
Rant, İhale, Bağış: Dünyada ve Türkiye’de “Yandaş Kapitalizmi”
Sovyetler Birliği’nin 1991’deki çözülüşünden sonra, kapitalizm dünyada tek geçerli sosyo-ekonomik sistem haline geldi. Çin, Vietnam, Laos gibi ülkeler sembolik olarak “komünist” niteliklerini korusalar da fiilî olarak kapitalist ekonomiye geçtiler. Günümüzde sadece Küba, bir noktaya kadar, komünist sisteme sahip bir ülke olarak varlığını sürdürmekte.
Genel özellikleriyle, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve ekonomik aktörlerin kâr etme amacı tüm kapitalist sistemlerde ortak olsa da, dünyada tek bir çeşit kapitalist sistemin var olduğunu iddia etmek güç. Daha çok, ülkelerin kendi tarihsel, kurumsal ve kültürel yapılarına uygun olarak farklı “kapitalizm türleri”nden bahsedebiliriz. Bu bağlamda, çok farklı kapitalizm kategorizasyonları yapmak mümkün olsa da, bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu açıklamak açısından en önemli ikisi “yandaş kapitalizmi” ve “serbest piyasa kapitalizmi” olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yandaş Kapitalizmi ve Serbest Piyasa Kapitalizmi
Kapitalizm 16. yüzyılda Avrupa’da ilk ortaya çıktığında zaten bugünkü anlamıyla bir tür “yandaş kapitalizmi” idi. Devletler, küresel düzeyde belirli bölgelerde ticaret yapma hakkını sadece belirli şirketlere veriyor, ticaret tekelini elinde bulunduran şirket de, yapay, yani devletin zor gücü kullanılarak, sağlanan ekonomik imtiyazlar üzerinden elde edilen yüksek karların bir kısmını devlete vergi olarak ödüyordu. Böylece hem şirket hem de devlet kazanıyordu.
18. yüzyıl sonunda bu sistemin ekonomik kaynakların adil dağılımını sağlamada ve toplumsal refah üretimini maksimize etmede etkin bir yol olmadığı anlaşılmaya başlandı. Özellikle Adam Smith’in 1776 tarihli “Ulusların Zenginliği” kitabı, merkantilist ekonomik doktrinde ifadesini bulan anlayışı açıkça eleştirdi ve tekelciliğe değil ekonomik aktörlerin birbirleriyle serbest rekabetine dayanan bir sistemin çok daha fazla ekonomik refah üretme potansiyeline sahip olduğunu ortaya koydu. Adam Smith’in görüşleri, Endüstri Devrimi’yle beraber özellikle Britanya ve Batı dünyasında işlerlik kazanmaya başladı. Dolayısıyla ortaya bir de “rekabetçi serbest piyasa kapitalizmi” ortaya çıktı.
19. ve 20. yüzyıllarda, ileri kapitalist Batı Avrupa ve Kuzey Avrupa ülkelerinde rekabetçi kapitalizm temel norm haline gelmeye başlasa da, iktisaden geri kalmış ülkeler, ileri ülkeleri yakalayabilmek için kalkınmacı bir perspektiften zaman zaman yandaş kapitalizmini farklı biçimlerde uygulamaktan geri kalmadılar. Bu ülkeler, kendi ulusal şirketlerini uluslararası rekabetten korudular ve ancak kendi şirketlerinin rekabet gücü belirli bir seviyeye ulaştıktan sonra uluslararası rekabete müsaade ettiler. Bu yönüyle yandaş kapitalizmi, geri kalmış ülkelerin ileri kapitalist ülkeleri yakalayabilmesi için bir kaldıraç işlevi gördü ve bu şekilde Almanya, Japonya, Güney Kore gibi ülkeler farklı dönemlerde gelişmiş ülkeleri yakalamayı başardı.
Ülkeler için yandaş kapitalizmine kalkınmış ülkeleri yakalamak amacıyla başvurmak bir noktaya kadar meşru görülebilir. Çünkü bir “ortak dünya piyasası” olmadığına ve küresel ekonomik sistem ulus-devletlere bölünmüş şekilde işlediğine göre, geri kalmış ulusların, topluma şu anda maksimum refahı sağlamasa bile elde edilecek kalkınma ile ileride daha fazla refah sağlayacağı umuduyla kendi ülkesinin şirketlerini bir noktaya kadar kayırması yanlış bir seçenek gibi durmamaktadır. Ne var ki yandaş kapitalizmi, eğer kalkınmış ülkeleri iktisaden yakalamaya yönelik olarak kontrollü bir şekilde uygulanmazsa, süreç toplumun ekonomik kaynaklarının büyük oranda çarçur edilmesi ve kaynakların güçlü siyasal bağlantıları olan azınlık bir grubun elinde haksız yere toplanmasıyla sonuçlanmaktadır.
Toplumsal servet ve gelir eşitsizliği, her türden kapitalist sistemin bir özelliğidir. Ancak rekabetçi serbest piyasa kapitalizminde servet birikimi bunun “hak edildiği” argümanı üzerinden meşrulaştırılır. Buna göre, ekonomik aktörler, piyasa ilişkileri içerisinde inovasyon/yenilik yaparak, rekabet ederek ve risk alarak servet edinmişlerse, son tahlilde topluma gerçekten bir fayda sağladıkları için, bu servet ne kadar fahiş olursa olsun meşrudur. Örneğin Bill Gates aşırı zengin bir insan olabilir ancak serveti, insan hayatına ciddi anlamda kolaylık getiren çok temel bir inovasyona, Windows işletim sistemine dayanmaktadır ve bu inovasyonun piyasaya sürülmesinde Gates risk alarak yatırım yapmış ve diğer piyasa aktörleriyle rekabet etmiştir. Dolayısıyla, rekabetçi kapitalizmin mantığı içerisinden, edindiği servet hak edilmiştir ve ahlaki yönden meşrudur.
