[voiserPlayer]
Türkiye-AB ilişkileri, uzun yıllar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinin belirleyici olduğu bir düzlemde, konjonktüre göre çeşitli evrelerden geçti. Geride kalan 14 Mayıs seçimleri öncesi AB, kendi çıkarları açısından Türkiye konusuna ihtiyatlı yaklaşarak hem Erdoğan’a seçimlerde kullanacağı bir malzeme vermekten kaçındı, hem de muhalefetin olası zaferini göz ardı etmeyerek belirli ölçüde denge sağlamayı başardı. AB’yi Türkiye konusunda daha ihtiyatlı hareket etmeye iten nedenlerin başında hiç şüphesiz mülteci sorunu geliyor.
Ancak 2015’te ayyuka çıkan bu sorun, zamanla bir tür “transactional” al-ver ilişkisine dönüştüğü için Türkiye’de kamuoyunda serzenişlere neden olabiliyor. Tepkilerin hedefinde AB ile Türkiye arasında 18 Mart 2016 tarihinde imzalanan mutabakat yer alıyor.
Ortadoğu’dan gelen düzensiz göç sorununa karşı Türkiye’yi bir bariyere ve hatta bekçiye dönüştüren bu anlaşma kapsamında AB, Türk vatandaşlarına vize muafiyeti sağlanmasında kolaylaştırıcı olmayı taahhüt etmişti. Ancak gelinen noktada iktidarın Davutoğlu dönemi dahil olmak üzere attığı yanlış adımlar ve 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası ülkede var olan politik atmosferin antidemokratik bir rotaya girmesi gibi nedenlerden ötürü, Türkiye-AB ilişkileri Türkiye halkı açısından giderek kaybet kaybet düzlemine çekildi. Bu durum haliyle, Türkiye’de özellikle göçmen ve Batı karşıtlığını arttıran bir faktör olarak karşımıza çıkıyor.
Türkiye’deki Statüko Kalıcı Hale Geliyor
Türkiye’de muhalefetin, uzun yıllar iktidarın ülkeyi Ortadoğu’nun karanlık koridorlarına sokan ve felaketle sonuçlanan Neo-Osmanlıcı anlayışına karşı sergilediği basiretsizlik silsilesi, Türkiye’nin göç meselesinde bir açmazın eşiğine gelmesine neden oldu. Erdoğan’ın 2010 sonrası ortaya çıkan yönetim anlayışı, Ortadoğu meselelerinde Türkiye’yi siyasal İslamcı bir hatta çekti. Davutoğlu’nun kavramsallaştırdığı Neo-Osmanlıcılık anlayışının Türkiye’ye ağır faturası, 3,3 milyon Suriyeli geçici sığınmacı oldu. Bunlar elbette resmi sayılar.
10 yılı geride bırakan Suriye iç savaşının sonucunda Türkiye’de düzensiz göç problemi giderek derinleşiyor. Türk toplumu ayrıca, Ortadoğu meselelerinin de ötesinde, giderek ümmetleştiği bir siyasi süreci yaşadı. Erdoğan döneminde yeniden güçlü bir şekilde palazlanan tarikatlar ve cemaatler meselesi de ülkenin demografik ve kültürel değişiminin ne yönde ilerlediğini gözler önüne seriyor.
Türkiye-AB İlişkileri: Değişen Beklentiler ve Acil Talepler
Geçen yıllar içerisinde Türkiye-AB ilişkileri de konjonktüre göre çeşitli esneklikler gösterdi ve farklı konularda işbirliği devam etti. 2005’te başlayan Türkiye-AB Tam Üyelik Müzakereleri, Türkiye’deki güç dengelerinin Erdoğan’ın lehine değişmesiyle siyasi krizlere angaje oldu. Artık her iki taraf da öğrenilmiş davranışlarla karşılıklı pozisyon alabiliyorlar.
Türkiye’de demokrasi ve insan haklarının erozyona uğramasına sesini güçlü bir şekilde çıkaramayan AB, Erdoğan’ın mülteci kartına boyun eğmek zorunda kaldı. Elbette AB açısından da bu alanda manevra imkanı oldukça sınırlı. Türkiye-AB ilişkileri her iki tarafın da arzuladığı bir hatta seyretmeye devam ederken Türkiye’nin tam üyeliği konusu artık hiç kimseye gerçekçi gözükmüyor. Türkiye, ne yazık ki konjonktüre göre zaman içinde değişen dinamiklere sahip olan tam üyelik meselesinde, artık kalıcı olarak çuvallamış durumda.
Bu gelişmenin sonucu olarak ilişkilerde yeni bir model ihtiyacı ortaya çıktı. Ancak şu aşamada bu modelin kapsamı, derinliği ve potansiyeli konusunda net bir bakış açısı yok. Daha önce Sarkozy ve Merkel tarafından öne sürülen imtiyazlı ortaklık (privileged partnership) modeli, uzmanlar tarafından gerçekçi bulunmuyor. Nitekim o dönem Sarkozy ve Merkel de ortaya attıkları bu modelin tam olarak ne ifade ettiğine dair net bir açıklama yapmamışlardı. O dönemde Türkiye tarafından karşı çıkılan bu görüşü Almanya eski Başbakanı Merkel’e soran Yalçın Bayer de bir konuşmamızda kendisinin Merkel ve ekibinden bu konunun tam olarak ne olduğuna dair bir geri dönüş alamadığını söylemişti.
