
The I-Land
2013 yılıydı hiç unutmam. O sıralar çok fazla seçeneğimiz yok. Tivibu çok yaygın değil, Digiturk futbolsever azınlığın evlerinde veya kahvelerde hayatını sürdürüyor. Televizyonlarda birbirinin karbon kopyası uzun, anlamsız ve sıkıcı yerli diziler… Torrent de uygun alt yazıyı bulamamak ve virüsler yüzünden riskli bir opsiyondu. İzlemek için bir şeyler arıyorduysan mecbur dizi izleme sitelerine yolun düşüyordu… Dizimag ve türevleri (devlet üzerlerine çullanmadan önce) altın çağını yaşıyordu o yıllarda. İzleyici için de kesinlikle kolay değildi aslında. Onlarca reklam ve pop-up ve trojan ile mücadele edip alt tarafı evinde çay-kahvesini içerken 2-3 saat bir şeyler izlemek istiyorlardı. O kadar karanlık yıllardı ki hala haftada bir o dönemin meşhur pop-up reklamlarından riotzone isimli mobil bir oyunun “zalim bir diktatör halkına kan ağlatıyor” repliği (durduk yere, öylesine, herhangi bir neden olmaksızın, ehm…) sık sık düşer aklıma. Game of Thrones’un heyecanını kaybetmediği, House, Lost, Prison Break, Breaking Bad, The Walking Dead vb. büyük ve sansasyonel dizilerin, en azından bizim bildiğimiz kadarıyla, Türkiye’de aynı zamanlı bir şekilde gösterime girmediği yıllardı.
Tüm bunları uzun uzun anlatmamın sebebi şu: 2013 yılında online streaming çoğunlukla korsan mecrasıydı ve izleyiciler bilgisayar, internet güvenliği ve seyir zevkinin baltalanması gibi onlarca şeyle boğuşmak zorundaydı. O yıl içerisinde sürekli baktığım online dizi sitelerinden birisinin giriş sayfasında Kevin Spacey’i gördüm. House of Cards dizisi online ortamlara yeni düşmüştü. O sıralar henüz hakkındaki taciz skandalları patlamamış olan Spacey tek başına merak uyandıran bir şeydi benim için. Oscar’lı bir oyuncuyu bir dizide izleme fırsatım olduğunu pek hatırlamıyordum o güne dek. İzlediğim kadarıyla gayet başarılı ve heyecanlı bir diziydi. Sonradan keşfettiğim üzere aslen bir İngiliz dizisinin yeniden çevrimi olsa da oyuncuları, atmosferi ve kurgusu ile beni sarmıştı. Netflix’in adını duymamıştım bile. Sonuçta önemli olan diziydi değil mi? Nasılsa Amerika’da bir televizyon kanalında yayınlanıp online pirating yöntemleri ile ülkemize dek yolunu bulabilmişti. Platform o kadar önemli değildi yani…
6 sene önce ne kadar vizyonsuz ve dünyadan bihaber olduğumu yukarıdaki satırlardan anlamışsınızdır. Sözün özü, aslında daha öncesinde online streaming hizmetlerine başlasa da, Netflix ilk olarak House of Cards ile hayatlarımıza girdi. Sonra MCU rüzgarını dolaylı yoldan arkasına aldı, eski dizi ve filmleri tekrar ekrana taşıdı, filmler çekmeye başladı (ki o alanda çok başarılı olduğunu söyleyemem. Sadece Oscar kazanan Roma filminin dağıtım haklarını almış olması bir kenara) kendi platformu için çektiği filmler çoğunlukla başarısız, baştan savma olsa da dizi alanında sürekli yükselen bir grafik çiziyordu.
