[voiserPlayer]
Türkiye’de hele sosyal medyada her mevzu ve tartışma bir şekilde tarihsel göndermelere, çatışma noktalarına bağlanır oldu. Bu özellikle sadece siyasetçilerin değil daha geniş kesimin de bir sosyal medya kullanım yöntemi olarak adeta Katolik aziz günleri gibi 365 günün neredeyse her birinin tarihsel bir olayın ya da kişinin (doğum, ölüm vs.) anması olarak anlam kazanmasıyla iyice ayyuka çıktı. Milli bayramların ve kurtuluş günlerinin böyle sembolik siyasetlere hasredilmesi zaten alışıldıktı. Ancak yeni olan, tarihsel mağduriyetlerin de anmalara/hatırlama takvimine dahil edilmesidir. 6-7 Eylül olaylarından Dersim harekâtına, Varlık Vergisi’nden Nihal Atsız, Nazım Hikmet, Deniz Gezmiş, Mehmet Akif Ersoy gibi sevenlerinden nefret edenlerine farklı siyasal yükü olan simaların anma günlerine, bu anma ve ölüler kültü, ortamı sarmaladı. Bu sürece tepki gösterenler ise daha iyi niyetli yorumla bunda koca bir anlamsızlık, daha şüpheci yorumla ise gerçek gündemleri bulandırma buldu.
2010’larla beraber sosyal medya hatırlama kültürlerini dönüştürdü, hatta baştan yaratarak şişkinleştirdi. Sosyal medya kamusal tartışmaları eşik bekçiliğini üstlenen kamusal entelektüeller arasında dönen doğasından çıkartarak sürekli, hızlı tüketime dayalı ve kişiselleşmiş hale getirdi. En basitinden artık metinlerin, mürekkeplerin ve saman kağıtların mesafeliliği ve uyandırdığı (sahte-) ciddiyet, ağır başlılık yoktur. İnsanlar artık yirmi dört saat karşı karşıyadır ve (genelde saldırgan şekilde) temas halindedir. Bu ilişkilenmeler içeriklerle kurulan ilişkiyi de dönüştürdü. Aynı şekilde hızlı tüketilen gündemler saflaşma, safları perçinleme ve sınırları çizme işlevi görmektedir. Aynı şekilde eşik bekçileri olmadığından filtrelenmemiş kolektif hissiyatları ifade eder niteliktedir. İşte bu mekanizma tarihsel hafızanın da kitsch’leşmesini, yani başka hesaplaşmalar arasında içeriksiz hale gelerek bir gösteriye dönüşmesini getirdi.
Öncelikle bu tarih oburluğu ve kamusal tartışmalarının tarihsel göndermelere boğulması ve düğümlenmeleri Türkiye’ye özgü bir “hata” ya da anomali değildir. Aksine bir toplumsal hafıza obezitesi hem gelişkin Batı demokrasilerinde, hem de demokratik açığı olan çeper ülkelerde bir sosyal-siyasal olgudur. Doğu Avrupa’dan Latin Amerika’ya, ABD’den İspanya’ya tarih kapanmayan, hatta belki de kanırtılan yaralarla doludur. Bir taraftan da aslında ulus-devletlerin epistemolojik tekellerinin aşınmasının sonucu tarihsel hafızanın çoğulculaşması ve bölünük hale gelmesidir. Yani tarihsel-yapısal bir sürecin ta kendisidir. Bunun neden, niçin ve niye bu zaman ortaya çıktığını aşağıda olabildiğince kısa ama yine de lafı uzatarak açıklamaya çalışacağız.
Tarih bir taraftan milliyetçi-muhafazakarlığın alanı olagelmiştir. Niçin tarih öğrenmeliyiz? Buna verilen yaygın klişe cevap da zaten bu minvaldedir. Tarihten ibret almak, ders çıkarmak ve milli şuur kazanmak için. Bu muhafazakar kabule göre geçmişle bugün arasında bir devamlılık ve aynılık ilişkisi vardır. Milliyetçi-muhafazakar tarih kurgusunda tarihsel kopukluk bir milli şuur kaybına işaret eder ki muhafazakarlar için sadece cumhuriyet değil öncesinde Tanzimat’la başlayan süreç bir tarihsel kopuş projesidir. Ancak neyse ki bu proje zaten tarihsel-toplumsal şuura karşı gelmek anlamına geldiğinden başarısızlığa mahkum olmuş, tüm dayatmalara rağmen toplumdışı kalmıştır. Ahmet Davutoğlu’nun zamanındaki yaygın tabirle “yüz elli yıllık parantez kapanmaktadır”.
