep ilk önce Fernand Braudel’in tabiriyle Avrupa’nın iç Amerikaları’ndan, Baltıklardan ve Akdeniz ovalarından karşılandı. Portekiz de bu ticarete ilk önce Atlantik’te kolonileştirdiği adalardan tahıl ihracatı yaparak dahil oldu. Ancak zamanla tahıl yerine, daha karlı bir ürüne, şeker ihracına yoğunlaştı. Üretim için gereken yoğun iş gücü köle ticareti ile karşılandı. Şeker üretimi için düzenli arazi ihtiyacı ise daha fazla coğrafi keşifle ve kolonileştirme ile… Portekiz’in, Belçika-Hollanda ve daha sonra İngiltere ve Fransa’nın kuzeyinin dahil olduğu ekonomik bölgeye tahıl ve şeker ihracatı ile katılması, coğrafi keşifleri, maceracı, yağmacı nitelikten, uzun soluklu ticaret ve yatırım niteliğine dönüştürdü.
Feodal krizin bittiği on beşinci yüzyıl ortası itibarıyla artık takip eden yüzyılda olgunluğa erecek Batı Avrupa merkezli kapitalist bir dünya-ekonomisinin ilk taslak hali ortaya çıkmıştı. Dünya-ekonomisi olması yerkürenin bütün bölgelerini içine alması anlamında değil. Takip eden iki yüz yıl boyunca olgunlaşacak bu insanlık tarihinin ilk kez şahit olduğu dünya-ekonomisi tipi yerkürenin ancak belirli bir kısmını içine alacaktı, tamamını değil. Henüz almayacaktı. Dünya-ekonomisi olması birden fazla siyasi birimin kontrolü altındaki bölgelerin ekonomik bir bütün oluşturması, yani bir dünya oluşturması demekti. O yüzden dünya-ekonomisi, dünya ekonomisi değil.
Aslında her imparatorluk aynı şekilde bir dünya-ekonomisidir de. Parçaları ile ekonomik bir bütün oluşturur. Ancak bir bütün olarak sürdürülebilirliği siyasi, askeri ve ideolojik gücün belirli bir merkezde temerküzüne bağlıdır. Batı Avrupa-merkezli kapitalist dünya-ekonomisinin farkı, onun sürdürülebilirliğinin bir üst politik-askeri çatının varlığına bağlı olmamasıdır. Onun sürdürülebilirliğini sağlayan alt parçalar arasındaki ekonomik ilişkinin kapitalist niteliğidir. Bu ise şu demektir:
İmparatorluklarda farklı alt parçalar arasında son derece basit dahi olsa bir iş bölümü vardır. Kapitalist dünya-ekonomisinin alt parçaları belirli bir iş bölümü ile çok daha derin bir şekilde ekonomik/ticari ilişkilerle birbirine bağlanmıştır. Bir yerde hammaddenin üretilmesi, o hammaddenin başka bir yere nakli ve orada ya tüketilmesi ya da işlenilmesi ile yeni bir ürünün üretilmesi… Yeni üretilen ürünün ise ya yerelde tüketilmesi, ya da başka bir yere nakli ile yeni yerinde tüketilmesi…
Hem imparatorluklarda hem de kapitalist dünya-ekonomisinde nihayetinde alt parçaların arasında eşitsiz bir ilişki vardır ve bu üretim artığının alt parçalar arasında belirli bir parça lehine aktarımı anlamına gelir. İmparatorluklarda bu artık aktarımı askeri-siyasi mekanizmalarla, vergiyle ve haraçla, yapılır. Kapitalist dünya-ekonomisinde ise üretim artığının aktarımı ekonomik ve ticari mekanizmalarla yapılır.
İmparatorluk ve kapitalist dünya-ekonomisi süregiden ticaretin niteliği itibarıyla da farklıdır. İmparatorluk-içi ve imparatorluklar arası ticaret tarih boyunca hep oldu. Ancak bu ticaret imparatorluk-içi ayağında tarım ürünleri zanaat ürünleri değiş-tokuşunu, imparatorluklar arası ayağında ise lüks tüketim maddelerini içerdi. Batı Avrupa merkezli kapitalist dünya-ekonomisi yer kürenin diğer bölgelerindeki imparatorluklarla (Çin, Hindistan, Orta Doğu) lüks tüketim maddeleri ticaretine devam etti. Ancak kendi içindeki ticarete konu ürünlerin mahiyeti değişti. Artık temel gıda maddeleri, çok daha devasa boyutlarda, ticaretin metaı haline geldi.
Ve esas soru… Batı Avrupa’yı uzun vadede yerkürenin geri kalan imparatorluklarının çok önüne geçirecek kapitalizme geçişi, neden sadece Batı Avrupa’nın yapabildiği… Halbuki feodal krizin bittiği on beşinci yüzyılda Batı Avrupa’nın, mesela bir Çin’e nispetle üretim teknolojisi, hatta ekonominin parasallaşma seviyesi itibarıyla daha ileri bir ekonomisi yoktu. Çin de Portekiz’le eş zamanlı coğrafi keşifler yürüttü. Batı’ya has zannedilen bireyselcilik fikri Çin’de de ortaya çıktı. Ancak Batı Avrupa ile Çin arasında önemli bir fark vardı. Batı Avrupa tek bir emperyal siyasi çatı altında değildi. O emperyal siyasi çatının kendi iç değer sisteminin rasyonalitesi, değişimi değil, var olanı korumayı salık veriyordu. O yüzden coğrafi keşiflerin ardı gelmedi. Bireycilik fikri boğuldu. Batı Avrupa’da ise birbiri ile rekabet halinde bir kaç devlet vardı ve bu siyasi bölünmüşlük Batı Avrupa’yı Çin’den farklılaştıran, kapitalizm patikasına koyan hayati öneme haiz tarihi ön koşuldu. [Devam Edecek.]
Immanuel Wallerstein, The Modern World-System I, Academic Press 1974.
Fotoğraf: Elena Mozhvilo