16 Nisan 2017 referandumu, Türkiye Cumhuriyeti’nin son dönemde yaşadığı en önemli kırılma noktası oldu. Oy oranlarının hemen hemen aynı olmasıyla birlikte, “atı alanın Üsküdar’ı geçmesi”yle sistem değiştirildi ve sarayda oturan Erdoğan’a özgü bir yönetim yapısı kuruldu.
Erdoğan ve ekibinin referandum öncesi yaptığı propagandanın temeli, karar alma mekanizmasının hızlanacağı, gereksiz bürokrasiye ve zaman kaybına son verileceği üzerine kurulmuştu. Özellikle doksanlı yıllarda sık sık kurulup bozulan koalisyon dönemleri son bulacak, her kafadan bir ses çıkmasının önüne geçilecekti. Ayrıca ülkenin güvenliği için güçlü bir iktidar yapısının kurulmasının şart olduğu iddia ediliyordu.
Aynı ekibin, iktidarlarının ilk dönemlerinde sürekli dillendirdikleri demokrasi ve özgürlükler üzerine ise referandum sürecinde hiç söz edilmemişti. Çünkü önceki yıllarda, hükümeti kurmasına rağmen henüz güçlü bir iktidar haline gelemeyen AKP kendi çıkarlarını korumak adına demokrasiye ihtiyaç duyuyor, bu nedenle söylemlerinde bu iki öğeyi vurgulamayı hiç ihmal etmiyordu.
Ancak artık bu söyleme ihtiyaç kalmamıştı ve güçlü iktidar mekanizmasını daha da otoriter hale getirmek adına başkanlık sistemi şarttı. Parlamenter düzende zaman zaman fırsat bulamamakla birlikte zaten alabildiğine otoriter olan ancak bir türlü totaliter bir rejim kuramayan Erdoğan için işler bu şekilde daha da kolaylaşabilirdi.
Üstelik yeni ortağı Bahçeli ile resmi söylemlerin amansız savunuculuğu konusunda da anlaşmış, bu söylemlerin toplum üzerinde yapacağı etkinin eski dile oranla daha güçlü olacağını görmüştü. Bu anlayışla birtakım meselelerin onlarca yıldır çözümsüz kalması ve bundan sonra da kalacak olması umurlarında değildi. Önemli olan, sorun çözmekten ziyade iktidarda tutunmak haline gelmişti.
Türk Tipi Başkanlık Sisteminin Ortaya Çıkarttığı Sorunlar
Yeni sistemin özgürlükleri baltalayacağı, demokrasiye set çekeceği üzerine yapılan eleştiriler ise bilinçli bir biçimde göz ardı edilmekteydi. Bunu iddia edenler haksız değillerdi. Çünkü sorun, sistem değişikliğinden ziyade bu değişimin getireceği düşünsel yapının yaratacağı sorunlardı ve muhalif unsurların dikkat çektiği nokta en nihayetinde buydu.
Sonuçlara bakıldığında ülkenin en az yarısı da bu çekinceleri paylaşıyordu. Sistem değişikliği halinde artık yapısal olarak da demokrasiden söz etmek pek mümkün değildi. Çünkü tamamen Erdoğan’a özgü kurulan yeni düzende, etkili başka hiçbir mekanizma bırakılmamıştı.
Örnek vermek gerekirse, nispeten demokratik olan ve başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerin hemen hemen hepsinde başkanları denetlemek adına çift meclis bulunuyordu. Getirilmek istenen yeni sistemde ise bırakın çift meclisi, mevcut meclis bile etkisizleştirilmiş durumdaydı. Üstelik Türkiye, çift meclis pratiğine de fazlasıyla sahipti. 1961-80 yılları bu şekilde geçilmesine rağmen referandum sürecinde buna yanaşılmadı, hatta doğru düzgün tartışılmasına bile izin verilmedi.
Aslında Türkiye’nin parlamenter sistem mevcutken de gelişmiş bir çağdaş demokrasiye sahip olduğu iddia edilemezdi. Fakat bütün aksaklıklara rağmen bu yönde bir rota çizilmiş, askeri dönemler haricinde ve özellikle 1961 Anayasası’nın kabulünün ardından bu rotanın dışına çıkmaya kimse cesaret edememişti. Ordu bile yönetime el koymasının ardından uzun süre iktidarda kalamıyor ve bir süre sonra demokrasiye geçiş sağlanıyordu.
Özal ve Demirel’in cumhurbaşkanı oldukları dönemlerde başkanlık sistemi üzerine tartışılmasını istemeleri ise sadece istek halinde kalmış ve büyük çoğunluk tarafından buna karşı çıkılmıştı. Çünkü iki lider de başbakanlarını (Akbulut – Yılmaz – Çiller) tasfiye ederek bütün gücü elinde toplamak istiyor ve demokratik teamülleri göz ardı ediyordu.
