Osmanlı’nın son iki asrına damgasını vuran reform ve modernleşme hareketi Türk tarihinin kuşkusuz en önemli dönemlerinden biridir. Akla gelebilecek hemen her alanda büyük bir dönüşümün yaşandığı bu dönem, günümüz siyasetinin şekillenmesinde de büyük rol oynadığından tarihçiler, siyasetçiler ve halk nezdindeki ilgi çekiciliğini korumaktadır. Her ne kadar akademik dünyada gittikçe geçerliliğini yitirse de Osmanlı modernleşmesi hakkındaki genel yargılardan biri bunun dar bir elit tarafından halka dayatılan bir projeler topluluğu olduğudur. Bu fikre göre Osmanlı modernleşmesi Batılı eğitim almış, halktan kopuk bir elitin Batı karşısındaki gerilemeyi durdurmanın tek yolunun Batı’yı taklit olduğunu düşünmelerinden doğan, halkın pasif bir alıcı olduğu bir süreçtir. Devleti ve devleti yöneten elitleri tarihin tek aktörü olarak gören problemli bir tarih anlayışının sonucu olan bu fikir insan faktörünü göz ardı ediyor. Son yıllarda yapılan çalışmaların da gösterdiği gibi Osmanlı modernleşmesi dar bir elitin dayattığı tepeden inmeci bir süreç olmaktan çok sıradan insanların, köylülerin, tüccarların, aşiretlerin, kadınların ve daha birçok kesimin aktif bir şekilde katıldığı bir süreçtir. Elbette devlet ile halkın çatıştığı durumlar olmuştur, ancak Osmanlı modernleşmesi büyük oranda bir tarafın dayatması ile değil, taraflar arasındaki müzakereler ile yürümüştür.
Cuma hutbelerinin dilinin Arapçadan Türkçeye dönüşünün incelenmesi Osmanlı modernleşmesindeki insan faktörünü ve devlet-dışı aktörlerin bu süreç üzerindeki etkisini anlamak için iyi bir fırsat sunacaktır. Cuma namazlarında okunan hutbe İslam’ın farzlarından biridir ve İslamiyet’in ilk yıllarından 19. yüzyılın sonlarına kadar Arapça okunmuştur. Her ne kadar hutbenin Arapça okunmasına dair kesin bir hüküm yoksa da İslam dünyası yüzlerce yıl hutbenin Arapça okunması konusunda ittifak etmiştir. Ancak 1890’lara gelindiğinde İşkodra’da yaşayan Hasan Efendi adında bir imam Arapça verdiği hutbenin ardından Arnavutça tercümesini vererek büyük bir tartışmaya yol açar. Tartışma o kadar büyür ki İşkodra’da Arnavutça hutbeyi destekleyenler ile karşı çıkanlar arasında silahlı çatışma ihtimali belirir ve Osmanlı hükümeti Tiran’daki iki taburdan birini düzeni sağlamak üzere İşkodra’ya yollar.
Arnavut kaynaklarında Hasan Alia veya Sheh Shamia olarak da geçen Hasan Efendi’nin tarihe geçen ilk eylemi hutbede Arapça dışında bir dil kullanması değildi. 1854’te İşkodra’da çıkan bir isyanın da lideriydi. Açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalan halk Hasan Efendi önderliğinde ayaklanmış, Hasan Efendi’nin babasına ait olan da dahil olmak üzere tahıl ambarlarını yağmalamıştı. Bu olaydan sonra Vali Osman Mazhar Paşa görevinden alınmış, yerine atanan vali ise Hasan Efendi’yi sürgüne yollamıştı. 10 yıl Mısır’ın İskenderiye şehrinde kalan Hasan Efendi tekrar İşkodra’ya döndü. Hasan Efendi’nin hutbenin Arnavutça tercümesini vermesinden sonra yaklaşık on imam da aynı şeyi yapmaya başladı. İşkodra Vilayet Salnamesi’ne göre şehirde 26 camii olduğu göz önüne alınırsa bu sayı oldukça ciddiydi. Tam bu noktada Meşihat devreye girdi ve Arnavutça hutbenin dine aykırı olduğunu ilan etti. Ulemadan 58 kişi padişaha yazdıkları dilekçede bu uygulamanın mekruh olduğunu, tamamen yasaklanması gerektiğini söyleyip Arnavutça hutbenin verilmesine göz yuman İşkodra valisi Bahri Paşa’nın görevden alınmasını talep etti. Osmanlı hükümeti önceleri Arapça hutbeden sonra Arnavutça tercümenin verilmesine izin verdiyse de daha sonra bu uygulamayı yasakladığını duyurdu.
