[voiserPlayer]
Tarihi, kaynaklarından değil de şairlerden, yazarlardan, edebiyatçılardan öğrenmenin çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Amacım kesinlikle bunları küçümsemek değil, bunlar da elbette değerli kaynaklardır. Ancak tarihi bir meselede fikir sahibi olunacaksa şiirler, romanlar ya da edebi metinler çok titiz bir süzgeçten geçirilmelidir. Sanatçının olanı değil de görmek istediğini anlattığı ve sanatçı ruhun abartmaya meyilli olduğu unutulmamalıdır.
Türkiye’de tarih, özellikle de yakın tarih hayret verici bir şekilde yukarıda bahsettiğim tarih dışı kaynakların güdümünde yazılıyor. Geniş halk kitleleri belki işlerine geldiğinden belki de daha kolay olduğundan tarihi artık bayatlamış klişelerle düşünüyor. Bu klişelerden biri de Osmanlı modernleşmesinin dine karşı olduğudur. Bu fikre göre Batı tarzında eğitim veren okullarda okumuş, Batılı fikirleri benimsemiş Osmanlı elitleri İslam’ı ilerlemeye karşı gördüler ve dini hayattan çıkarmaya çalıştılar. Eğer o dönemde yazılmış eserlere bakarsak Doğu ile Batı, yeni ile eski, İslam ile laiklik arasında keskin çizgiler ve ayrımlar vardır. Osmanlı’da yaşayanlar da bu iki zıt kutup arasında bir oraya bir buraya sürüklenerek bir kimlik bunalımı yaşamaktadır. Ancak tarihi kaynaklara baktığımızda bu indirgemeci ve gülünç iddianın gerçeği yansıtmadığını, Osmanlı modernleşmesinin dine karşı olmak bir yana pek çok alanda din ile baş başa gittiğini görürüz.
Osmanlı’da Müslümanların matbaada bastığı ilk dini kitap Birgivi Mehmet Efendi’nin Vasiyetnamesi’dir. Nizam-ı Cedid ordusunun askerlerine dağıtılmak üzere 1803’te Sultan 3. Mustafa’nın kızı Hatice’nin sponsorluğunda bu kitaptan bin adet basılmıştı.[i] Basit bir dille yazılan ve daha kolay okunabilmesi için harekelendirilen bu kitapla Nizam-ı Cedid askerlerinin günlük ibadetlerini yapabilmeleri için gerekli olan temel bilgilere ulaşması amaçlanmıştı. Peki Birgivi Mehmet Efendi kimdir? Osmanlı tarihinin en meşhur ve iz bırakmış din adamlarından biri olmanın yanında rahatlıkla “Osmanlı püritanizmi”nin babası diyebileceğimiz bir kişidir. Birgivi dine bidat sokmanın cinayet ve zinadan bile büyük günah olduğunu, özellikle ibadetlere bidatler katmanın affedilemez bir günah olduğunu söylemişti.[ii] Her ne kadar Hanefi-Maturidi etkisinden dolayı Birgivi’yi İbn Teymiyye ekolünden saymak mahzurlu olsa da Birgivi üzerinde İbn Teymiye’nin görmezden gelinemeyecek bir etkisi vardır. Birgivi’nin mezarlık ziyareti, türbelerde ibadet etme ve bazı Sufi adetleri hakkındaki görüşleri İbn Teymiyye ve İbn Kayyım gibi Hanbeli fakihlere dayanmaktadır.[iii] Kendisinden sonra gelen bütün püriten hareketleri etkilemiş, özellikle Kadızade Mehmet Efendi ve Ahmet el-Rumi el-Akhisari üzerinde büyük etki bırakmıştır. Yani Osmanlı modernleşmesinin en erken hamlelerinden birinin başlangıcında şeriata sıkı sıkıya bağlılığı savunan, dinin bidatlerden arındırılması gerektiğini söyleyen, yazdığı kitaplar ve özellikle de ilmihallerle meşruiyetini tarikat şeyhlerinin şahsi karizmalarından alan mistik bir dindarlığı şeriat ve fıkıh temelli bir dindarlıkla değiştirmeye çalışan bir kişi vardı.
