[voiserPlayer]
Dünyayı hiçbir zaman bir kişi değiştirmedi ve hiçbir lider yoktan var olmadı. Değişim, onu istediğini söylemekten geri durmayan kitleler ve o kitlelerin sesi olmaktan çekinmeyen liderlerle gerçekleşir. Ne sesi olmayan halk kitleleri ne de arkasından yığınlar yürümeyen liderler taşları yerlerinden oynatabilir. Dolayısıyla, günümüzün sorunlarını çözmek ve sorunların çözümünde rol oynayacak kitleleri bulmak için bugünün liderlerine ihtiyaç duyuyoruz. Henüz 16 yaşındayken eline bir pankart alıp İsveç Parlamentosu’nun önünde “okulu asarak” eylem yapan Greta Thunberg’i de nereye koymamız gerektiğine bu açıdan bakmak lazım.
Greta’yı nasıl tanımladığımızın önemi yok. Önemli olan, Greta’nın kitlelerin aklına ve vicdanına değişim fikrini ve değişimin gerekliliğini sokan, tartışma zeminini genişleten kişi olduğunu kabul etmek. Liderlerin kucaklayacağı -hatta zaman zaman kucakladığı- kitlesel rüzgârları tetikleyenlerden ve o akımların genişlemesini, siyasal tartışmanın merkezine yerleşmesini sağlayanlardan biri o. Aslında, iklim krizinin ehemmiyetini anlayanlara sorarsak, dünyanın daha çok ihtiyaç duyduğu figürlerden biri Greta.
Hasar raporu
Öncelikle zamanı ve mekânı anlamamız gerek: İklim uzmanlarının ezici çoğunluğuna göre insanlık, tarihi boyunca yaşadığı ve belki de yaşayabileceği en büyük krize sürükleniyor; hatta krizin içinden geçiyor ama çoğunluk durumun ya farkında değil ya da bugünden ötesini düşünmeyi reddedecek kadar bencil olduğu için iklim krizini umursamamayı tercih ediyor. Üstelik bu, medeniyet olarak yaşayacağımız son kriz bile olabilir; sonuçta ipin ucunda sağ çıkıp çıkamayacağımıza dair bir tartışma var.
New York Magazine’in kıdemli editörlerinden ve çevre meselelerine dair yaptığı yayınlarla öne çıkan David Wallace-Wells’in geçtiğimiz sene yayımlanan ‘The Uninhabitable Earth’ (Barınılamaz Dünya) kitabı, meselenin ciddiyetini ortaya koyuyor. Wells, çevre bilimcilerin son yıllarda yaptıkları yayınları bir araya getiren ve “geleceğin hikâyesi”ni ortaya çıkarmaya çalışan kitabında insanlığın acilen eyleme geçmezse karşılaşacağı sorunları bir bir anlatıyor: Aşırı kuraklık, susuzluk, açlık, kontrol edilemez yangınlar, tarihin gördüğü en büyük göç dalgaları… Wells’e göre bunlar, çok da uzak olmayan bir gelecekte bildiğimiz anlamda “medeniyet”in sonu anlamına gelebilir. Kitabın ilk cümlesi, düzenli aralıklarla tekrar edilmeli: “Durum, tahmin ettiğinizden daha kötü…”
Wells’in haksız olduğunu söylemek güç. Dünya Bankası’na göre insanlık bir araya gelip eyleme geçmez, küresel ısınmayı yavaşlatmak ve 2 derecelik ısınma sırını aşmamak için hareket etmezse, 2050 yılında dünya, Bangladeş’ten Afrika çöllerine, Latin Amerika ülkelerinden Güney Asya’ya kadar birçok coğrafyadan 140 milyona yakın insanın göçüne sahne olacak. Birleşmiş Milletler’in projeksiyonları daha da karamsar: Yayımladıkları rapor, önümüzdeki 30 yılın boşa harcandığı bir senaryoda bir milyar insanın “savaşmak” ya da “kaçmak” arasında bir tercih yapması gerekeceğini söylüyor; 2050 yılına kadar ise 200 milyona yakın “iklim krizi mültecisi” ile karşılaşacağız. Elbette tek sebebi bu değildi ama temelde Avrupa’nın 1 milyon civarında Suriyeli sığınmacıyı kabul etmesiyle siyasi dengesini nasıl kaybettiğini gördük. Gelecek, Salviniler’den daha radikallerine bile sahneyi açacakmış gibi gözüküyor.