Buna karşı ise modern-ulusal anlatı yarışmaktadır. Wilson ilkeleri doğrultusunda I. Dünya Savaşı’nın ardından milliyet prensibi temelinde kurulan ulus-devletler bu dönemdeki altın çağında milletin tekliğine dayalı olarak tekil bir tarihsel anlatıyı öngörüyordu. Bu anlatılar ülkeden ülkeye iktidar blokunun siyasal ve sınıfsal yapısına göre değişmekle beraber bir tarihsel ezelilik ve boyunduruktan kurtuluşun ardından ulusal uyanışı tanımlayan bir paradigmayı yansıtıyordu. Elbette bu hakim anlatıyı onaylamayan ve ulusun tekliğinin dışında bırakılanların farklı anlatıları vardı ancak bunlar tasnif edilerek bir çerçeveden geçirilerek siyasal ağırlık taşıyan şekilde karşı-ağırlık sunmuyorlardı. Aşırı, aykırı ve marjinallerdi. Ancak ulus-devletlerin kendi epistemik evrenlerini toplumun çoğunluğuna dayatma kapasitesinin daralmasıyla beraber 20. yüzyılın sonunda alternatif tarihsel hafıza anlatıları karşımıza çıktı. Türkiye’de de bu tanıdık bir anlatıdır. Kemalizm temel olarak Polonya’dan Yunanistan’a, Siyonizmden Avusturya boyunduruğundaki Çek milliyetçiliğine 19. yüzyılda entelektüeller ve devlet seçkinleri tarafından üretilmiş anlatıyı kendi özgünlükleriyle beraber tekrarlamış, yeniden üretmişti. Aynı şekilde Hindistan Kongre Partisi’nden Baasçılara üçüncü dünya milliyetçilikleri de aynı anlatıyı anti-emperyalist unsurlarla tekrarlamıştı.
Cumhuriyetin tarihsel anlatısı da bir küllerinden yeniden doğuş hikayesidir. Türklük şanlı geçmişine ve özsel üstünlüğüne karşı ortaçağ karanlığına mecbur bırakılmış ve Türklüğün şuurundan nasiplenmemiş padişahlar ve yoz yöneticiler elinde karanlığa mahkum edilmişti. Ancak 19. yüzyıla (Tanzimat, Genç Osmanlılar, Jöntürkler) kadar uzatılan bir süreçte bir ulusal uyanış gerçekleşmiş; cumhuriyet bu ulusal uyanışla Türklüğü yeniden yola sokmuştur. Medeni aleme giren Türklük böylece özüne dönmüştür. Geçmişle kurulan bu bağ gereklidir zira bir özgüven inşasında bu tarihsel şaşa önemlidir.
Cumhuriyet boyunca “resmi ideoloji” olarak sıfatlandığı üzere bu anlatı tarihsel doğruluğu belirlemiştir. İstiklal Marşı gibi metinler, milli bayramlar, Atatürk imgesi bu anlatının düşünsel ve duygusal omurgasını oluşturagelmiştir. Her ne kadar İslami, muhafazakar ve sosyalist anlatılar tam aksi istikametlerde farklı çerçeveler sunsalar da, marjinalleştirilmeleri kolaydı ve tehdit algılanmıyordu. Aksine bu tarihsel anlatı ve sarsılmaz doğruluğu güven veriyordu. Özgüvenli modern çağın kapanışıyla 1990’larda ise Türkiye’de de, dünyada da ulus-devletlerin ve onların tekçi milli epistemolojilerinin çatırdamasını getirdi.
