
Portrait of a Lady on Fire
2019 kısır başlamıştı. Birbiri ardına gösterime giren filmler sadece vasat olmakla kalmıyordu, aynı zamanda derinden sinemanın ruhunu ıskalıyorlardı. Bunun sebeplerinden birisi elbette sinemalarımızın yıl içinde çıkan yasayla komaya sokulmasıydı. Zaten eskiden de blockbuster türünden olmayan, çoğunlukla altyazılı, filmlerin gösterime girmesi ve vizyonda tatmin edici bir süre kalabilmesi nadir görülen olaylardan sayılırdı, artık artan maliyetler yüzünden daha da imkansız bir hal almıştı. Aslında gişeye oynayan filmlerle bir alıp veremediğim yok. Onlar sinemanın heyecanlı, iddialı yanını ortaya koyuyorlar. Yeni fikirlerin denendiği veya eski fikirlerin yeniden değerlendirildiği işler olarak sinema tercihlerim de çoğunlukla o yönde.
Kendi açımdan sinema sevgim güzel bir hikayenin ehil sanatçılar tarafından anlatımına dair arayıştandır diyebilirim. Sinema sadece bu değildir elbette ama benim için en öne çıkan özelliğidir. İnsanlar ki tarih boyunca mağara duvarlarında, bir şamanın hikayesinde, halk şarkılarında, romanlarda, tiyatroda, müzikte… Yapılan çoğu sanatsal faaliyetin özünde bu anlatım olmalı diye düşünüyorum. Biraz da sanat filmleriyle bu yüzden aram çok iyi değil gibi. Yani kesinlikle nefret etmiyorum onu biliyorum ama bazen aşırı ağdalıya kaçan tarzları, iyi bir fikri yakaladıktan sonra dahi sürekli kendi içlerinde bir kısır döngüye kapılmaları derken heba etmeleri çok yorucu.
2019’un son günleri neyse ki hem gişe hem de sanat filmleri açısından sıkıcı başlayan yılı telafi edecek kadar iyi geçiyor. Gerek streaming media tarafında olsun gerek beyazperdede birbiri ardı sıra kaliteli, dolu, bir şeyleri anlatmayı dert edinmiş yapımlar peşi sıra gösterime giriyor. Portrait of a Lady on Fire bu zincirin son, belki de en iyi, halkası.