İklim krizini reddedebilmek adına “Yaşadığımız, tarihin doğal işleyişinin bir parçasıdır. Yangınlar olmuştur, yine olur; susuzluk yaşanır ama yağmurlar da yağar” benzeri argümanlar sunanların da yanıldığını koca ağızlı siyasiler değil, bilim insanları söylüyor. Ki minimum dozda çevre haberine “denk gelen” hemen herkesin de kolaylıkla farkına varabileceği bir yalan bu. Her yıl artarak devam eden “sıcaklık rekorları”nı, “en büyük yangın” ya da “en feci sel” gibi tanımlamaların birkaç ayda bir yenilendiğini bildiren haberler, eşyanın doğasıyla yaşadığımız doğanın birbirinden hayli uzak oldukları sonucuna varabilirler. Ama sezgisel değil, verisel sonuçlar isteyenler için de şunu söylemek yeterli olabilir: Dünyanın ısınma yüzünden yaşadığı son toplu ölüm, 250 milyon yıl önce yaşandı; şu anda insanoğlu, o facianın yaşanmasından önce atmosfere eklenen karbondan 10 kat fazlasının salınımına sebep oluyor. Üstelik Wells’in aktarımına göre bu salınımın en büyük sebebi fosil yakıtlar ve bu yakıtların sebep olduğu salınımın yüzde 85’i İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında, yarısından fazlasıysa son 30 yılda yaşandı. Düşünün, Hindistan nüfusunun yarısı, bu salınım deliliği başladığında henüz doğmamıştı. Eski ABD Başkanı Barack Obama’nın en yakınındaki isimlerden Ben Rhoades, Obama’nın son yılının anlatıldığı “The Final Year” belgeselinde “Bize IŞİD ile küresel ısınma karşılaştırıldığında hangisinin daha büyük bir güvenlik tehdidi oluşturulduğu soruluyor ve elbette ‘küresel ısınma’ dediğimiz takdirde sansasyonel manşetler atmak için bekliyorlar. Oysa cevap tabii ki küresel ısınma. Bütün insanlığın geleceğinden bahsediyoruz sonuçta” diyordu.
Neden Greta?
Evet, “durum, tahmin ettiğinizden daha kötü”. Felaket, bir senaryo olmaktan çıkmış durumda. Jonathan Franzen’ın şiirsel anlatımıyla, “Dünyanın sonunu geçtik, sonun sonuna” doğru yol alıyoruz. Tam da bu noktada neden Greta’nın iklim kriziyle mücadelenin sembolü hâline geldiği anlaşılıyor. Öncelikle, bugün dünya uluslararası siyasetin en güçlü makamlarında oturanlar değil, “uzun vade”yi yaşayanlar küresel ısınmanın en ağır sonuçlarıyla yüzleşecek. Bugün 70’ini devirmişler için “uzun vade” belki birkaç ayı kalmış bir kredidir belki de torunun okul masrafı. O kadar. İnsan, doğası gereği, tanık olmayacağını bildiği meselelerle doğal ilişki kuramaz. Hoş, “tanık olmadıklarını” söylemek de az önce sıralanan saptamalara bakınca pek doğru değil. Ama uzun vadede etkisi katlanarak artacak bir sorunu dile getirmek, o vadeyi yaşayacakların ağzına daha çok yakışacaktır elbette. ABD Başkanlığı için aday adayı olan ve seçildiği takdirde ülke tarihinin en genç başkanı tanımını yüklenecek 37 yaşındaki Pete Buttigieg’in kelimeleriyle söylemek gerekirse: “İklim krizini çözmesi gerekecek olanlar, bugünün gençleridir.”