Atatürk imgesinin dokunulmazlığı birçok hassasiyeti tetikleyerek en önemli tarihsel gerginlik unsurlarının başında geldi. Zira Atatürk imgesinin dokunulmazlığı, ona sunulan bağlılık, imgenin yüceliği zamanın gelip geçici hükümetlerini aşan şekilde Türkiye’nin Atatürkçü esaslara dayalı cumhuriyet olduğunu işaretliyor, dolayısıyla (özellikle AK Parti iktidarının ilk on yılında) her şeye karşın güven telkin ediyordu. Okulların imam-hatipleştirilmesinden muhafazakar normların egemen kılınmasına kadar bir çok güncel sorunun ötesinde Atatürk imgesi ve güçlü gölgesi zamanın geçiciliğine karşın bir kalkan hissi sunduğundan en büyük korunaksızlık hissi bu imgeye yönelik saldırılarda duyumsanmaktadır. Nitekim AK Parti’nin en infial yaratan birçok tasarrufu Atatürk’e ya da cumhuriyetin (“kurucu” denilegelen) değerlerine dair negatif söylenmiş laflar olagelmiştir. Elbette AK Parti pratikleri düzenli tepki yaratsa da infial düzeyinde tepki gören tasarruflar eylemlerden çok söylenmiş sözlerdi. Bu da aslında anlaşılmaz değildir. Pratikler anlık geçici eylemleri imlerken sözler temsil ve irade beyanı niteliğindedir ve gelecekteki istikamete dair endişe yaratmaktadır. Bu sebeple sözler eylem değildir ama eylemden daha da fazlasına dairdir. Dolayısıyla daha da yıkıcı ve saldırganlık işaretlemektedir. Açıktır ki tarih ve kutsallık kazanmış tarihsel imgelere dair söylemler ve tavırlar bugünden ve gündelik sorunlardan, hele sosyal medya çağındaki günlük tüketilen köpük gündemlerden daha da aşikar olduğu üzere, daha tetikleyicidir. Benzer şekilde milli bayramlar ve anmalar taşıdıkları duygusal yoğunluktan dolayı milli değerler evrenine saygı ve sadakatin gösterildiği günler olduğu gibi bunlara saygısızlık hatta umursamazlık kaygı nedenidir. Yine soyut olarak cumhuriyetin değerlerine bağlılık beklenen bir yükümlülük olduğu gibi bunun ihlali de fazlasıyla provokatif ve dolayısıyla kötü niyetli olmalıdır.
Nitekim Türkiye kamuoyunun gündemine 1991 yılında giren İkinci Cumhuriyet fikriyatı aslında kabaca tarihsiz bir yeni toplumsal sözleşme önermekteydi. Buna göre “Birinci Cumhuriyet” fazlasıyla tarih ve yerel değer yüklüydü. Buna karşı tam da Soğuk Savaş sonrası esen yeni post-ideolojik teknokrasi rüzgarlarında yeni toplumsal sözleşme evrensel değer ve ilkelerden ibaret olmalı; insanların elinden alınamaz hak ve özgürlükler esas ve tek referans kaynakları olmalıydı. Dolayısıyla Türkiye’ye özgü ve içe kapalı anlam dünyasının referans sistemleri evrensel değerler lehine toplumsal sözleşmeden çıkarılmalı, ait olduğu tarihe gönderilmeliydi. Ancak tarihi bir kenara bırakalım tavrı zaman içinde boğucu bir tarihsel tartışma girdabına çekildi. Türkiye’nin yoğun tarihsel-değer yüklü ortamında bu entelektüel ekol-kuşak Mete Tunçay’ın 1981 tarihli kitabından başlayarak cumhuriyetin otoriter mirasını gündeme taşıdıkça, bu içerik akademik boyutunun ötesinde popülerleştirici kamusal entelektüel ikinci elçilerin elinde 1990’lar boyunca bir “tarz” oldu.