Hutbelerde Arnavutçanın kullanılması sadece Müslüman Arnavutların sorunu değildi. Ortodoks Arnavutlar da vaazlarda Arnavutçayı kullanmak istiyordu. Ancak burada aşmaları gereken engel Osmanlı Devleti değil Fener Rum Kilisesi’ydi. Dini ritüellerde Arnavutçanın kullanılmasını kültürel üstünlüğüne ve dini alandaki hegemonyasına bir tehdit olarak gören Kilise, Arnavutça eğitim veren okulların açılmasına, ibadetlerde Arnavutçanın kullanılmasına, hepsinden önemlisi ayrı bir Arnavut Ortodoks kilisesinin kurulmasına engel oluyordu. Katolik Arnavutların ise böyle bir sorunu yoktu. Rahiplerinin büyük kısmı İtalyan ve Avusturyalıydı ve bu rahipler ironik bir şekilde vaazlarında Arnavutçayı kullanıyordu.
Müslüman Arnavutların Arnavutça hutbe girişimi Meşihat, Ortodokslarınki ise Rum Kilisesi tarafından engellendi ama bu mesele burada kapanmak şöyle dursun daha şiddetli bir şekilde, üstelik bu sefer başkentte tekrar gündeme geldi. II. Meşrutiyet’in ilanı ile doğan yeni siyasi ortam ve sansürün kalkması ile gelen basın özgürlüğü hutbenin dili ve kapsamı konusunu yeniden gündeme getirdi. Cuma hutbelerinin ciddi bir reforma tabi tutulmasını savunanlar hutbenin asıl amacının halka nasihat etmek olduğunu, ancak hutbelerin Arapça okunması nedeniyle Arapça bilmeyen halkın hiçbir şey anlamadığından bahisle bunun kabul edilemez olduğunu savundu. Hutbenin asıl amacının Müslümanları irşat etmek, doğruya yöneltmek olduğunu söyleyen bu kişiler sadece hutbenin Türkçe verilmesini savunmadılar, aynı zamanda hutbenin içeriğinin değişmesi gerektiğini, siyasi ve güncel konuların hutbelerde işlenmesi gerektiğini de savundular. Üstelik tek sorun cemaatin Arapça bilmemesi değildi; imamlar da Arapça bilmiyordu ve bu durum kimi zaman komik durumlara sebep oluyordu. Söyledikleri sözler kafiyeli olsun, melodik bir tınısı olsun diye imamlar Arapça kelimeleri tahrif ediyor, ortaya hiçbir anlamı olmayan sözler çıkıyordu. Yani toplumu irşat etmesi gereken hutbe, anlamsız kelimelerden oluşan bir tekerlemeye dönmüş, Alimcan el-İdrisi’nin ifadesiyle “garabethane-i elfaz” olmuştu. Oysa 19. yüzyıl modernistleri için bir ibadetin anlamı şeklinden daha önemliydi.
Türkçe hutbeye karşı çıkanlar ise hutbenin iki rekatlık namaza denk geldiğini, namazla aynı kıymette olduğunu ve bu sebeple Peygamber’in icra ettiği şekliyle yerine getirilmesi gerektiğini söylüyordu. Ayrıca bunun bidat-ı seyyie ya da tahrimen mekruh olduğu Meşihat tarafından ilan edilmişti. Bunlara ek olarak Türkçe hutbenin siyasi sorunlar doğuracağını söyleyenler de vardı. Örneğin Mustafa Sabri Türkçe hutbenin Çerkez, Laz, Arnavut ve Kürtlere örnek olacağını ve Müslümanların ayrı camilere bölüneceğini söylemişti. Ancak bu fikirler hutbelerin mahalli dillerde verilmesi fikri karşısında sönük kaldı. Rusya Müslümanları Osmanlı’dan önce Tatarca hutbe meselesini tartışmaya başlamıştı ve Orenburg, Omsk ve Ufa gibi şehirlerde Tatarca hutbe hakim hale gelmişti. Hindistan’ın İngiliz hakimiyetine girmesi sebebiyle ulema devlet desteğinden mahrum kalmıştı. Yani medreselerini ve camilerini fonlayacak, kendilerine meşruiyet sağlayacak bir devlet kalmayınca onlar da halka yöneldiler. Halkın desteğini kazanabilmeleri için onları ikna etmeleri gerekiyordu ve elbette bunu halkın anladığı bir dille yapabilirlerdi. Bu sebeple Hindistan Müslümanlarının edebi dili olan ve sadece eğitimli sınıfın bildiği Farsçayı terk edip Urduca eserler vermeye başladılar ve Urducanın gelişmesinde büyük rol oynadılar. Kısacası İslam dünyasında mahalli dillerin hakimiyeti başlamıştı.