İkincil olarak da -Greta’nın da sıklıkla dile getirdiği- Asperger sendromunun sebep olduğu dünya görüşü. Greta, TED konuşmasında, Aspergerli bir birey olarak “sadece konuşması gerektiğinde konuştuğunu” ve “dünyayı siyah ile beyazdan ibaret gördüğünü” anlatıyor. Bu, iklim krizine dikkat çekmek için harika bir metaforu söyleme dahil ediyor: Mesele, “hayatta kalmak” ile ilgili olduğunda da soruna yaklaşım -tabii ki- yüzeyde siyah ile beyaz arasındaki fark kadar net çizgilerle ayrışıyor. Bir zamanlar ABD dış politikasını şahinleştiren ünlü retoriğe dayanarak söylemek gerekirse: Ya iklim kriziyle mücadele edenlerlesin ya da değilsin. Üçüncü bir seçenek yok ama mücadelenin farklı yolları var.
Greta’dan ayrışmak da mücadelede hangi yolun seçilmesi gerektiğine dair yürütülen tartışmalarda yüzeye çıkıyor. Ancak bu, ‘Greta’ya karşı çıkmayı’ ya da hatta geçtiğimiz günlerde Greta’nın BM’de yaptığı konuşmanın ardından Türkiye’de ve dünyanın kimi yerlerinde sosyal medyada olay olan aşağılayıcı yorumlar yazmayı meşru kılmıyor. Greta’nın durduğu çizgiyi Slavoj Zizek iyi özetliyor: “Thunberg, ‘bilimi ciddiye alın’ diyor.” Yine bu sebeple Greta’yı “yalnızca küçük bir kız” olduğu ya da “iklim krizine dair hiçbir otoriteye sahip olmadığı” için aşağılayanlar da akılsızca bir eleştiri getiriyorlar. Greta, bir bilim insanı ya da siyasi bir figür olarak değil, hayatının önemli bir kısmı iklim kriziyle etkilenecek 16 yaşındaki bir çocuk olarak konuşuyor. Otoriteye sahip olanları ve siyasi liderleri eyleme çağırıyor. Greta’nın aleyhine propaganda yapanlara ya da fikir belirtenlere karşı koyulması gereken tavrı, New York Times’a mektup yazan bir okur özetliyor: “Kendinize sormanız gereken basit bir soru var. ‘Ben tam olarak neyi savunmaya çalışıyorum?’”
Diğer yandan Greta’yı “proje çocuk” olmakla ‘itham’ eden de birçok kişi çıktı geçtiğimiz günlerde. Eleştirilerinin temelindeki sorun, aslında Greta’ya herhangi bir negatif özellik yükleyememek elbette. Şöyle ki, Guardian gazetesinin 20 yıla yakın yayın yönetmenliğini yapan Alan Rusbridger’ın haklı olarak bütün dünya medyasına yaptığı “İklim değişikliğine dair haberler, gazeteleri sattırmıyor diye manşete koyulmuyor; oysa gazetecilikte kamuya karşı sorumluluk ihmal edilmemeli” minvalindeki eleştirinin de altını çizdiği toplumsal ve yönetimsel sessizliği kırdı Greta. Milyonlarca çocuğun dünyanın dört bir yanından iklim krizine dikkat çekmek adına eylem yapması, her türlü medya ezberini bozdu, gündem belirledi. Böylesi bir noktada sonuca odaklanmak ve faydacı bir bakışla durumu değerlendirmek sorun teşkil etmemeli: “Proje” olsa ne fark eder; sivil toplum örgütleri tarafından desteklense ne olur? Mühim olan, iklim krizi gibi kitlelerin yeni yeni farkına vardığı kompleks meselelerin, ana akım tartışmalara dönüşmesi. Greta da bunu başardı.