Peki, bu filmi iyi yapan ne? İnsanların birbirlerini tanımasına dair çıktıkları yolculuğun ta kendisi. Filmin başında Marianne’in Heloise’nin eskizlerini yere bırakıp onlara bakması. Resmi ortaya çıkarma sürecindeki çektiği yaratıcılık açmazları. Her fırça darbesinde farklı bir ruh hali yakalamış hissiyatını size verebilmesi…. Bunlar yabancı bir insanın iç dünyasını keşfetmenin en sade anlatımı bence. Birbirlerini tanıyıp yakınlaştıkça ortaya çıkan eserin çarpıcılığı ve güzelliği sizi yakalıyor. Filmin başında stüdyoda öğrencilerin ismini sorduğu resme Marianne “Yanan Bir Kadının Portresi” diye cevap veriyor ama o resim portre değil. Portre o resmin arkasında olanlar, ama ortada yanan bir kadın gerçeği var. Evet tam anlamıyla bir kadın hikayesi bu, onda şüphe yok. Evlilik, aile kurmak, ebeveynlerle baskıcı ilişkilerden kaçış yollarını arayış var ama satır aralarına erkekler sinmiş. Heloise’nin yüzünü görmediği, hakkında hiçbir şey bilmediği müstakbel kocası, Sophie’nin özel durumu, Marianne’nin meslek hayatında karşılaştığı kısıtlamalar… Erkeklerin dünyasında kadınların arayışlarının farklı farklı yüzleri karşınıza çıkıyor. Bir yandan da sanatsal yaratım sürecinin aslında ne kadar çok farklı katmanları olduğunu keşfe çıkıyoruz. Bakış açısı, eserin (canlı veya cansız) kendisini yansıtmasının önemi, doğru koşulların önemi ve maharetin kıymeti. Bizim son halini gördüğümüz eserlerin ortaya çıkmasının aslında ne gibi badirelerden geçtiğine dair bilgiler veriyor film. Sadece resim sanatı da değil söz konusu, sinemaya dair paralellikler çıkarmak da mümkün çoğu yerde. Ve elbette aşk… Nesilden nesile geçen yaklaşım ve beklenti farkları. Yakıcı tutkuların ve realitenin kesişim noktası. Değişen sosyal çevre sonrası arayışların neticeleri. Mutlu olsan dahi bazı şeyleri kabullenmek zorunda olmak… Portrait of a Lady on Fire yukarıda saydığım alt metinleri ekran süresi boyunca doyurucu, hatta doyurucu demek de bir understatement olabilir, nefes kesici bir şekilde size anlatıyor.
Yönetmen: Kendi yazdığı senaryoyu ekrana aktarmakta çok titizlenmiş ve başarılı olmuş. Oyuncu idaresi, çekimlerin netliği mükemmel. Tek bir boş kare bile çekmemiş ki kurgucu bile çok fazla kafa karışıklığına düşmemiştir nasıl yerleştirsem kareleri diye. Karakterlerin iç dünyasını ve dış dünyadaki yerlerini çok iyi yakalamış.
Senaryo: Filmin yönetmeni aynı zamanda senaryoyu da yazmış bu onu filmin arkasındaki en büyük yaratıcı güç yapmış. Popülist yaklaşımlara itibar etmemiş, gerektiğinde filmin çatısını oluşturan gerçeklikle çelişmesine izin vermeden konuların akışını salmış. Farklı yan hikayeleri birleştirme ve neticede bağlama şekli başarılı.
Oyunculuk: Çok kısıtlı bir cast ile çekilmiş film. Figürasyonun göründüğü birkaç sahneyi saymazsak filmin önemli kısmı 3 karakter etrafında dönüyor. Aslında anlatılan Marianne ve Heloise’nin hikayesi olsa da Sophie’nin de çok önemi var ve hepsi filmin mükemmeliyetine benliklerini adamış gibiler. Hasretlerini, arzularını, iç dünyalarını bir kelime bile etmeden bu kadar iyi anlatabilmeleri takdire şayan.
Sinematografi/ Diğer: Merkezine resim yapma eylemini alan bir film için dahi çok iyi görsellikler. Çevrenin ve dekorasyonun oyunculuk ve hikaye ile uyumu mükemmele yakın. Oyuncuların çekimleri kafanızda soru işareti bırakmayacak kadar iyi ama çok sayıda acaba uyandıracak kadar derin. Filmin adının geldiği sahne ise gerçekten çok eğlenceli şahsi favorim olarak o öne çıkıyor diyebilirim.
Kurgu: Aslında çok bildik bir hikaye. Mutsuzluğa mahkum bir aşk var elimizde. Ama kimi yerlerde ileri geri gidişler oluyor ve bunlar filmin akışını kesinlikle bozmuyor. Aktarımlar konusunda bu flashback ve flashforward sahneleri filmi hem monotonluktan kurtarıyor hem de anlatıma dair perspektifinizi genişletiyor.
Son söz: Senenin (benim izlediğim kadarıyla) açık ara en iyisi. Sanatsal arayışı olan seyirciler kadar popüler film izleyicisini de yakalayabilecek dolu, keyifli ve hüzünlü yanları uzun süre aklınızdan çıkmayacak bir eser. Türkiye’deki sinemaları şayet biliyorsam bu film en geç bir hafta içinde gösterimden kalkacaktır. Muhakkak izlemek için bir fırsat yaratın derim.
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Bir Başkadır
“Türk televizyonu izlemiyorum ya. Ben hep yabancı yapım…”. Bu cümleyi ömrü boyunca bir kere kuranlar elini kaldırsın. Evet sizleri sağ tarafa alalım. Kalan okuyucular. Siz de bu kalıbı hiç kullanmamış olsanız da kesin bunu sarf eden birisini tanıyorsunuzdur. Heh. Sizi de alalım öyle. Kalanlar… Birilerinin kalmasını beklemiyordum açıkçası. Ama neyse

PRIME’da Ne İzlesek?
Ucuzluk+ Bol Çeşit Gel Vatandaaş geel Aslında kendisine bir süredir erişimimiz vardı (misal ben Eylül 2019’dan beri kullanıyormuşum) ama Netflix’in yakın zamana dek domine ettiği pazarda Prime’ın çok esamesi okunmuyordu şimdiye kadar (buraya not eklemeden de geçemeyeceğim. Netflix o kadar umutsuz ki, Yılmaz Erdoğan’ın son filmine bel bağladılar izleyici çekmek