Yani arada sıkıcı veya ilgimi çekmeyen diziler elbette görüyordum ama genelde belli bir kaliteyi tutturabiliyorlardı. Artık dünyanın en çok ziyaret edilen, kullanımı kolay, tavsiyeleri isabetli ve sürekli ürün gamı büyüyen yeni çağın izleme platformuydu Netflix. Sık sık “acaba online streaming sinemayı öldürecek mi?” sorusunun adresiydi. O kadar başarılıydı ki dünyanın her yerinde ilgi gördü hemen arkasından yerini almak isteyen Disney, Amazon, Apple gibi devlerin iştahını kabarttı… Tüm bunlar olurken Netflix’in bu gelişmeler karşısındaki tavrı merak ediliyordu. İşin garibi bir süredir izlemediğim dizilerin kötü kritiklerini görüyordum ama The I- Land izleyince anladım ki rezalet diziler de çekmeye başlamışlar. Gerçekten şu piyasa koşullarında yapılmaması gereken 10 kusurlu hareketten biri anlamsız dizilerle ürün gamını genişletmeye çalışmak olabilirdi ama Netflix bunu yaptı.
Dizi açılışı itibariyle Lost izlenimi vermeye çalışıyor. Kumsalda uyanan bir avuç yabancı. Bir de üstelik hepsi hafızasını kaybetmiş. Tamam çok orijinal değil ama biraz düzgün işlenirse kendini izlettirebilir. Tabi bu kafası karışık ve kim olduklarını, nerede olduklarını bilmeyen kazazedelerimiz yaklaşık 10 dakika sonrasında birazdan sevişeceklermişçesine flört etmeye başladıklarında dağılıyor. Daha herhangi bir şekilde seyirciler olaya dahil olamamışken, yani karakterleri tanıyıp oluşabilecek yol ayrımlarında taraf tutabilecek kadar aşina olmamışken, sizi belli bir yöne doğru itmeye başlıyor.
Yukarıda sanki bazı kötü tarafları var da arada iyi yanları varmış gibi görünebilir ama sakın yanlış anlamayın. Bu dizinin herhangi bir iyi tarafı yok. Kurgular zayıf, Lost’a öykündükleri çok belli olan flashback sahneleri saçma, olay örgüsü sığ. Neden zahmet edip bu saçmalığa onca kaynak ve insan ayırmışlar izlerken çok merak ettim. Sonuna dek izlerken tek düşündüğüm “bu kadar rezalet olamaz, bir noktadan sonra illa düzeliyordur” idi ama oyuncular, yönetmen, teknik ekip kesinlikle zahmet etmemişler. Bu yazıyı bir kamu spotu olarak sizlere yazıyorum. O mail size de gelecek. Merak edeceksiniz. Umarım bu yazı o mailden önce size ulaşır da bu görsel işkenceye maruz kalmazsınız.
Netflix özelinde bir çift kelam etmem gerekirse ağır abilerin ringe girmeye başladığı günlerde bu seviyede sönük ve saçma şeyler çekmeye devam ederlerse çok kalıcı olabileceklerini sanmıyorum açıkçası. Çünkü ağır abiler çok sert bir şekilde geliyorlar ve gerekirse Netflix’i tarihin tozlu sayfalarına rahatlıkla gömebilirler.
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Bir Başkadır
“Türk televizyonu izlemiyorum ya. Ben hep yabancı yapım…”. Bu cümleyi ömrü boyunca bir kere kuranlar elini kaldırsın. Evet sizleri sağ tarafa alalım. Kalan okuyucular. Siz de bu kalıbı hiç kullanmamış olsanız da kesin bunu sarf eden birisini tanıyorsunuzdur. Heh. Sizi de alalım öyle. Kalanlar… Birilerinin kalmasını beklemiyordum açıkçası. Ama neyse

