İnsanoğlunun varoluşundan bu yana en temel ihtiyaçlardan biri hiç şüphesiz güvenlik ihtiyacıdır. Çünkü insan ancak kendini güvende hissettiğinde üretebilir, çalışabilir ve kendini gerçekleştirebilir. Ancak güvenlik anlayışı zaman içerisinde sürekli değişime uğramıştır. Güvenlik, statik olmayan, dönemin şartlarına göre kendine yer açan dinamik bir kavramdır.
Tam da bu nedenle güvenlik kavramı Uluslararası İlişkilerde son derece tartışmalı bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Literatürü incelediğimizde Kopenhag Okulu’nun en önemli temsilcilerinden olan Barry Buzan’a göre güvenlik; “sevgi, güç, özgürlük” kavramları gibi son derece belirsizlikler içeren ve tartışmaya açık bir kavramdır. Baldwin ise güvenlik kavramını “tartışmalı” olarak değerlendirmemiş, bunun yerine güvenliği “yeterince açıklanamayan bir kavram” olarak tanımlamıştır. Peki “Kimin için güvenlik?” ve “Hangi değerler için güvenlik?”
Doğa Durumunda Güvenlik
İnsanlığın ilk zamanlarına baktığımızda güvenlik kaygıları ve “tehlike” kavramı günümüz dünyasına göre son derece farklıydı. O dönemin koşullarında insanların güvenlikle ilgili öncelikli kaygıları doğal afetler, vahşi hayvan saldırıları, birbirleriyle ilişkilerindeki saldırgan davranışlar gibi politik olmayan kaygılardı. Peki güvenlik kavramı tam olarak ne zaman siyasallaştı? Bu soruyu aklınızın bir köşesinde tutmanızı rica ederek, Uluslararası İlişkiler ve Realist düşünce için son derece önemli olan Hobbes’un güvenlik anlayışı ile başlamak istiyorum.
Hobbes’a göre insanlar ilk zamanlarda tehlikelere karşı birlik olma ihtiyacını hissetmiş ve toplum içinde birlikte yaşamayı öğrenmişlerdir. Ancak bir süre sonra birlikte yaşamanın getirdiği sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Hobbes, insanın kendini üstün görme çabası, hırsı ve kibrinin barış koşullarını bozduğunu, devletin olmadığı “doğal durum” olarak adlandırılan bu dönemde insanların bir otoriteye ihtiyaç duymaya başladığını savunmaktadır.
Sözleşme kapsamında insanlar bazı hak ve özgürlüklerinden feragat edecekler, karşılığında kendilerinin yarattığı bu mutlak otorite de onların can ve mal güvenliklerini sağlayacak, toplumsal düzeni ve huzuru inşa edecekti. Bugün literatürde sıklıkla karşılaştığımız “toplum sözleşmesi” işte böylece ortaya çıktı. Ancak Hobbes’un tasarladığı bu egemen gücün sınırsız hakları vardır. Bu anlamda egemenlik gücü mutlak ve tektir. Leviathan’ın tek yükümlülüğü bireylerin güvenliğini sağlamaktır. Hobbes’a göre eğer “devlet güvendeyse bireyler de güvendedir.” Çünkü devletin çıkarları ile bireylerin çıkarlarının örtüşmesi gerekir. Bu nedenle Hobbes’un ifade ettiği güvenlik anlayışı aslında devlet merkezlidir.
Modern Devletin Doğuşu ile Siyasallaşan Güvenlik
Güvenlik kavramının değişimindeki mihenk taşlarından biri “Vestfalya Barışı”dır. 1648 Vestfalya Barışı, Avrupa’daki mezhep savaşlarını sona erdirmenin yanı sıra yeni bir devletler sisteminin ortaya çıkmasına da yol açmıştır.
Vestfalya’nın ilk sonucu kilisenin ve dini otoritenin etkisinin zayıflaması oldu. Böylece siyasetteki ikili yönetim biçimine son verildi. Ancak belki de en önemlisi, Vestfalya ile birlikte Avrupa’da çizilen sınırlardır. Bu, güvenlik kavramı için yeni bir dönüşüm demekti. Çünkü çizilen sınırlar ile devletlerin egemen olduğu yerler ve o devlete ait vatandaşlar belirlendi. Bu sınırlarda yaşayan insanların ülkelerine ait olma hissi ve vatandaşlık duyguları güçlendi. Aslında bu gelişme milliyetçilik kavramının ortaya çıkışının da ilk sinyalleri anlamına geliyordu.
Yeni ortaya çıkan bu sistemle birlikte askeri alanda da dikkat çekici değişiklikler yaşandı. 30 Yıl Savaşları’nda paralı asker sisteminin yarattığı yıkıcı etkiler, devletlerin askeri sistemlerinde de değişikliklere yol açtı. Kendini bir devlete ait hissetmeyen ve yalnızca paranın gücüyle duygularından bağımsız hareket eden askerler, devletler açısından ciddi güvenlik kaygılarına yol açtı. Bu nedenle düzenli ordular kurulmaya başlandı. Bu gelişmeler ile aynı millete ait olmanın getirdiği birlik, beraberlik ve güvenlik duygusu arasındaki bağ üzerinde daha çok düşünülmeye başlandı.
