[voiserPlayer]
“İnsan kendini, olanaklarını tanımaya, gerçek sorumluluğun ne olduğunu anlamaya başlayınca bocalıyordu, dayanamıyordu. Ülkeleri yönetenler iyi ki bilmiyorlardı bunu; yoksa bir otel yöneticisinin yapabileceğinden çok daha büyük hasarlar yaparlardı yeryüzünde.”
Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ndeki bu satırlarından sonra biz ana yurdumuza bakalım.
Hangi İstiklal? Hangi İstikbal?
“Sönmez bu şafaklarda” diye avaz avaz bağırıp, her şafak vakti türlü müdahalelerle azar azar söndürülmüş baba ocağımıza dönelim ve soralım: Hangi istiklal? Hangi istikbal?
Zira bu ülkeyi yönetenlerin çok büyük hasarlar vermek için yurttaşlarını genel anlamda “insan” veya kendilerini öznel olarak tanımaya pek gereksinimleri yok.
Hele insanların “insan” olmanın olanakları ve sorumlulukları ile karşılaşmaya başladıkça yaşadıkları dayanılmaz bocalamaları bilmek gerekliliği hiç yok.
Çünkü insana, topluma ve insanlığa kötülük yapmak için prestijli özgeçmişler filan zorunlu değil. Liyakatle iyilik yapmak için diploma sahtekarlığı zahmetinin hiç lüzumu olmadığını ise daha geçen gün yazmış idim. (bkz. “Popülist vasatlık ve liyakat.” https://www.politikyol.com/populist-vasatlik-ve-liyakat/)
“Made in Türkiye” Yönetişim Modeli
Tüm dünya popülist araçsal demokrasi krizinde. Temsili demokrasi demokrasisi yerleşik, kurumları sağlam diye bilinen ülkelerde bile çoktan çöktü. Demokrasi temsilleri oyuncu değişiklikleri, fakat aynı retorik replikler ile, kaçıncı perdeleri ile uzatmaları oynuyor.
Diktatörlük kitapları yeni basımlarını yapıyor. Okuma ve dikkat özürlüler için de dijital ve sanal marketlerde hap versiyonlar bulunuyor. Zira zaman Tik Tok çalışıyor, giderek hızlanıyor ve azalıyor. Yukarı baksan da, aşağı baksan da Yerküre hızla ısınıyor. Sonun başlangıcı başladı.
Türkiye’de ise insanlar bir Sağ’a, bir Sol’a bakıyor. ‘Cumhuru yöneten gitsin mi, kalsın mı? Giderse kim gelsin? kararını vermeye çalışıyor.
Gel gelelim, bu ülkeyi “makbul yurttaşların” sandığı gibi hükümet veya tek adam filan da yönetmiyor. Devletin, her gün ve her an karşılaştıkları tüm toplumsal kurumlardaki temsilcileri yönetiyor.
Beşikten mezara kadar: Aileden okula, markete, orduya, ibadethaneye, ticarethaneye, hapishaneye, hastaneye, tımarhaneye, postaneye, pastaneye, kerhaneye, gusülhaneye, vs. kadar her köşe bucakta bir hane. Her kurumsal hanede “geleneksel-modern aile” veya “postmodern hanedan” modeli yönetişim biçimi ile.
Tüm yöneticiler muazzam bir eşgüdüm içindeler. Kimileri “devlet babanın” başındaki iktidarın kayyımları, kimileri “muhalefet ananın” ortakları. Çocuklar da bir tarafın işbirlikçi ajanları. Bilerek veya bilmeyerek. İsteyerek veya istemeyerek. Bazıları da yuvasına ve yurduna küsüp dünyanın dört bir yanına kaçıyor.
Diğer yandan dünyada da zaten tüm coğrafyalardan tedarik zincirlerinin halkaları kopmuş durumda. Tüm ülkeler insana-insanın doğasına-doğaya dost, yani “ekosistemik ve özgün üretim” hızlı tüketim malları, yeni yollar, yordamlar ve bağlantılar arayışı içinde.
Türkiye’de iktidar yurttaşlarına iktisadi istiklalinin ve ülkenin istikbalinin ihracatta olduğu sanrısını pazarlamıyor mu? İşte memleketin dünya pazarına ihraç etmek için bundan daha ala, gerçekçi, gerçek, yerli, milli ve üstelik hazırda daha başka ne ürünü olabilir?
Tek yapması gereken, azıcık masrafla eski “Made in Turkey” etiketlerini “Made in Türkiye” ile değiştirmek! Eh, “onlar” da bir zahmet uluslararası klavye kullanıversinler artık. “Ü” ve “Ö” gibi “özgün ünlülerimizden” de ödün veremeyiz. Yoksa hem özgünlüğümüz gidecek, hem de “adam akıllı odun” yerine koyacaklar bizi!