Tenet
Tekrar merhaba sayın okurlar. Daktilo1984’te son yazımın üzerinden üç ay geçmiş. Enes’ten duyduğum kadarıyla sitenin kapısını yumruklayıp duruyormuşsunuz, kendimi daha fazla özletmek istemedim bu yüzden. O kadar çok şey izleyemedim ki bu sürede. Aslında eski filmlere sardım biraz, malumunuz sinema salonları kapalıydı. Bazı Netflix ve Prime dizilerine başlamayı denedim ama

After Life (2. Sezon) ve Upload
Online streaming piyasası hareketli bu sıralar. Amazon Prime Türkiye piyasasında çok aktif bir oyuncu değil henüz ama birbiri ardına yeni içerikleri gösterime sokuyor, takvime de yenilerini ekliyor. Netflix biraz daha kalabalık haftada birden fazla yeni içerikleri var orası kesin. Sonuçta herkes evdeyken insanların ilgisini canlı tutup müşterileri kaybetmemek en önemli.

Tiger King | The Unorthodox | Tales From The Loop
Self karantina günleri nasıl geçiyor? Online kurslar, evde spor, sevdiklerinizle daha fazla zaman geçirmek imkânı… Kesin hepiniz bu olayları hasretle bekliyorsunuzdur ve oluşan fırsatı iyi değerlendirmişsinizdir. Ben mi? 5 sene önce yayınlanmış bir youtube videosunu 38. defa izlemekle meşgulüm. “Bir şeyler izlesem de hızlıca yazıp kafamdakileri yazıya dökebilsem” dediğim dönemler

The Platform & Blow the Man Down
Ne kadar garip zamanlardan geçiyoruz değil mi? İmkanları elverenler evlere kapandı işlerini oradan halledip yaşamaya çalışıyorlar ama her şey yolunda gitmiyor haksız mıyım? Hepimizin “zaman bulursak yaparız” dediğimiz şeyler için şartlar müsait ama sürekli dört duvar arasında tıkılı yaşamaktan bunları yapacak heves bulamıyoruz. Kendi adıma konuşayım, aylardan beri kafamda dönen

Seberg
Jean Seberg (kendisi Amerikalı olmasına rağmen) Fransız yeni dalgası ile bütünleşmiş bir isimdir. Benim gibi bu akıma yabancı (ve hatta yabancı kalmakta ısrarcı) bir ismin bile kendisini bildiği döneminin en ikonik, en başarılı aktrislerinden birisidir. Şiirsel güzelliği, o dönem için farklı moda tercihleri ve oynadığı filmler ve elbette politik kimliği…

The Invisible Man
Blumhouse yine yaptı. Düşük bir bütçe ile çektiği bir korku/gerilim filminden, filmin çekimi ve pazarlanmasına ayırdığı bütçenin kat kat fazla gelir elde ettiği bir filmle daha vizyonu sallıyor şu an. 49 milyon dolar gibi (özellikle parayı hamutuyla kaldıran Disney filmlerini düşününce) alçakgönüllü bir gişe geliri elde etmiş bir filmin, toplamda

Judy
Sinema izleyicilerinin, yazarlarının çoğunlukla “Golden Age” diye tanımladığı (1910’lardaki sessiz sinema patlamasından 1950’lerin sonuna kadar olan dönem) zaman aralığı bugün bile tekrar tekrar izlenebilen, zamana karşı iyi dayanabilen filmlerin çıkartıldığı, orijinal fikirlerin henüz klişeleşip inandırıcılığını kaybetmediği bir dönemi anlatır. Teknik imkanların henüz zayıf olduğu, oyunculuğun (en azından sinema için) bir

Uncut Gems
Başarı için neleri göze alabiliriz? Etrafımızdaki insanların bizim hüsranlarımıza ve başarı vaatlerimize ne derece kanmasını bekleyebiliriz? Uncut Gems her düşüşte yere kalkmaya çalışan insanların ve onlara tahammülün bir hikayesi. Bir nebze de old school capitalism anlatısı aslında. Zenginliğe ve başarıya giden yolda mubah davranışların özet olarak sunumu ve bazen ne