Osmanlı modernleşmesinin İslam’a karşı olduğunu iddia edenlerin en çok bahsettiği alanların başında hukuk gelir. Bunlara göre Osmanlı bu dönemde Batı hukukunu kullanmaya başlamış ve İslam hukukundan tamamen uzaklaşmıştır. Bu iddia son derece yanlıştır. Osmanlı hiçbir zaman Batı kanunlarını olduğu gibi kopyalamamıştır. Batı’dan etkilenilmiş, Batı hukukundan esinlenilerek kanunlar yapılmıştır ve bu, son derece normaldir. Ancak bunlar Osmanlı’nın kendi sistemi içinde eritilmiş ve yorumlanmıştır. 19. yüzyılda hukuk alanında yaşanan değişimler gelenekten kopuş değil, sürekliliktir. İslam hukukunun terki değil devrin şartlarına göre yeniden yorumlanmasıdır. Osmanlı’nın buradaki amacı Batılılaşma değil, rasyonelleşme, standartlaşma ve merkezileşmedir.
Örneğin 1858 Osmanlı Ceza Kanunu’na bakalım. Islahat Fermanı’nın bir sonucu olarak çıkan bu kanun hakkında bir araştırma yaptığınızda karşınıza çıkacak ilk bilgi bunun Fransız Ceza Kanunu’nun bir kopyası olduğudur. Eğer bu bilgiyi olduğu gibi kabul edersek Osmanlı Batılılaşma uğruna Fransız kanunlarını almış ve İslam hukukunu bir tarafa bırakmıştır. Kanunun daha ilk maddesinde şeriata bağlılığın vurgulanmış olması size yetmiyorsa olaya bir başka açıdan bakalım. Eski dönemlerde standart bir hukuk metni olmadığından kadılar önlerine gelen meselelerde hüküm vermek için önceki müçtehitlerin içtihatlarına ya da ellerinin altındaki fıkıh kitaplarına bakar, bunlardan kendi yorumuyla çıkardığı sonuca göre de karar verirdi. Yani kadı, verdiği kararlarda geniş bir otonomiye sahipti. Üstelik fıkıhta belirli cezası bulunmayan suçlara verilecek cezaları belirlemek de tamamen idarecilere (siyaset) ve hakimlere (ta’zir) bırakılmıştı. İşte Osmanlı modernleşmesinin getirdiği hukuki düzenlemeler, özellikle de Ceza Kanunu Batılılaşmak için değil, kadıların elindeki bu otonomiyi sınırlandırmak ve standart bir hukuk düzeni oluşturmak için yapılmıştı. Çünkü hukuk sisteminin öngörülebilir olması gereklidir. Oysa her hâkimin farklı kararlar alabildiği, kararın hâkimin mevcut kaynakları yorumlama şekline göre değiştiği bir ortamda hukuk öngörülebilir değildir. Ayrıca hukukun eşit olması gerekir. 19. yüzyıldan önce kadılar ta’zir suçları kapsamında dayak ve işkence gibi cezalar verebilirdi ki bunlar çok yaygındı. Modern kanunlar bunları tamamen yasaklamış, yerine sınırları iyice belirlenmiş para ya da hapis cezaları getirmişti. [iv] Aynı suçu işlemiş iki kişi düşünün. Bunları ceza olarak falakaya yatırdığınızda eşit bir ceza vermiş olmazsınız çünkü falakayı ölçemezsiniz. Aynı sayıda sopa vursanız bile bunun kişiler üzerindeki etkisi farklı olacaktır. Ancak ikisine de 10 gün hapis cezası verirseniz o zaman eşit ve adil bir cezalandırma olur. Yani modern kanunların amacı İslam’dan kopmak, Batı gibi olmak değil, öngörülebilir, eşit, standart bir ceza sistemi oluşturmaktı.