Serbest piyasa kapitalizminin bu saydığımız özellikleri yandaş kapitalizminde yoktur. Yandaş kapitalizminde servet birikimi, ekonomik aktörlerin daha inovatif ya da rekabetçi olmalarından değil, siyasal iktidarla daha yakın ilişkiler kurmuş olmalarından gelir. Bu sistem, kapitalizmin ilk ortaya çıkışında olduğu gibi, devleti yöneten siyasal elit ile o elite yakın bir iş insanları grubunun çıkar birlikteliğine dayanır. Devleti yöneten siyasal elit, kanun gücünü kullanarak, belirli şirketlere ekonomik imtiyazlar tanır, tekel hakları verir, vergi imtiyazları sağlar, ihaleler kazandırır. Karşılığında da, duruma göre, vergi, bağış ve hatta belki rüşvet alır.
Yandaş kapitalizmindeki servet birikiminin, rekabete ve risk almaya dayalı olmadığı için, ahlaken meşrulaştırılması serbest piyasa kapitalizmine göre çok daha zordur. Servetin azınlık bir kesimin elinde birikmesinin tek sebebi, o kesimin siyasal iktidarla kurduğu yakın bağlantılardır. Ayrıca hak edilmemiş kazanç yaratmasına ek olarak yandaş kapitalizminde toplumda üretilen toplam ekonomik refah da ister istemez düşer, çünkü sistem kaynakların verimsiz kullanımını beraberinde getirir. Bu tür bir sistemde siyasal iktidar ve kayırılan şirketler kazanıken, aslında toplumun geri kalanı iktisaden kaybeder, yani fakirleşir.
Türkiye’de Yandaş Kapitalizmi
Yandaş kapitalizmi bugün daha çok Rusya, Malezya, Meksika, Endonezya, Türkiye gibi ülkelerde yaygındır. Bu ülkelerin ortak özelliği, demokrasinin yeterince gelişmemiş olması, demokrasi formel düzeyde bir miktar gelişmiş olsa bile toplumsal ve siyasal ilişkilerde patronaj kültürünün halen yaygınlığı, devletin toplumsal hayatta ve ekonomide merkezi bir rol oynaması, serbest piyasa kurum ve kültürüyle birlikte sivil toplumun gelişmemesidir. Bu ülkeler genelde kişi başına düşen milli gelir sıralamalarında “orta gelir grubu”nda yer alırlar.
Bu saydığımız özelliklere fazlasıyla sahip Türkiye’de de, yandaş kapitalizmi, farklı dönemlerde farklı biçimler almak üzere, 20. yüzyılın başından beri olagelmiştir. Ancak yandaş kapitalizminin AKP’nin 2002 yılında iktidara gelmesi ile birlikte başka ve daha üst bir boyuta taşındığını iddia etmek yanlış olmaz. Saf makyavelist, yani “siyasette kazanmak için ne gerekiyorsa o” tarzı, bir siyasetçi olan Erdoğan, iktidara gelmesinden itibaren (belki 2002-2007 dönemi hariç) elindeki kamu gücünü, ekonomik ilişkileri belirleme ve bu şekilde iktidarını devamlı kılma yolunda kullanmakta tereddüt etmemiştir. Bu şekilde iktidara yakın belirli şirketler ve iş insanları, özellikle inşaat sektöründe yoğunlaşan ihaleler yoluyla zengin edilmiş, AKP ilk iktidara geldiğinde küçük ve orta ölçekli olan bu şirketler bugün dev holdinglere dönüşmüşlerdir.
Siyaseten otoriter-popülist, iktisaden yandaş kapitalizmine dayalı Türkiye’nin bugünkü toplumsal sisteminde, tüm yandaş kapitalist sistemlerde olduğu gibi, iktidardaki siyasal elit ile kayırılan ekonomik elit arasında karşılıklı bir ilişki ağı söz konusudur: Siyasal iktidar, devletin verdiği ihaleleri elinden geldiğince belirli şirket ve iş insanlarına tahsis etmekte, o şirketler ve iş insanları da ihaleler yoluyla kullanım hakkına sahip oldukları ekonomik kaynaklardan elde ettikleri yüksek gelirlerin bir kısmını mevcut iktidarın devamlılığı için kullanmaktadır. Bu devamlılığın sağlanmasında iktidardaki parti AKP’ye yeni finansal kaynakların yaratılması kilit rol oynamaktadır. Bu finansal kaynaklarla, öncesinde değindiğimiz, yandaş kapitalizmin toplumdaki meşruluk sorunu, rant ağlarının görece tabana yayılması ve ideolojik propagandanın güçlendirilmesi suretiyle telafi edilmektedir.
Son ortaya çıkan, Başkent Gaz – Kızılay – Ensar Vakfı arasındaki “bağış” ilişkini de bu çerçevede değerlendirmek gerektirmektedir. Yapısı gereği tamamen bir monopol olan ve inovasyon, rekabet ve risk faktörlerinin neredeyse tamamen dışında yer alan doğalgaz dağıtıcılığı, Ankara’da belirli bir şirkete, muhtemelen usulsüz bir ihale ile değerinin altında tahsis edilmiştir. İhaleyi alan şirket de edindiği ranta dayalı gelirden bir kısmını “bağış” adı altında hükümetin uzun erimli İslamcı eğitim politikalarının taşıyıcısı konumundaki Ensar Vakfı’na bağışlamaktadır (ki muhtemelen bu “bağış”, ihaleyi alabilmiş olmasının bir şartıdır). Ayrıca bunu yaparken de Kızılay’ı paravan olarak kullanmak suretiyle, yaptığı bağışı ödemesi gereken vergiden düşürmeye çalışmıştır. Yapılan bağış aynı zamanda iktidara ilerideki ihaleler için “beni düşünmeye devam edin” mesajı içermektedir. Bu şekilde hem şirket hem de mevcut iktidar kazanmakta, ama aslında kaybeden bu iki kesimin elitleri dışındaki tüm toplum olmaktadır. Tıpkı tüm yandaş kapitalizmine dayalı bir ekonomik sistemi olan ülkelerde olduğu gibi.
Fotoğraf: Fabian Blank
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Tarihte Salgınlar, Nüfus Artışı ve Malthusçuluk
Bugünlerde içinden geçtiğimiz koronavirüs (covid-19) salgını, insanlık tarihinde çok önemli bir yeri olan ama modern tıbbın gelişmesiyle beraber büyük oranda unutulan salgınları tekrardan gündemimize getirdi. Koronavirüs pandemisi, ölen sayısı üzerinden değerlendirirsek tarihteki muadillerine göre aslında etkisi düşük bir salgın. Toplamda ne kadar kişinin yaşamını yitireceğini şu anda kestirmek güç olsa