Gelecek algısı: İnşallah
Elbette Türkiye’de kimi çevrelerin Greta’yı küçümsemesine şaşırmamak gerek. Zira her ne kadar nüfusu genç olsa da gelecek algısı epeyi kısa bir toplumun gündemine çevre sorunlarının girmesi zaten oldukça güç. İçgörü uzmanı, Bilgi Üniversitesi Marka Okulu öğretim görevlisi Akan Abdula’dan ödünç alarak söylemek gerekirse: Bir yabancının “Akşam görüşürüz” sözünü bir temenni olarak gören ve “İnşallah” cevabını veren yığınlardan bahsediyoruz. Bu insanlar, çocukları için mevduat hesabı açmıyor çünkü “Oğlan ya da kız büyüyene kadar kim öle kim kala” diyorlar. Her ne kadar Greta -konuşmalarının toplandığı “No One Is Too Small To Make A Difference” (Kimse Değişikliğe Sebep Olamayacak Kadar Küçük Değildir) kitabında da görüldüğü üzere- hemen her konuşmasında geleceğin getireceği olası felaketlerin üzerinde durarak “Panik olmanızı istiyorum. Eviniz yanıyor” dese de, bu negatif ve ileriye dönük tasavvur gerektiren söylemin Türkiye’de karşılık bulması tam da bu sebeple güç. Bizim, bugüne ve bugünü daha iyi kılma umuduna dair cümleler kurmamız elzem. Yoksa 2050’ye kadar da kim öle, kim kala!
Ancak değinilmeden geçilemeyecek bir görsel de geçtiğimiz günlerde dolaşıma sokuldu. Montajlanmış fotoğrafta Greta, bir tren yolculuğunda yemek yerken camın arkasından yoksul, görüntüleri itibarıyla Afrikalı oldukları söylenmek isteyen çocuklar Greta’ya bakıyordu. Greta’nın vatandaşı olduğu İsveç’in de aralarında bulunduğu Avrupalı kolonici ülkelere gönderme yapılıyor, iklim krizinin ‘Batılı’ ve Afrika-Orta Doğu’da yaşananlara kıyasla ‘küçümsenebilir’ bir sorun olduğu söylenmeye çalışılıyordu. Oysa iklim krizinin olası sonuçlarında en büyük acıyı çekecek, evlerinden olacak kişilerin kimler olduğu açık. BM raporu da Dünya Bankası’nın saptamaları da iklim krizinin en çok etki edeceği ve etmekte olduğu ülkelerin, bugünün yoksul Afrika ülkeleri olduğunu ortaya koyuyor. Yani Greta’nın verdiği mücadele yalnızca ülkesi İsveç ya da ‘Batı’ için değil aslında. Çoğunlukla Batı’nın ve diğer refah/endüstrileşme seviyesi yüksek ülkelerin sebep olduğu, küresel iklim adaletsizliğini durdurmak için veriliyor mücadele. Bunun altını da ısrarla çizmek gerekiyor.
Siyasi dalga
İklim krizi meselesinin siyasetin merkezine yerleşmeye başladığının tek göstergesi farklı ülkelerde çocukların ‘Greta’ya uyarak okulu kırmaları’ da değil. Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Çevreci partilerin marjinal bir akımdan çıkıp merkeze yaklaştıklarını gördük. ABD’de de Demokratların 2020’de gerçekleşecek başkanlık seçimlerine aday adaylığını koyan hemen her siyasi iklim krizine dair planlarını yayımlıyor. Hatta yalnızca iklim krizinin konuşulacağı bir münazara yapılması da tartışılıyor. Britanya’da Extinction Rebellion gibi sivil siyasal örgütler sokakları boş bırakmıyor; İşçi Partisi’nin önderliğinde Parlemento’yu -Brexit sebebiyle kitlenmiş olmasına rağmen- eyleme çağırıyor. Zira bu mücadelenin sonucunda Britanya, birkaç ay önce tarihin ilk ‘iklim kriziyle mücadele için olağanüstü hâl’ ilan eden ilk ülkesi oldu. Türkiye’de siyaset hem cumhurbaşkanlığı makamı hem de yürürlüğe giren ve sahneye Erdoğan ile Erdoğan karşıtları arasında bölen, tartışmanın sınırlarını daraltan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi tarafından tıkandığı için, bu tartışma trendi ülkemize -ne yazık ki- ulaşamıyor. Biz görmüyoruz diye tartışma yok olmuyor elbette.