Osmanlı modernleşmesinin en önemli sonuçlarından biri de Mecelle’ydi. Mecelle Osmanlı’nın artan idari ve hukuki ihtiyaçlarına cevap vermek için hazırlanmış, ülkedeki hâkim ve bürokratlara hukuki bir çerçeve ve kaynak olması amaçlanmıştı. Fransız hukukundan etkilenmekle birlikte, Mecelle tamamen Hanafi fıkhı üzerine inşa edildi. Yani Mecelle geçmişten kopmayı değil, geleneksel Hanafi fıkhını o günün şartlarının gereklilikleri doğrultusundan dönüştürmeyi amaçlamıştı. Örneğin Ebu Hanife’ye göre bir üretim sözleşmesi yapmış iki kişiden siparişi veren kişi tek taraflı olarak bu sözleşmeden çekilebilir. Ebu Yusuf’a göre ise malı üreten kişi sözleşmede belirtilen kriterler uygun bir şekilde malı üretirse siparişi veren kişi bu sözleşmeden çekilemez. Gemi, tren, top gibi büyük ürünlerin üretildiği bir dönemde alıcıya tek taraflı fesih hakkının verilmesinin ekonomiyi ve üreticiyi olumsuz etkileyeceğini belirten Mecelle, ikinci görüşü benimsemişti.[v]
Modernleşme hareketinden önce Osmanlı’da yargı sisteminin temelinde şeriat mahkemeleri vardı. Ancak 19. yüzyılda Nizamiye mahkemeleri kuruldu ve şeriat mahkemelerinin yetki alanı evlilik, boşanma, miras gibi alanlarla sınırlandırıldı. Türkiye’de yaygın olan tarih anlayışı bu gelişmeyi Doğu ile Batı, yeni ile eski, İslam ile laiklik arasındaki bir çatışma ve ikilem olarak görmektir. Oysa durum bundan çok farklıdır. Nizamiye ile şeriat mahkemelerinin birbirine karşıt, düşman iki kurum olması şöyle dursun bunlar birbiri ile uyum içinde çalışan kurumlardı. Öncelikle Nizamiye mahkemelerinde tatbik edilen Mecelle ve Arazi Kanunnamesi gibi kanunların temeli İslam hukukuydu. Üstelik Nizamiye mahkemelerinin hakimleri medreselerde eğitim almış, Osmanlı ulemasından gelen kadılardı. Yani Nizamiye mahkemelerindeki yargıçlar ile şeriat mahkemelerindeki kadılar aslında aynı kişilerdi. Üstelik Nizamiye mahkemelerinde göreve başlamak için iki kısımdan oluşan bir sınava girmek gerekiyordu. Bu sınavın ilk kısmı Mecelle’den soruluyor, ikinci kısmında ise adayların kendilerine verilen bir fetvayı incelemesi isteniyordu.[vi]
Osmanlı modernleşmesinin dine karşı olduğunu iddia edenlerin en çok bahsettiği alanlardan biri de eğitimdir. Batılı tarzda kurulan okullarda yetişen öğrenciler Batı fikriyatını benimsemiş ve İslam’ın ilerlemeye mâni olduğunu düşünerek Osmanlı’yı İslam’dan uzaklaştırmaya çalışmıştı. Dünyada bundan daha aptalca bir iddia olabilir mi bilemiyorum. Osmanlı’da modern eğitim sistemi kurulduğu anda din eğitimi bunun bir parçasıydı. Osmanlı hükümeti temel fonksiyonu din eğitimi olan sıbyan mekteplerine büyük önem vermiş ve sayılarını artırmıştı. Daha 1840larda, yukarıda bahsettiğim Birgivi’nin eserleri okullara yollanmış hatta müfredata eklenmişti.[vii] Devlet çok sayıda ilmihalin basılmasını sağlamış ve bunları okullara göndermiş,[viii] İslami ilimler eğitim sisteminin her aşamasında öğretilmişti.[ix] İdadilerin yedi yıllık müfredatında her sene öğretilen sadece üç ders vardı. Bunlar Ma’ Tecvid Kur’an-ı Kerim ve Ulum-u Dinîye, Arapça ve Coğrafya dersleridir.[x] 1897’de Şeyhülislam Cemaleddin Efendi bir meseleden dolayı Manastır şehrinin ahalisinden şikâyet eder ve bunların cehaletlerinden ötürü yanlış inanışlar ve bozuk bir akait içinde olduğunu söyler. Bunların ıslahı için de padişahtan buraya okul açmasını ve mevcut öğretmen sayısını artırmasını ister. Şeyhülislam açık açık buraya daha fazla imam ya da ulema göndermenin bir faydası olmaz deyip modern eğitim kurumlarının buradaki etkinliğini artırmasını talep eder.[xi] Şimdi, Osmanlı’nın Şeyhülislam’ı dini inanışlarının bozuk olduğunu düşündüğü bir kesimi ıslah etmesi ve hakiki dini öğretmesi için okul açılmasını talep ederken günümüz insanının bu okullardan çıkan kişilerin dine karşı olduğunu söylemesi çok acayip değil mi?