Türkiye’de Devlet Bürokrasisi ve “FETÖ”
Türkiye’nin tarihsel olarak bakıldığında temelde bir Asya ülkesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Diğer Asya ülkelerinde olduğu gibi, Osmanlı’dan beri Türkiye’de de “devlet”, başta iktidar ilişkileri olmak üzere toplumsal hayatın her daim merkezinde olageldi. Osmanlı’da toplumsal sınıflar devlet politikalarını etkileme gücüne sahip değildi. Padişah çevresinde örgütlenmiş bir merkezi bürokratik aygıt iktidara
Türkiye ve İran’da Modernleşme ve “Devlet Geleneği”
Türkiye ve İran birbirine birçok yönden benzeyen iki ülke. İlk etapta bunu iddia etmek biraz zor gözükebilir çünkü her şeyden önce İran’da teokratik, yani din adamları sınıfının temel karar alıcı pozisyonunda olduğu, bir siyasal rejim var. Bu rejim oldukça otoriter, baskıcı ve toplumsal açıdan muhafazakar ve bu günlerde bu yüzünü

Yerli Otomobil, Milliyetçi Popülizm ve Kalkın(ama)ma Sorunu
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz haftalarda görkemli bir törenle Türkiye’nin kendi “yerli ve milli” otomobilini üreteceğini duyurdu. Bu duyuru, iktidar destekçilerini olduğu kadar muhalefetin de çoğunluğunu heyecanlandırdı. Milliyetçi duygularla gelen heyecanın sebebi, bir prestij göstergesi sayılabilecek, Türkiye’nin dünyada “otomobil üretebilen ülkeler” sınıfına dahil olacak olmasıydı. Örneğin CHP’nin İstanbul ve Ankara’daki belediye başkanları