Aslında tarihsel yüzleşme hevesinden murat edilen “özgürleşmeydi”. “Özgürlük” hazır bulunan bir hali imler. Özgürleşme ise Aydınlanma’dan beri baskı halinden mücadeleyle silkelenerek kurtulmayı tanımlar. Bu sebeple sosyalizm ve ilerlemeci ideolojiler için kıymetlidir. Aydınlanmacılıktan beslenen bu kuşak için de özgürleşme Kemalist ve kendi sosyalist geçmişlerinden arınmaktan geçmektedir. Tarih elbette bir günde iptal edilemeyecek şekilde Türkiye toplumuna gömülüdür. Bu “tarih” ise sadece yukarıdan devlet tarafından empoze edilen bir suni gerçeklikten ibaret değildir. Tarihsel olarak oluşmuş toplumsal ilişkiler ağı, siyasi güç odakları ve iktidar alanları bugünü de şekillendirmekte ve de bu kuşak-ekol gözünde zehirlemektedir. Bundan çıkış ise mutlak bir arınma, kopuş ve geçmişin silinmesinden geçmektedir. İkinci safha ise tarihin zehirli olduğunu ispatlamak için geçmişin günahlarıyla yüzleşme, onları açıkta ifşa etme, bir gündem olarak kamuoyu önünde tutmaktır. Böylece 1990’larda daha önce kamusal alanda duyulmayan İstiklal Mahkemeleri, Varlık Vergisi- 6-7 Eylül olayları ve diğer tek parti dönemi otoriter uygulamaları gündeme girdi. Artık tarih sadece “ulusal gururların” değil aksine “tarihsel utançların” bugün hatırlanmasıydı. Bu yeni bir durum olduğu gibi tarihin yepyeni bir kullanımına işaret ediyordu. “Tarihle yüzleşme” tarihin milli gurur ve şanlı geçmişin şuurunda milli farkındalık yaratma işlevinin tam aksi bir görevle yükleniyordu. Geçmiş tüm özgüveni, iyicil olduğu hissini ve tüm kişisel bütünlüğü sarsmalı, hatta tahrip etmeli, üzerinden geçmeliydi. Tarih bir günahlar galerisiydi. Türklük ve modern Türkiye silsileli bir zulüm üzerine kurulmuştu. Bundan arınma ve sağaltım ise özgürleştirecekti.
Bununla beraber önemli bir nokta bu sürecin Türkiye’ye özgü olmamasıdır. Aksine 1990’lar bu trendin on yılıydı. Bu yeni trendin farklı ama birbirlerini tamamlayan nedenleri vardır. Öncelikle küreselleşme ve post-ideoloji çağında ulus-devletlerin krizine denk gelir. I. Dünya Savaşı’nın ardından norm haline gelmiş ve bölünmez bir ulus ile onu temsil eden devleti arasında bir organik bağı öngören ulus-devletler artık ideolojik hegemonyalarını yitirmişlerdir. 68 sonrası kimlik siyasaları kimlikleri görünür kıldığı gibi siyasi temsillerini bir ihtiyaç haline getirmişti. Sosyalizm gibi evrensel kurtuluşu öngören ideolojiler kitleleri peşinden sürükleyecek güçlerini ve inandırıcılığını yitirmiştir. Artık ortak kurtuluşa inanılmayan bir noktada 1970’lerin Türkiye sosyalist hareketine önemli unsurlar olarak dahil olmuş Kürtler ve Aleviler kendi temsilleri yoluna 1980’lerde yönelmiş; yine Türkiye sosyalizmi içinden çıkan kadın hareketi 1980’lerle beraber kadın kimliğini sosyalizmden ayrıştırmıştı. Yeni bir demokrasi dalgası ve toplumsal hareketler devletin epistemolojik hegemonyasını olduğu gibi toplumsal homojenliği sarsıyordu.