Sonuç olarak, Westphalia ile uluslararası ilişkilerde devlet egemenliğine dayalı modern bir dönem başlamıştır. Her ulus-devletin egemen olduğu topraklar diğer devletler tarafından tanınacak ve devlet bu sınırlar içinde yaşayan vatandaşlarını korumak zorunda olan bir yapıya dönüşecekti. Böylece Vestfalya Barışı devletler arasında müdahale etmeme ilkesini kanunlaştırdı. Vestfalya’nın modern devlet sistemi temelinde geliştirdiği belki de en büyük adım, dış aktörlerin sınırları belli bir alanı işgal etmesinin artık meşru olmamasıdır. Bunun nedeni, anlaşmaya göre “hükümetlerin özerk olması, dini (kilise) veya siyasi etkilerden arınmış olmasıdır.”
Güvenlik kavramını bu dönemin şartlarına göre olgunlaştıran bir diğer önemli olay ise Fransız ve Amerikan devrimleridir. Bu devrimlerle halk egemenliğinin önemi anlaşıldı. Hızla yayılmaya başlayan milliyetçilik vatandaşlar arasında aidiyet duygusunu artırdı ve bir kimlik duygusu yarattı. Milliyetçilik ideolojisiyle birlikte devletin; halkın çıkarları, kimliği ve birliği doğrultusunda yönetilmesi gerektiği düşüncesi ivme kazandı. Bu noktada, Hobbes’un yöneticilerin sorgulanmaması gerektiği yönündeki argümanı giderek anlamını yitirmiştir. Bu görüşün aksine hükümetin halkın çıkarlarına hizmet etmesi gerektiği ve gereğini yapamıyorsa gitmesi gerektiği düşüncesi hakimdir.
İki Dünya Savaşı Arasındaki Dönem: Kolektif Güvenlik Bir Hayal Kırıklığı Mı?
Güvenlik kavramını yeniden düşünmemizi gerektiren bir diğer önemli olay Birinci Dünya Savaşı’dır. Birçok ülkeyi derinden etkileyen savaş, tüm uluslar için yeni bir kavramın ortaya çıkmasına neden oldu: kolektif güvenlik. Bu fikirle kurulan Milletler Cemiyeti’nin önemli kurucu isimlerinden Woodrow Wilson, kolektif güvenlik kavramını ortaya atan isimdir.
Kolektif güvenlik kapsamında Milletler Cemiyeti’ne üye devletlerden birine saldırı durumunda tüm üyeler birlikte hareket edeceklerdir. Bu fikir, birlik ve beraberliği çağrıştırmış ve Milletler Cemiyeti’nin bu şekilde daha güçlü olabileceği fikrini yaygınlaştırmıştır. Ancak Milletler Cemiyeti’nin bu görevi yerine getirememesi ve İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla kolektif güvenlik kavramına ilişkin tüm olumlu düşünce ve inançlar bir anda geride kaldı. Böylece, şartlara ve zamana göre şekillenen güvenlik kavramı bir kez daha dönüşüme uğradı.
İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle bu paralelde gelişen güvenlik anlayışı literatürde “geleneksel güvenlik” olarak adlandırılmaktadır. Geleneksel güvenlik anlayışı realist yaklaşıma dayanmaktadır; devlet merkezlidir ve askeri tehditlere odaklanır. Bu yaklaşıma göre devletin egemenlik ve toprak bütünlüğüne yönelik askeri tehditler dışındaki kaygılar güvenlik kapsamında değerlendirilmemiştir.
Önemli realist düşünürlerden biri olan Mearsheimer’a göre uluslararası sistem, doğası gereği kaosu barındırır ve bu da devletlere saldırganlık için yeterli nedenler sunar. Devletler arasındaki çatışmaların temelinde yatan esas neden, uluslararası sistemin anarşik yapısıdır. Devletlerin güvenliğini sağlayacak bir üst organ bulunmadığından her devletin kendi kendine yetmesi ve kendi güvenliğinden sorumlu olması gerekmektedir. Bu durum devletlerin birbirlerini her zaman tehdit olarak görmelerine yol açmaktadır. Sonuç olarak, geleneksel güvenlik anlayışında bireylerin güvenliği devletin bekasına bağlıydı ve bu bağlamda bireyin değil devletin merkezde olduğu bir anlayış oluştu.
Soğuk Savaş Sonrası Güvenlik Anlayışı: Yalnızca Askeri Tehditler Mi?
Rusya ve ABD’nin hakim olduğu Soğuk Savaş döneminde temel yaklaşım, bu iki güç arasındaki askeri gücü ve dengeyi korumaktı. Batı’nın en büyük güvenlik endişesi Rusya’dan gelebilecek olası bir meydan okumaydı. Bu dönemde İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana hakim olan gerçekçi ve geleneksel devlet merkezli güvenlik anlayışı devam etti.