İflas ve İtiraf
Nebati hayata girdiğini ve iktisadi anlamda iflasını zaten çoktan tüm dünyaya ilan etmişti Türkiye. Hazine ve Maliye Bakanı’nın ihracat hayalleri hala baki. Yüksek telkin gücü ile ünlü ve önde gelen iş insanlarımızı da ikna etmiş belli ki.
Türkiye bugün yurttaşlarının devleti yönetenlerin kime, neyi, ne karşılığında emanet ettiklerini bilmedikleri suskun ve şaşkın insanların ülkesi. Bu insani olanakları değerlendirmek isteyen iktidarın yurttaşından yastık altındaki altınlarını, kollarındaki bilezikleri, parmaklarındaki alyansları Hazine’ye emanet etmesini talep ettiği bir ülke.
Altınına filan dokunmuyor tabii uyanık yurttaş. Zaten altını, dövizi olanlar ya yandaş, ya da “tuzu kuru elit vatandaş”.
Fakat bu ülkede fakir-fukara, öksüz-yetim, yani “kimsesiz-sahipsiz yurttaş” ise dünden beri, altından değerli yavrusunu döviz olarak devlete ve paralel cemaat veya tarikatlara emanet ediyordu zaten. Üstelik “vurduğu yerde gül biter”, “eti senin, kemiği benim” diye diye.
Aa, ama o da ne!? Meğer tefecilerden kredi aldıkça, TÜİK göstergeleriyle oynasa da TEFE, TÜFE artışını önleyemeyen “emanetçi” onlarca yıldır ne yapmaktaymış: “Emanete hıyanet!”
Zira bugün bu ülkenin ahlaki sadakat ve bilimsel liyakat anlamında iflasını kendi kendine resmen itiraf ettiği tarihi gündür.
Modern-ulus devletin Ahlak Bakanlığı olmadığından, onun yerine ikame eden Diyanet İşleri Başkanlığı bakalım halkı nasıl ikna edecek? Bu çürümeden kimleri ve ne ile suçlayacak? Ahlakın yeniden tesisi için kindar ve dindar olmaktan başka insanlara ne önerecek?
“Üzüm üzüme baka baka kararır!” Peki hangisi “ak”, hangisi “kara” idi önce: Hem önemsiz, hem de zaten belli değil; iktidarınki mi, muhalefetinki mi? Yoksa muhalefete muhalefetinki mi?
“Tencere dibin kara, seninki ondan kara.”
Yarın adı değişir, başka bir şey olur. Fakat bu kapkara tablonun bugünkü adı: Enes Kara!
İntihar ve Kurtuluş
Bütün ahlakçı siyasetçiler uçkuru çözülmüş meslektaşlarının videolarını izlemeyi bırakmalı. Nefeslerini tutup, uçkurlarına etmeyi veya yeraltından gelen videoları beklemeyi bırakmalı.
Uçkuru bağlı, namuslu siyasetçiler de basiretlerini ve dillerini çözmeli.
Türkiye, sosyal medyada Batı’nın Harari videoları ile girdiği “kolektif hipnozdan” çıkmalı.
Doğu’nun Harakiri yapan siyasetçi videolarını ibret ve imrenme ile izlemeyi bırakmalı.
Bütün toplum, Enes’in videosunu izlemeli. Hem de defalarca. Kendisi ile tanışma, yüzleşme ve helalleşme sürecine oradan girişmeli. Acil servisleri dolmuş taşmış, doktorları yurtdışına kaçmış, doktor adayları cendereye sıkışmış Türkiye, iyileşmeye damardan ve bu serumla başmalı.
Zira bugün tek “sadık yâri kara topraklar” olan bu toplum, somut ve mecazi anlamda “kolektif intihar” eşiğinde. Daha fazla oyalanacak zaman, kaybedilecek can yok.
İntiharın “bulaşıcılığı” ne COVID gibi, ne de cehalet ve vasatlık gibi yüksek. Tıpkı kanser gibi; insandan insana da bulaşmaz. Kimi batıl itikatlılar belki önden tahtaya vurur, kulak çeker, vs. Kimileri dindarlıktan veya kültürel geleneksel alışkanlıktan “Allah korusun” diyebilir elbette. Fakat tıpkı kanser gibi; konuşulabilir ve öğrenilebilir. Konuşulmalıdır ve öğrenilmelidir.
Tüm diğer cehaletle yayılan ve yok sayılan, zaten onun içinde kolaylıkla istismar edilen ve ucuz siyasete malzeme edilen konular gibi, “kitlesel inkar” ile yok olmaz. Tam tersine; çok daha büyük belalar ve masraflı sorunlar olarak bireye ve topluma geri döner.