Bu dönemde milliyetçilik de giderek birçok akademisyenin çalışmaya yöneldiği ilgi gören bir akademik sahaya dönüştü. Zira bu on yıl milliyetçiliği siyasal gündeme bir mesele olarak taşımıştı. Öncesinde modernleşmeci ekol (dozunda) milliyetçiliği modern ulus-devletin sadakat inşası için işlevsel ve lüzumlu görmekteydi. Marksist ve sosyalist perspektifler için de milliyetçilik ancak egemen iktidarların ideolojik aracından ibaretti ve kendi başına kıymet arz etmiyordu. Hatta üçüncü dünya milliyetçilikleri anti-emperyalist karakterlerinden dolayı olumlanabilmekteydi. Ancak komünist rejimlerin çöküşü sonrası boşalan iktidar sahalarında milliyetçiliklerin yükselişi ve neden olduğu çatışmalar giderek milliyetçiliğin ve inşa ettiği nefret ikliminin öncelikli bir sorunsalı haline dönüştü. Zira komünizmin çöküşünün ardından Sovyetler Birliği topraklarının yanı sıra Yugoslavya milliyetçi nefretlerinin batağında II. Dünya Savaşı sonrasında ilk kez Viyana’nın da sadece birkaç yüz kilometre güneyinde bir soykırıma tanıklık ederken Ruanda başka bir soykırımın sahnesi olmuştu. Milliyetçilik soykırımların, etnik temizliklerin, iç savaşların ve katliamların sorumlusu olarak öncelikli bir tarihsel-sosyal olgu olarak akademik ilgi gördü. Nitekim Benedict Anderson (1983), Eric Hobsbawm (1991), Ernest Gellner (1983), Anthony Smith (1986, 1991) gibi isimler milliyetçiliğe dair kurucu metin niteliği kazanacak temel kuramsal eserlerini bu zaman aralığında verdiler.
Milliyetçilik ve ulus-devlet eleştirileri kaçınılmaz olarak tarihe yönelik (akademik ve popüler entelektüel düzeylerde) yeni bir eleştirel tavrı da getirdi. Zira “milli tarihler” milliyetçiliklerin ve milliyetçilik raison d’etat’sı üzerine kurulmuş ulus-devletlerin en temel meşrulaştırıcı dayanağıydı. O halde tarihle yüzleşmek milli hakikat rejimlerinin çökertilmesini ve dolayısıyla özgürleşmeyi sağlayacak bir ihtiyaçtı. Yani tarih nasıl ulus-devletlerin kuruluş sürecinde otoriter rejimlerin tesisinde önemli bir rol oynamıştı; şimdi de ulus-devletlerin merkeziyetçiliklerinin aşındığı, çoğulculaşma ve demokratikleşme çağında bu yönde pozitif bir rol oynayacaktı. Milletler ve devletler belli inşa edilmiş tarihsel kurgulara dayandığından bu kurguların yıkımı (deconstruction) ve tabuların deşilmesi özgürleştirici olacaktı. Bu deşme sürecinde de hafıza çalışmaları tarihe antropolojik bir bakış getiren yeni bir saha oldu.
İşte “tarihle yüzleşme” esasen bu angajmanlara hitap ediyordu ve (sosyalizmden mesafelenmiş) kuşak-entellektüellerince bu motivasyonlarla bayraklaştırıldı. Tarih güncelin ve siyasal ajandaların emrindeydi; dün olduğu gibi. Ancak iddia en başta farklıydı. “Tarihle yüzleşme” aslında tarihi yüklerinden arındırarak güncelin gündeminden çıkarmayı öngörüyordu. Tarih yüksüzleşecek ve referans noktası olmaktan çıkacaktı. Ancak tarihe yüklenmiş kutsallık ve kurulmuş duygusal bağlar bu çabayı naif kıldı. Tam aksine tarihi arındırma iddiası, tam da ideolojik fay hatlarında gezindiğinden, tarihe boğuldu ve tarih oburluğunu getirdi.