Her ne kadar devlet ve Meşihat Türkçe hutbeye izin vermese de bazı imamlar inisiyatif alıp camilerinde Türkçe hutbeler vermeye başladı ve bunlar gazete ve dergilerde haber konusu oldu. Bazı imamların bireysel olarak başlattığı bu hareket zaman içinde yayıldı ve özellikle Cumhuriyet’in ilanından sonra daha da yaygınlaştı. Günümüzde İslam dünyasının her yerinde hutbeler mahalli dilde okunmaktadır. 1890’da İşkodralı Hasan Efendi’nin büyük bir kargaşaya sebep olan hareketi 30-40 yıl içinde normal bir durum haline geldi.
Şimdi, bu hikâye bize Osmanlı modernleşmesi hakkında ne anlatıyor? Türkçe hutbe halkın eğitilmesi, bilinçlendirilmesi ve belli amaçlar doğrultusunda mobilize edilmesi ihtiyacının ve Osmanlı modernleşmesinin bir sonucuydu. Burada dikkat çeken noktalar şunlardır:
- Arapça dışında mahalli bir dilde okunan ilk hutbe İşkodra’da Arnavut bir imam tarafından okundu. Yani başkent, büyük metropoller, ya da kozmopolit ticaret şehirleri değil; periferide yer alan orta önemdeki bir şehir bu olaya tanıklık etti. Yani Osmanlı modernleşmesi her zaman ve durumda merkezden başlayan ve çevreye sirayet eden bir süreç değildir. Kimi zamanlar çevre ve taşra merkezi etkilemiş, hatta öncülük etmiştir.
- Osmanlı Devleti Arnavutça hutbe karşısında ilk aşamada ne yapacağını bilememiştir. Devlet bu girişimden rahatsız olmuş, Arnavutça hutbe taraftarlarının siyasi emelleri olduğunu ve hatta Arnavutçayı Latin alfabesine geçirmeyi amaçladıklarını düşünmüş ancak hemen yasaklamamıştır. Devletin politikası “Aman tadımız kaçmasın” şeklindedir. Halk desteğinden çekinilerek önceleri Arapça hutbenin ardından Arnavutça tercümesinin verilmesine izin verilmiş, daha sonra Meşihat’ın baskısı ve kargaşanın artması üzerine Arnavutça hutbe yasaklanmıştır. Yani devlet kerameti kendinden menkul, mutlak güç sahibi, monolitik bir yapı değildir. Aldığı kararı uzun müzakereler ve farklı gruplar arasındaki mücadeleler sonucunda almıştır. Aynı şekilde Meşihat’ın yasağına rağmen İstanbul’daki bazı imamlar devletin başkentinde bağlı oldukları kuruma karşı Türkçe hutbe okudu. Bu durumda insan faktörünü ve bireysel iradeyi tarihi analizin merkezine almak zorundayız.
- Devlet ve elitler genellikle modernleşmenin itici gücü olarak kabul edilip sıradan insanlar bunun önündeki engel olarak görülse de hutbenin Türkçeleştirilmesi ile sonuçlanan süreçte “gerici” olan devlettir. Devlet mahalli dilde hutbeyi onaylamamış, yazarlar, alimler ve halkın baskısıyla bu mesele hallolmuştur. Yani devlete rağmen “modernleşilmiştir”.
- Türkçe hutbe sıradan bir olay değildir. Hutbe dinin farzlarından biridir ve asırlarca Arapça okunmuştur. Bir grup imam, yazar ve düşünür tarafından başlatılan ve halk desteği ile büyüyen bu hareketin sonucunda dinin farzlarından birinin formu ve içeriği değişmiştir. Çünkü İslam dünyasında hutbenin mahalli dillerde okunmasını gerektirecek tarihi şartlar ve uzlaşı oluşmuştur. Böylesine büyük bir uzlaşıyı bir grup elitin veya azınlığın oluşturamayacağı aşikardır. Bu sebeple Osmanlı modernleşmesi incelenirken farklı aktörler dikkate alınmalıdır.