Ha İktidar, Ha Muhalefet; Erksiz Siyaset
Bir ülkenin gücü devleti yönetenlerin yurttaşlarına bulaştırdıkları dehşet, korku veya endişenin dozundan anlaşılmaz. Toplumsal kurumlarının ne kadar demokratik ve dayanıklı olmasından anlaşılır.
Ailesi, akademisi, medyası ve siyaseti liyakatsiz olan hiç bir ülkenin yıllık geliri ve adı her ne olursa olsun devletinin sağlıklı ve sağlam olduğundan söz edilemez. Kökleri ne kadar eski, dili ve genleri nereden gelirse gelsin.
Haberi duyar duymaz Twitter’da ve Kılıçdaroğu’nun ilk tereddütlü tweet’i üzerine de yazdığım gibi; sağlam bir toplumda haberciler haberi, medya etiğine uygun biçimde verir. Zaten Enes’in videosu ne bir “intihar videosu”dur, ne de “mutlaka konuşulması gereken” konu odur.
Bugün “Çalışan Gazeteciler Günü” kutlanırken, hapisteki gazetecileri ile Türkiye dünya birincisi. Çalışabilenler ise, aylardır “barınamıyoruz” demiş üniversite öğrencilerine “terörist” denilen bu ülkede, hiç bir konuya odaklanıp ciddi takibini yapamıyor. Enes’in kaldığı yerin “KYK’nın yani devletin yurdu değil, bir tarikat yurdu, yok yok yurt da değil bir ev” olduğunu konuşmaya muktedir olmaları endişe verici.
Daha da vahim olanı ise elbette ülkeyi yöneten ve talip olan siyasetçilerin bu iç içe geçmiş yığınla toplumsal sorun yumağından çekip çıkaracakları, tek bir gösterge iplik, ilmek ucunu bile bulamamaları.
Nutuk’u okumuşların veya okumamışların nutku tutuk kalmaları. Tıpkı kavrulan ormanlarımıza seyirci oldukları gibi. İntihar, cemaat ve tarikat gibi tabu sözcüklerin veya öğretici meselelerin üstünü muhafazakarlık ötesi cehalet ve bağnazlık ile kapatmaları.
Masum çocuklarımızın kavruluşunu üzüntü ve çaresizlik içinde kavrularak izlemeleri ve topluma da “fıtrat” ve “kader” gibi soyut kavramları çok küçük yaşlardan itibaren aşılamaları.
Bu arada, siyasetçi danışmanlarının da hangi mürekkepleri veya neleri yaladıkları pek belli olmasa da, Durkheim’ı ve Freud’u birlikte okudularsa da eğer, neyi zerre kadar kavramamış oldukları son derece aşikar. Siyasetçileri ne şekilde yönlendirdikleri ise muğlak.
Bu ülkeye son kırk yılda üssel hızla katlanarak yapılmış en büyük kötülük “iyi niyetli” basiretsizlik, vasatlık ve liyakatsizlik.
Türkiye, en başta bunu kendine itiraf etmek zorunda. Ondan sonra da sapı, samanı, çöpü ayırmak. Pek çok sıkıntılı başka konunun yanı sıra “ölüm veya ölü seviciliği” ile yüzleşmek durumunda.
Ancak bu şekilde bu kanlı ve çorak ölü topraklarını yerli tohum ve sahici milli üretimle yeniden yeşertebileceğini görecek.
Bugünkü yöneten-yönetilen halk, Türkiye Cumhuriyeti’nin, özerkliği başkalarına emanet veya peşkeş çekenlerden kurtarılarak kurulduğunu yaparak idrak edecek.
Eğer “özgürlük” hala “altın kafesten” değerli ise, insanlar “bülbül” gibi öten hamasi siyasetçileri dinlemeyi bırakacak. Onlara laf yetiştirip, abesle iştigal etmeyi kesecek. Birbirlerine yakınmayı zırlamayı, hır gür veya dır dır etmeyi unutacak.
“Karşıt-bağımlı direnişler” ile “bağımsızlık” filan kazanmadığını, sadece iktidarın gücünün sürdürülür ve daha güçlü kılındığını anlayacak.
Her şeyden önce de kendine veya basiretsiz eski kuşaklara acımaktan ve kendi öğrenilmiş çaresizliğini bil(mey)erek yeni kuşaklara aktarmaktan vaz geçecek. Gençlerine böyle kucak açacak, sıcak ve güvenli bir yuva olacak.
Sonuç olarak Türkiye, “özgürlük” sınırlarını liyakatle tanımlamadan “kurtuluş”; bireysel veya kolektif olarak kendi haddini bilmeden de “demokratik”, iyi, güzel ve ahlaklı yaşamın olamayacağını ancak böyle yaşayarak öğrenecek.