PRIME’da Ne İzlesek?
Ucuzluk+ Bol Çeşit Gel Vatandaaş geel Aslında kendisine bir süredir erişimimiz vardı (misal ben Eylül 2019’dan beri kullanıyormuşum) ama Netflix’in yakın zamana dek domine ettiği pazarda Prime’ın çok esamesi okunmuyordu şimdiye kadar (buraya not eklemeden de geçemeyeceğim. Netflix o kadar umutsuz ki, Yılmaz Erdoğan’ın son filmine bel bağladılar izleyici çekmek

Tenet
Tekrar merhaba sayın okurlar. Daktilo1984’te son yazımın üzerinden üç ay geçmiş. Enes’ten duyduğum kadarıyla sitenin kapısını yumruklayıp duruyormuşsunuz, kendimi daha fazla özletmek istemedim bu yüzden. O kadar çok şey izleyemedim ki bu sürede. Aslında eski filmlere sardım biraz, malumunuz sinema salonları kapalıydı. Bazı Netflix ve Prime dizilerine başlamayı denedim ama

After Life (2. Sezon) ve Upload
Online streaming piyasası hareketli bu sıralar. Amazon Prime Türkiye piyasasında çok aktif bir oyuncu değil henüz ama birbiri ardına yeni içerikleri gösterime sokuyor, takvime de yenilerini ekliyor. Netflix biraz daha kalabalık haftada birden fazla yeni içerikleri var orası kesin. Sonuçta herkes evdeyken insanların ilgisini canlı tutup müşterileri kaybetmemek en önemli.

Tiger King | The Unorthodox | Tales From The Loop
Self karantina günleri nasıl geçiyor? Online kurslar, evde spor, sevdiklerinizle daha fazla zaman geçirmek imkânı… Kesin hepiniz bu olayları hasretle bekliyorsunuzdur ve oluşan fırsatı iyi değerlendirmişsinizdir. Ben mi? 5 sene önce yayınlanmış bir youtube videosunu 38. defa izlemekle meşgulüm. “Bir şeyler izlesem de hızlıca yazıp kafamdakileri yazıya dökebilsem” dediğim dönemler

The Platform & Blow the Man Down
Ne kadar garip zamanlardan geçiyoruz değil mi? İmkanları elverenler evlere kapandı işlerini oradan halledip yaşamaya çalışıyorlar ama her şey yolunda gitmiyor haksız mıyım? Hepimizin “zaman bulursak yaparız” dediğimiz şeyler için şartlar müsait ama sürekli dört duvar arasında tıkılı yaşamaktan bunları yapacak heves bulamıyoruz. Kendi adıma konuşayım, aylardan beri kafamda dönen

Seberg
Jean Seberg (kendisi Amerikalı olmasına rağmen) Fransız yeni dalgası ile bütünleşmiş bir isimdir. Benim gibi bu akıma yabancı (ve hatta yabancı kalmakta ısrarcı) bir ismin bile kendisini bildiği döneminin en ikonik, en başarılı aktrislerinden birisidir. Şiirsel güzelliği, o dönem için farklı moda tercihleri ve oynadığı filmler ve elbette politik kimliği…

The Invisible Man
Blumhouse yine yaptı. Düşük bir bütçe ile çektiği bir korku/gerilim filminden, filmin çekimi ve pazarlanmasına ayırdığı bütçenin kat kat fazla gelir elde ettiği bir filmle daha vizyonu sallıyor şu an. 49 milyon dolar gibi (özellikle parayı hamutuyla kaldıran Disney filmlerini düşününce) alçakgönüllü bir gişe geliri elde etmiş bir filmin, toplamda

Judy
Sinema izleyicilerinin, yazarlarının çoğunlukla “Golden Age” diye tanımladığı (1910’lardaki sessiz sinema patlamasından 1950’lerin sonuna kadar olan dönem) zaman aralığı bugün bile tekrar tekrar izlenebilen, zamana karşı iyi dayanabilen filmlerin çıkartıldığı, orijinal fikirlerin henüz klişeleşip inandırıcılığını kaybetmediği bir dönemi anlatır. Teknik imkanların henüz zayıf olduğu, oyunculuğun (en azından sinema için) bir

Uncut Gems
Başarı için neleri göze alabiliriz? Etrafımızdaki insanların bizim hüsranlarımıza ve başarı vaatlerimize ne derece kanmasını bekleyebiliriz? Uncut Gems her düşüşte yere kalkmaya çalışan insanların ve onlara tahammülün bir hikayesi. Bir nebze de old school capitalism anlatısı aslında. Zenginliğe ve başarıya giden yolda mubah davranışların özet olarak sunumu ve bazen ne