Osmanlı’da İkinci Meşrutiyet’ten sonra İslam’ı eleştiren ilk dergi Abdullah Cevdet’in kurduğu İçtihat dergisiydi. Aynı dergi kendini cihan-ı İslam’ın Avrupa’da ilk müesses matbaası olarak tanıtıyor, amacının İslam’ın sesini Avrupa’da duyurmak olduğunu söylüyordu. Osmanlı’nın geri kalması üzerinde İslam’ın olumsu bir rolü olduğunu iddia eden Abdullah Cevdet aynı zamanda “Müslüman damarlarına yeni bir kan nakletme görevini üzerine alan bizler, İslamiyet’te çok miktarda bulunan terakkiperver prensipleri arayıp bulmalıyız” diyordu.[xii] Yani Osmanlı modernistlerinin dine en uzak olanı bile parçası olduğu dini inkâr etmemişti.
Osmanlı’nın modernleşme sürecinde takip ettiği eğitim politikası İslam’a karşı olmak bir yana onu güçlendirmeyi amaçlamıştı. Hukuk sistemi Batı’nın bir kopyası olmak şöyle dursun geleneksel İslam hukuku üzerine inşa edilmiş ve devrin ihtiyaçlarına göre dizayn edilmişti. Osmanlı modernleşmesi dine karşı mıydı sorusuna cevap ararken bakacağımız kaynaklar alafranga yaşamın anlatıldığı piyesler, romanlar değil bir zahmet bunlar olsun.
[i] Brett Wilson, The Qurʾan After Babel: Translating and Printing the Qurʾan in Late Ottoman and Modern Turkey, PhD thesis, Duke University, 2009, 49
[ii] Huriye Martı, Birgivi Mehmet Efendi (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı: 2011), 124
[iii] Mustapha Sheikh, Ottoman Puritanism and Its Discontents: Ahmad al-Rumi al-Aqhisari and the Kadızadelis (Oxford: Oxford University Press, 2016), 55
[iv] Kent Schull, Prisons in the Late Ottoman Empire: Microcosms of Modernity (Edinburg: Edinburgh University PRess, 2014), 23
[v] Samy Ayoub, The Mecelle, Sharia, and the Ottoman State: Fashioning and Refashioning of Islamic Law in the Nineteenth and Twentieth Century, Kent Schull et al. Law and Legality in the Ottoman Empire and Republic of Turkey (Bloomington and Indianapolis: Indiana University Press, 2016), 142.
[vi] Avi Rubin, Ottoman “Nizamiye” Courts: Law and Modernity (Basingstoke: Palgrave Macmillan, 2011), 78, 119.
[vii] BOA, A} AMD, 5/91, 15 Zilkade 1264; BOA, İ.DH 178/9713, 24 Ramazan 1264; BOA, A} MKT, 121/4 10 Cemaziyülevvel 1264.
[viii] BOA, MF.MKT, 50/143, 7 Şaban 1294.
[ix] BOA, Y.EE, 84/47, 19 Cemaziyülevvel 1299.
[x] Selçuk Akşin Somel, The Modernization of Public Education in the Ottoman Empire 1839-1908: Islamization, Autocracy and Discipline, (Leiden, Boston and Köln: Brill, 2001), 74.
[xi] BOA, Y.MTV, 170/101, 20 Receb 1315 [15 December 1897].
[xii] Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi (İstanbul: Üçdal, 1981), 129,131