Daron Acemoğlu ve Politik Ekonomi Alanına Katkıları
Daron Acemoğlu, dünyanın en önde gelen ekonomistlerinden birisi. “En çok alıntı yapılan 10 ekonomist” arasında gösterilen Acemoğlu, Türkiye Ermenisi bir aileden geliyor. Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra York Üniversitesi’nden lisans, Londra Ekonomi Okulu’ndan (LSE) yüksek lisans ve (25 yaşında) gene aynı üniversiteden doktora derecesini aldı. Bir süre LSE’de çalıştıktan sonra

Atatürk Sağcı mıydı Solcu mu?
Türkiye’nin “kurucu babası” Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye toplumunun neredeyse tüm kesimlerinin sahiplendiği ve hatta idealize ettiği bir tarihsel şahsiyet. Bu durum, çoğu zaman Atatürk’ün kendi dünya görüşünün, yani Kemalizmin, tam olarak neleri içerip neleri içermediği konusunu son derece tartışmalı hale getiriyor. Çünkü her siyasal hareket, idealize edilen bir şahsiyet olarak

Türkiye’de Devlet, İş Dünyası ve Yeni Muhafazakar Zenginler
Türkiye, devletin toplum hayatında son derece belirleyici olduğu bir ülke. Kendiliğinden örgütlenme kabiliyetinin, rekabet gibi serbest piyasa değerlerinin ve dolayısıyla sivil toplum güçlerinin yeterince gelişmediği ülkemizde, hayatın hemen her alanı gibi iş dünyası da çoğu zaman devlet güdümünde şekilleniyor. Bu durumun ülkemizde doğurduğu sonuçlar, aslında uzun zamandır var olan ama

Türkler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler ve Cumhuriyet
Türkiye, kuruluş sürecinde çözüme kavuşmamış problemlerinin sancılarını çekmeye devam ediyor. Haftalardır, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine, silahlı Kürt unsurları sınırından uzaklaştırmak için gerçekleştirdiği Barış Pınarı Harekâtı’nı ve bu harekâtın nasıl Türkiye – ABD ilişkilerini (yine) gerdiğini konuştuk. Nitekim bugünlerde ABD Temsilciler Meclisi’nde, Türkiye’yi operasyon nedeniyle cezalandırabilmek için, 1915 Ermeni “Tehciri”ni “Soykırım” olarak

Kürt Meselesinin Kökenleri Üzerine Tarihsel Bir Arka Plan: Müslüman Milliyetçiliğinin Yükselişi, Düşüşü ve İsyanlar
Türk Silahlı Kuvvetleri, bundan yaklaşık bir hafta önce kendisine “Suriye Ulusal Ordusu” adını veren silahlı güçlerle beraber, Kürt silahlı milislerin kontrolü altındaki Kuzey Suriye bölgesine, teröristlerle mücadele etmek, “güvenli bölge” oluşturmak ve Türkiye’deki Suriyeli mültecileri bu bölgeye yerleştirmek gerekçeleriyle bir askeri harekat başlattı. Türkiye bunun böyle olmadığını söylese de askeri

Dünyada, Türkiye’de ve AKP’li Yıllarda Yolsuzluk ve İsraf
“Yolsuzluk”, sözlük anlamıyla, dolandırıcılık ve gayri-ahlaki davranış içerecek şekilde, yetkili bir kişi ya da kurumun kendisine verilen yetkiyi kişisel ya da belirli bir grubun özel çıkarları için yasa ve/ya etik dışı kullanmasına deniyor. “Yolsuzluk”, zorunlu olmamakla beraber, genellikle maddi yarar sağlama ile ilişkili olarak kullanılan bir kavram. Daha kısa söylersek