2017 yılına gelindiğinde ise durum farklıydı. Demokrasiyi güçlendirme düşüncesi rafa kaldırılmış, güvenlik ve hızlı karar alma maskesi altında otoriterlik ön plana çıkarılmıştı. Üstelik bu gizli yapılmıyor, işlerin bu şekilde yürümesi gerektiği açıkça savunuluyordu. Kısacası referandum ile birlikte iktidar demokrasiden açıkça vazgeçmiş, üstelik bunun gerekliliğini savunmuş ve sonunda istediğini de almıştı.
Ancak sistem değişmesine rağmen tartışmalar bitmedi. Özellikle 2018 seçimlerinin ardından, parlamenter demokrasi ile yeni başkanlık sistemini savunanlar arasındaki çekişmenin daha da arttığı bir döneme girildi. Bunun ana sebebi, yeni sistemin foyalarının bir bir dökülmeye başlamasıydı. Aksi takdirde parlamentarizme dönüş adına tekrar ortaya çıkmak ve bu yönde propaganda yapmak mümkün olmazdı.
Yeni düzende iktidar ve yandaşlarının zaten demokrasi, özgürlükler, insan hakları gibi dertleri yoktu. Yasama organının etkisizleştirilmesinin ardından sıra yargıya gelmiş, baskının ve otoriterleşmenin artmasının yanında diğer erklere yönelik tahakküm kurma girişimlerinin hızlanması, yeni sisteme destek veren bazı kesimlerde de soru işaretleri yaratmaya başlamıştı.
Bunun yanında işler de iddia edildiği gibi hızlı yürümüyordu. Bürokrasinin küçüklü büyüklü birçok işinde Erdoğan’ın talimatları beklenir olmuş, Saray’dan işaret almadan harekete geçmek imkansız hale gelmişti. 6 Şubat 2023’te yaşanan depremin ardından devlet mekanizmasının bir türlü harekete geçememesinin ve deprem bölgesinin iki koca gün yalnız ve çaresiz kalmasının temel sebebi de buydu.
Başkanlık sistemi ile koalisyonlar dönemine son verileceği iddiası ise geçersiz çıkan bir başka söylemdi. Koalisyonlar yerine ittifak sistemi oluşmuş, seçim kazanmak adına en olmadık işbirlikleri olağan duruma gelmeye başlamıştı. Sonunda 2023 seçimlerinde öyle bir noktaya gelindi ki başkanlığın yolu, Cumhuriyet’in kurucu felsefesine aykırı partilere, hareketlere, anlayışlara taviz vermekten ve onları meclise taşımaktan geçer oldu.
Başkanlık Sistemi Sürdürülebilir mi?
Erdoğan’a özgü bu sistem, aksaklıklarıyla, skandallarıyla ve kıl payı kazanılan iki seçimle bir şekilde bugüne kadar gelebildi. Bu sistemi kurgulayanlar, Erdoğan sonrası dönemi düşünmemişler, sonrasında nasıl bir çıkmaza girilebileceğini kestirememişlerdi. Çünkü yeni düzende, ideolojik üstünlüğün de kısa sürede sağlanacağı düşünülmüş ve geri dönülemez bir yola girildiği varsayılmıştı.
Fakat işler bekledikleri gibi gitmedi. Bu süreçte, vazgeçilen demokratik anlayışın önemi açıkça ortaya çıkmakla birlikte, vaat edilenlerin çoğu da gerçekleşmedi. Sistem birçok defa tıkandı ve tıkanmaya devam ediyor. Özellikle ekonomide bilime aykırı ve adeta inat edercesine sürdürülen politikalar ülkeyi büyük çıkmazlara soktu ve halkı her geçen gün daha da fakirleştirdi, fakirleştiriyor.
Bu tıkanıklık devam ettikçe mevcut sistemden vazgeçmeye yönelik talepler her geçen gün daha yüksek sesle dile getirilecek, toplumun demokrasiye susamış çok sayıda farklı kesiminin önlerine koyacakları ilk sorun bu olacaktır. Bu sistemin yürümediği, yürümeyeceği, toplumdaki gerginliği ve sıkışmayı her geçen gün biraz daha arttırdığı ortadadır.
Genel seçimler bu yolda iyi bir fırsattı ancak değerlendirilemedi. Buna rağmen, yerel seçimlerde muhalefetin alacağı başarılı bir sonucun ülkeyi erken bir genel seçime götürmesi hiç yabana atılır bir ihtimal değildir. Çünkü halkın hoşnutsuzluğu sürmekte, alınan tedbirler özellikle geçim sıkıntısına çare olamamaktadır. Ardından yoğunlaşacak sistem tartışmaları ise köklü değişikliklere gebe yeni bir dönemin başlangıcı adına fırsat olabilir.