Tarihsel hafıza bugün için önemli midir? Sosyal bilimciler için komplike cevap vermek varlık sebepleri olduğundan biz de buna net bir cevap vermekten (evet?/hayır?) kaçınıyoruz. Zaten sosyal bilimcinin işi normatif ve değer yargısı bildiren cevaplar vermek değil fenomenleri olgu olarak açıklamaktır. Neden tarihsel hafıza ve giderek onun kurguları ilgi görmekte, siyasal safları sıkılaştırmakta ve gergin gündemler yaratmaktadır? Bir taraftan bu absürttür. Siyaset bugüne ve bugünün sorunlarına cevap üretme amacındadır. Dünün ise bugünle bir ilgisi yoktur. Öte yandan biliyoruz ki; siyaset tüm icraatçı söylemlere rağmen somut sorunlara somut çözüm önerilerinin yarıştığı bir saha değil insanların kendilerini temsil edecekleri siyasal iradeleri destekledikleri bir mecradır. Kimlikler ise cemaat-dışının işaretlenmesiyle ve kurucu efsanelerle teşkil edilmektedir. Türklük, Kürtlük, Alevilik, eşcinsellik, Nurculuk, Fenerbahçelilik gibi. Bu süreçte ise ayrıştırıcı hafızalar elzemdir. Milliyetçilikler tarihsel görkemle kurulmuşlardı. Bugün ise kimlikler tarihsel mağduriyetlerle ve dışlanmışlık iddialarıyla kurulmaktadır. Bu sebeple mağduriyet yeni bir kimlik-kurucu nitelik olarak ortaya çıktı. Oysa ki 19. yüzyılda bu ancak zafiyet anlamına gelirdi. Elbette Polonya, İtalya gibi boyunduruk altındaki milletler için bu durumları bir haklılık iddiasıydı ancak milli uyanış safhasında bu boyunduruklukları geride bırakılacak bir süreçti. Milliyetçilikler başı dik olmalıdır. Bugünse mağduriyet yepyeni bir tarihsel ve kurucu hafıza biçimidir.
Bu bağlamda belli tarihsel olaylar, süreçler ve kişiliklere dair alınan tavırlar siyasi görüşlere ve ideolojilerine dair temel göstergeler haline geldi. Elbette samimi tarihsel tecessüs değil ideolojik hatlar için makbul tarihsel hakikat rejimlerinin uyumlu kılınması, bu kılıfların tarihe geçirilmesi söz konusudur. Yani bir bakımdan içinden çıkılamayan ve anlamsız görülen boğucu tarih tartışmaları aslında paravandır. Tarih savaşları vekalet savaşlarıdır. Tarihsel tartışmayı ortadan kaldırsak da bu hesaplaşmalar kendi zeminlerini başka şekillerde bulacaktır zira taraflar farklı ve çatışan toplum, birey, vatandaş ve doğa tasavvurlarına sahiptiler ve tarih bu tasavvurlarının olumlanmasına yönelik bir zeminden ibarettir.
Bu bakımlardan tarihsel tartışmayı boş ve bugünden tamamen kopuk, zemin kaydırıcı görmek bu tartışmaların dayandığı gerçek ve köklü itkileri inkar etmek, görmezden gelmek demektir. Zaten tarihin bir “hassas mevzu” olmaktan çıkmasının gerek-şartı bugünün sağlıklı ve demokratik inşasından geçmektedir. Bugün de Türkiye’de herkes kendi iradesinin temsilini aramaktadır. Zaten Türkiye’de yüz yıldır meşruiyetler ve sadakatler tarihsel referanslar üzerinden kurulduğundan bunun aksinin gerçekleşmesi de kendiliğinden olacak değildir. Ve elbette otoriter mirası besleyen tabuların yıkımı sağlıklı milli bünye için elzemdir. Öte yandan belli tarihsel-yapısal süreçlerin dalgasından yükselen bu yönelim de kendi dinamiklerini üretmektedir. Bu tartışmaların orijinal saikleriyle ilgisi silikleşmiş şekilde kitsche/slogana dönüşmesi başka bir gerçekliktir ve bir amaca hitap değil aksine amaçsızlığa hizmet eder hale gelmiştir. Yani nasıl pekala toplumsal temsilleri karşılayan ve güçlerini buradan devşiren siyasi partiler ve onlarda mevzilenmiş odaklar bu organik toplumsal dayanaklar üzerinden kendi kişiselleşmiş çıkarlarını gütmektedir; burada da entelektüeller ve bileşenleri kendi kişisel ajandalarını bu zemin üzerinde manipüle etmektedir. Bunda ise kamusal tartışmaların dönüşen zemininin etkisi vardır. Bu seri-yazı bu noktadan devam edecektir.
Fotorğraf: Joanna Kosinska