Model Ne Olabilir?
AB, Türkiye ile ilişkilerde üyelik dışında alternatif arayışında. Nitekim AB’nin Türkiye raportörü Nacho Sanchez Amor, “Şu anda işlevsel olmayan bir üyelik sürecinin yerine ne tür bir format kullanabileceğimizi görmek için bir sürecin başlatılmasını istiyoruz” açıklamasında bulundu. Serbestiyet’ten Mustafa Ali Aykol’a verdiği demeçte, “Öyle görüyorum ki en azından parlamento içinde tam üyelik yürümüyor, gümrük birliği yürümüyor, başka bir şey arayalım düşüncesi ve arayışı başladı” diyen Eski AB Daimi Temsilcisi Selim Kuneralp, AB açısından Türkiye’nin tam üyeliğinin imkansızlaştığı görüşünde. Her ne kadar raportör Türkiye ile AB arasında transactional bir ilişkinin olmadığını söylese de politik söylemlerde bu durum artık kalıcılaşıyor.
Türkiye konusu açıldığı zaman Türkiye’nin otoriter bir ülke olduğunu kabul eden AB kamuoyu, Türkiye’nin Batı’nın savunma ve güvenlik politikaları açısından olmazsa olmaz jeopolitik önemini göz ardı etmiyor. NATO’nun en aktif görev güçlerinden biri olan Türkiye’nin AB açısından stratejik bir önemi var. Türkiye içinse AB, ekonomik bir pazardan öteye geçmiyor. Ukrayna’nın işgali dışında siyasi konularda son derece çatışmalı olan Türkiye-AB ilişkilerinde, Kıbrıs Sorunu ve Yunanistan’la olan ilişkiler nedeniyle ilerleme sağlanamıyor. Türkiye’nin en büyük ihracat partneri olan AB, Türkiye ile ekonomik ilişkilerin potansiyelini maksimize etme noktasında geçtiğimiz yıllarda Türkiye’deki gelişmelerden ötürü hevesli davranmadı. Türkiye’ye AB’den gelen yatırımlarda çok ciddi bir düşüş oldu. Bu noktada, Volkswagen’in Türkiye’de otomobil üretme planını son anda askıya aldığını hatırlamakta fayda var.
Türkiye AB’ye Ne Kadar Güven Verebilir?
Batı bir bütün olarak Türkiye ile yeni bir başlangıç yapmak istiyor. Bunun işaretlerini hem siyasi söylem olarak hem de düşünce kuruluşlarına yansıyanlar çerçevesinde gördüğümüzü söyleyebiliriz. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni kabinesi ile rasyonele dönüş arzusu içinde olduğu kamuoyunda konuşulsa da pratikte atılan adımların umut verici olmadığı görülüyor.
Ekonomi yönetimi yönüyle söyleyecek olursak Mehmet Şimşek ve Gaye Erkan hamlelerinin BDDK’nın başına Şahap Kavcıoğlu’nun getirilmesiyle boşa çıktığı görülüyor. Ayrıca, Türkiye İsveç’in NATO üyeliğini henüz (30.06.2023) onaylamış değil. Yine AİHM’in kararlarının Türkiye tarafından uygulanmaması da Türkiye-AB ilişkilerinde şüphesiz bir diğer açmaz olmayı sürdürüyor. Bu konuda da eski AİHM Yargıcı Rıza Türmen de Türkiye’nin Kavala ve Demirtaş kararlarına uymamasının Avrupa Konseyi’ndeki üyeliğinin askıya alınmasına yol açabileceği görüşünde.
Tüm bu gelişmeler Türkiye’nin AB ile ilişkilerde güven verici bir pozisyon almaktan uzak kaldığını gösteriyor. İlişkilerde kronik sorunlarda adım atma konusunda isteksiz gözüken Erdoğan’ın göç ve Ukrayna meselesinde üstlendiği rol, AB ile ilişkilerde yeni bir modelin gelişmesi için yeterli bir düzlem sağlamıyor. Giderek AB’ye komşu bir ülke olarak tanımlanan Türkiye’nin, AB ile ilişkilerde ihtiyaç duyduğu ekonomik yatırımlar için güven verici adımlar atıp atmayacağı ise belirsiz.
Her geçen yıl Türkiye’den AB’ye yönelen ve sayısı artan siyasi iltica başvuruları, Türkiye’deki siyasi atmosferin ne kadar antidemokratik olduğunu gösteren bir diğer çarpıcı veri olarak karşımızda duruyor. Bu nedenle, ekonomik kriz ve deprem felaketinin ardından yapılan seçimlerde tekrar Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın öncelikleri arasında rasyonele dönüş olacağı düşüncesi pek ikna edici bulunmuyor. Türkiye ve AB arasında işbirliği potansiyelinin model haline gelerek stratejik bir boyut kazanması ihtimali, Türkiye’de sistemin Erdoğan’a angaje olduğu bir konjonktürde verimliliği yönüyle bir soru işareti olarak kalmayı sürdürecek gibi gözüküyor.