İki süper güç kendi güvenlik alanlarını yaratmak amacıyla NATO ve Varşova Paktı gibi uluslararası örgütleri kurdular. Özellikle bu iki süper gücün birbirini kontrol etme mücadelesi pek çok gerginliğe neden olmuş, ayrıca nükleer silah üretimi de artmıştır. Ancak Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra gerçekçiliğe dayalı bu geleneksel güvenlik anlayışına karşı çeşitli eleştiriler yapılmıştır.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte askeri ve devlet merkezli güvenlik anlayışı yerini ekonomik, çevresel ve sosyal güvenlik kaygılarına bıraktı. Güvenliğin yalnızca askeri düzeyde ele alınmasına yönelik eleştirilerin başlangıcındaki belki de en büyük etkenlerden biri 1973 OPEC Petrol Ambargosu olmuştu. Petrol fiyatları bu dönemde aniden yükselmiş ve dolar bir anda değer kaybı yaşamıştı. Bu durum da ekonomik endişelerin fitilini ateşlemişti.
Öte yandan ABD’nin ekonomik durumunun gerilemesi uluslararası ekonomi politik alana ilginin artmasına neden olmuştur. Ekonomik güvenlik üzerine araştırmalar yapan akademisyenler “ulusötesi ilişkiler” ve “karşılıklı bağımlılık” gibi kavramları bu dönemde vurgulamaya başladı. Bu noktada gelişen neo-liberalizm kapsamında güvenliğe ilişkin temel görüş, uluslararası sistemdeki uluslararası norm ve kuralların, uluslararası aktörlerin işbirliğini artırabileceği ve daha güvenli bir sistem oluşturabileceği yönündeydi.
Liberallere göre karşılıklı bağımlılık yaratılırsa devletler arasında ticari ilişkiler gelişecek ve çatışma olasılığı azalacaktı. Ülkeler arası işbirliği barışın tesisini kolaylaştıracaktı. 1980’den sonra çok uluslu şirketlerin sayısı artmış, uluslararası örgütler ve finans kuruluşları kurulmuştur. Bu yeni neo-liberal düzende büyük medya kuruluşları, uluslararası sermaye grupları ve uluslararası finans kurumları hızla yapılanmaya başladı.
1983 yılında Richard Ullman’ın “Güvenliğin Yeniden Tanımlanması” başlıklı makalesi, güvenliğin çevresel ve ekonomik konuları da içerecek şekilde genişletilmesi gerektiğini öne sürdüğü için çok önemlidir. Ayrıca Buzan, dar güvenlik yaklaşımını genişleterek devletlerin askeri, siyasi, sosyal, ekonomik ve çevresel sorunlarla tehdit edildiğini ileri sürmüştür. Bu bağlamda “beş sektörde güvenlik” yaklaşımını benimsemiştir.
Bu yazının devamı olacak ikinci yazıda, “Güvenlikleştirme Teorisi”ni literatüre katan Kopenhag Ekolü’nden ve ekolün güvenlik kavramını nasıl ele aldığından bahsedilecektir. Çünkü “güvenlikleştirme” bugün birçok aktör tarafından “söylem yoluyla” inşa edilmekte ve kitleleri peşinden sürüklemektedir. Peki, bir meseleyi güvenlikleştirmek ve “olağanüstü” siyaset zeminine taşımak bir politik başarısızlık anlamına gelir mi? İkinci yazıda bu konuyu detaylı şekilde tartışacağım.
Kaynakça
- Arends, J. Frederik M. (2008). “From Homer to Hobbes and Beyond – Aspects of ‘Security’ in the European Tradition”, (eds.) Hans Günter Brauch vd., Globalization and Environmental Challenges Reconceptualizing Security in the 21st Century, Berlin, Springer-Verlag, Vol: 3
- Barry Buzan, People, States and Fear: The National Security Problem in International Relations, Printed and bound by Lightning Source, ECPR Press, 2016
- Barry Buzan and Lene Hansen, Evolution of International Security Studies, New York: Cambridge University Press, 2009
- Kupchan, C. A., & Kupchan, C. A. (1991). Concerts, Collective Security, and the Future of Europe. International Security, 16(1), 114–161.
- Mearsheimer, John J., Back to the Future: Instability in Europe After the Cold War, International Security, Vol.15, No.1, Summer, 1990.
- Patton, Steven (2019) “The Peace of Westphalia and it Affects on International Relations, Diplomacy and Foreign Policy,” The Histories: Vol. 10 : Iss. 1 , Article 5.
- Rothschild, E. (1995). What Is Security? Daedalus, 124(3), 53–98.
- Stephen D. Krasner, “Compromising Westphalia”, International Security, Vol:20 No:3, 1995, s. 115
- Thomas Hobbes, Leviathan, 1999 The University of Oregon, Renascance Editions.
- Walt, S. M. (1991). The Renaissance of Security Studies. International Studies Quarterly, 35(2), 211–239.