[voiserPlayer]
Modern demokrasilerde siyasetçilerden ve siyaset kurumundan büyük bir oyunun parçaları olmaları beklenir. Medya, bürokrasi, yargı, akademi gibi aktörlerin yanı sıra teamüller ve geleneklerin bir karışımı olan güç ilişkileri içerisinde siyasetçiler, nihai karar alıcılar olsalar da güçlerini paylaşırlar.
Özerkliğini Yitiren Aktörler
Külekçilik, şerbetçilik, bileyicilik, nalıncılık meslekleri gibi, 90’larda bilinen anlamıyla medya patronluğu da tarihe karıştı. Medya patronlarının etkileri ve güçleri azaldı. Artık patronlar, kendileri birer aktör olmaktan çıkarken asıl aktörlerin sıradan birer proxy’si (vekili) olarak kaldılar. Aydın Doğan ve Dinç Bilgin’den Acun Ilıcalı, Yıldırım Demirören ve Candaş Tolga Işık’a giden sürecin tek izahı, bu politik konumun yok olmasıdır.
Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Mülkiye hatta Gazi Üniversitesi bugün 90’larda oldukları anlamlarıyla yoklar. “İnsan, çok sevdiği birisi ölünce hemen kabullenemiyor. Yasın beş aşaması olduğu kabul ediliyor: inkâr, öfke, pazarlık, depresyon, kabul. Sanırım depresyonla kabul arasında bir yerdeyiz: Boğaziçi Üniversitesi’nin ölümünü kabullenmeye yakınız.” böyle ifade ediyor Boğaziçi Üniversitesinin durumunu, okulun en saygın akademisyenlerinden Lale Akarun.[1]Daha da net söylemek gerekirse bugün üniversite de kurum olarak, kendi başına özerk varlığını dikkate aldığımızda, 90’larla kıyaslandığında içi boşalmış ve yok olmuş durumda.
Devletin Yapısı
Bugün 1990’lar Türkiye’sine göre çok daha yeknesak bir devlet yapımız var. Zaten çekirdek devletin, yani güvenlik ve yargı bürokrasilerinin dışında, kendi ağırlığı ve özerkliği kalmamış kurumlarla baş başayız.
Medya, 1990’lardaki özerkliğini tamamen yitirmiş durumda; iktidarın hilafına bir gündem dayatma kabiliyeti kalmadığı gibi dokunulmazlığı da kalmamış durumda. Medya patronları eskisinin zekatı bir oyun kuruculuk kabiliyetine bile sahip değiller. Var olan medya ise muhalefet ve devlet içindeki ittifaklarına dayanmak durumunda. Mevcut medya, özerk bir oyuncu, bir aktör olma özelliğine sahip değil.
1990’larda devletin unsurları kanun dışı şiddete bugüne göre çok daha sık başvuruyordu. 90’lar Türkiye’sinin tanımlayıcı unsurlarından faili meçhuller, şiddeti uygulayan unsurların pervasızlıkları kadar, devletin içindeki parçalı yapıların, kendi ajandalarını uygulamak konusunda ne kadar çaresiz kaldıklarını da gösterir. O dönemde hâlâ bir unsurun cezaevine atmak istediği bir kimseyi, diğer bir aktör cezaevinden çıkartabiliyordu.
1990’lar Türkiye’sinde tanınan bir figürü cezaevinde tutmak bugünün Türkiye’sinden daha zorken o figürü öldürmek daha olasıydı. Not edilmesi gerekir ki bugünün devlet yapısındaki ilk çatlağı anlamak için de ilk bakılması gereken yerin Sinan Ateş cinayeti olacağı, bu açılardan bakılınca anlaşılacaktır.
2023 Türkiye’sinde Adalet ve Kalkınma Partisi, seçim dışındaki neredeyse tüm meşruiyet alanlarını çölleştirdi. Akademinin, bürokrasinin, yargının, medyanın, entelektüellerin, uluslararası kurumların ya da sivil toplum örgütlerinin sözlerinin kıymetleri olmadığı gibi güç oyununda bir etkileri de yok.