Ama Türkiye bu noktada yalnız değil. Kimi sesleri duyulmaz kılan ya da politika çerçevesini olabildiğince daraltan siyasi rejimler de iklim kriziyle mücadelede uluslararası çapta yol alınmasını engelliyor. O kadar ki Britanya’da kimi çevreler siyasi yarışı iki partinin liderlik kavgasına çeviren seçim sisteminde reforma gidilmesini isteyenler yüksek sesle konuşmaya başladı. Yeşiller’den Zach Polanski, Impakter’da yayımlanan makalesinde, milletvekili seçimlerinde doğrudan oran hesaplamasına geçilmesi gerektiğini söylüyordu. Çünkü Britanya’nın ülkeyi belli küçük bölgelere ayıran ve Meclis’i o küçük bölgeleri kazanan vekillere bölüştüren ‘first-past-the-post’ seçim sistemi, merkez dışında siyaset yapmayı imkânsızlaştırıyor. Polanski, iklim kriziyle mücadele için yeterli çözüm politikalarının bu şekilde üretilemeyeceğini söylüyor. Bunların ötesine geçen New York Times yazarı Thomas Friedman, küresel ısınmayı “Çin’in oyunu” olarak tanımlayan ABD Başkanı Donald Trump’ın üzerine yalnızca çevreyi merkeze alan ama çevre dolayısıyla eşitsizlik, adaletsizlik gibi konulara da temas eden argümanlarla gidilebileceğini söylüyor. Wells de kitabının geçtiğimiz günlerde yapılan yeni baskısına yazdığı Sonsöz’de, eylemin ‘beklemediği’ yerden geldiğini söylüyor. “Siyasetten…”
Elbette bütün bunların, Amazon’un yanmasına ses çıkarmayan Brezilya Cumhurbaşkanı Jair Bolsonaro’nun, zaten yeterli önlemlerin alınmasına önayak olamayacak kadar yumuşak bir belge olmasına rağmen ABD’nin Paris Antlaşması’ndan çıkmasının, ‘yumuşak güç’ sahibi olduğu için uluslararası kamuoyunu eyleme geçirebilen Amerika’nın BM’in iklim konferansında Suudi Arabistan, Çin ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerle beraber anılması aynı döneme denk gelmesi iklim tartışması için garip bir ironiyi de barındırıyor: Küresel ısınmaya karşı gri alan artık yok.
Sonuç
Bazı sabahlar uyanmamız için birilerinin gelip bizi dürtmesi gerekebilir; onlara sinirlenebiliriz bile. Ama ‘evimiz yanarken’ bizi uyandırmaya çalışanlara karşı düşmanca tavır almak, ne akla ne vicdana sığar. Sığmıyor da zaten. Jeremy Bentham, Deontology’de “insanlık her zaman ileri gider, olgunlaşır” der, “Ta ki muhteşem formunu bulana dek”. Bugün karşılaştığımız ve neden olduğumuz sorunlar, o “muhteşem formu” hâlâ alamadığımızı gösteriyor — ki belki de hiçbir zaman alamayacağız. Ama Greta gibilerin toplumu ilerlemeye teşvik ettiği, ilerlememize engel olan küresel adaletsizliklere karşı kitleleri bir araya getirdiği açık. Bu ilerlemeye karşı durmaya çalışanların ise tarihin durmadan dönen değirmeninin altında kalacağını biliyoruz. Bugüne kadar hiç sağ çıkamadılar çünkü.