Türkiye; demokrasi ve basın özgürlüğü endekslerinde geriye gidip AB başta olmak üzere tüm uluslararası teşkilatlarla ilişkisini erozyona uğratırken genç ve eğitimli nüfusunun ciddi bir kısmını düzenli olarak kaybetmeye başladı. Yoğun tasfiyelerin yaşandığı, ekonomik krizin de bir iktidar aracı olarak kullanıldığı Türkiye’de, mesleklerin doğaları gereği sahip oldukları itibarlar da eridi. Maaşlar asgari ücrete yakınsarken Türkiye herkesin kolaylıkla işini, itibarını ve statüsünü kaybedebileceği bir yer oldu.
Hükümet uzun iktidarının verdiği güvenle gücünü kullanırken makulun, beklenenin hatta korkulanın ötesinde pervasızlaştı. Saygın mesleklerin saygınlıkları sistematik olarak azaltılırken özerk statülü konumların değerleri düştü. Pervasız kararlara dur diyecek bir mekanizma devlette kalmadığı gibi içtihatlar ve teamüller de anlamsızlaştırıldı. Kararların uygulayıcısı devlet aynı zamanda referans kaynağı olunca itirazlar da kolaylıkla ihanetle yaftalanır hale geldi. Dış politikanın iç politikaya, iç politikanın ise dış politikaya benzediği bu dönemde siyaset alanı daraldı. Erdoğan, ancak kendi ölçeğinde ölçülebilir ve tartılabilir hale geldi.
Tek Meşruiyet Seçim
Erdoğan döneminde yargı, ordu ve Gülencilerle yaşanan vesayet krizleri, 367 krizi, parti kapatma davası, e-muhtıra, 17-25 Aralık soruşturmaları ve 15 Temmuz Darbe girişimi ile biten çözüm sürecinin ardından görülen askerileşme gibi süreçlerin de katkılarıyla ortaya çıkan vasatta, muhalefetin elinde kalan tek meşru alan sandıktır.
Partisiz muhalifler bu süreçte partilerin, siyasetçilerin desteklerine ihtiyaç duyarlar. Aydınlardan, akademisyenlerden, gazetecilerden boşalan yerlere siyasetçilerin gelmesi zorunluluk ve gereklilik olarak önümüzdedir. 300’e yakın muhalif vekil bu süreçte tek tek birer aktivist gibi sahada olmalı. Bu vekiller, Erdoğan’a muhalefetin hastanelerde, okullarda, fabrikalarda, sokaklarda öncüsü olmalıdır.
Sadece sahada da kalmamalı bu muhalefet. Vekiller sorunları toplumun kalanına aktarmanın da öncüsü olmalılar. Hukukun, demokrasinin ve kurumların gerilediği Türkiye’de muhalefetin alanını, meşru olarak oy almış siyasetçiler açmalı. Peşlerinden gelme ihtimali olan gazetecilere, akademisyenlere ve entelektüellere, hükümete fikri itiraz için gereken genişliği yaratmalıdırlar.
Türkiye’de, kamuoyundan gelenleri aktarma, basını takip etme gibi işlevlerin ötesinde de aktivist vekillere ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü muhalefetin kendisi madden, manen ve altyapı olarak seçimlerin ardından güçsüzleşmiştir. Emek Partisi Gaziantep vekili Sevda Karaca’nın gösterdiği muhalefetin çok sayıda vekil tarafından tekrarlanmaması ya da aşılamaması için bir neden yoktur. Vekiller varlıklarıyla vatandaşların özgürlük sahalarını genişletmeli, dokunulmazlıklar toplumun faydasına kullanılmalıdır.
[1]https://yetkinreport.com/2023/12/14/bogazici-universitesinin-yasini-tutmak/
Fotoğraf: Nguyen Dang Hoang Nhu