En büyük meselemiz, meselelerimizi çözememek. Bir düşünün. Son on yılda neyi hallettik? Kültürel fay hatları gibi karmaşık ve duygusal alanlar bir yana, enflasyon, taksiler, başıboş sokak köpekleri, depreme hazırlık gibi alanlarda ne başardık? Onu da geçtim, rasyonel bir çözüm müzakeresi yaptık mı?
Türkiye için söylenen, “bir hafta haber izlemeyince çok şey kaçırdığınız, bir yıl haber izlemeyince hiçbir şey kaçırmadığınız ülke” tarifi maalesef doğru. Sürekli bir hayhuy içinde koşturuyoruz. Ancak meselelerimizin çoğu yıllar boyu halledilmeden öylece duruyor. Ülkemizin genel gündemi çocukluğumdakiyle benzer. Uluslararası kantara çıktığımızda görüyoruz ki senelerdir yerimizde sayıyoruz –mesela dünya ekonomisindeki payımız ve ekonomik sıralamamız, doğduğum yıldaki seviyeyle aynı. Üstelik bu, “çok hareket-az ilerleme” meselesini mesele eden de pek yok.
Meseleleri mesele etmemenin dört büyük zararı var:
Birincisi, vasatlık. Refah seviyemizi, günlük hayat kalitemizi, gelecek ufkumuzu kanıksamak, donmakta olanların üzerine çöken ölüm uykusundan farksız. Üstelik, yaşadığımız devrin yepyeni meydan okumalarını (yapay zeka, iş kavramının geleceği, göç dalgaları) konuşabilmek için eski sorunlarımızı çözmemiz gerekiyor. En önemlisi, vasatlık sürekli kendini besleyen konforlu bir döngü –ciddi bir gayret sarf etmeden ondan sıyrılmak mümkün değil.
İkincisi, fırsat maliyeti. Türkiye, konumu ve büyüklüğü sebebiyle pek bir şey yapmasa da dünya ortalaması kadar büyür, dünya ortalaması seviyesinde şartlara kavuşur. Ancak, biz yerimizde sayarken bazı benzer ülkeler bizi geçip gider. Mesela, ben ilkokula başlarken Türkiye ile Güney Kore aynı kişi başı milli gelire sahipmiş. Bugün onlar bizim dört katımız. Mesela, bugün lise sona geçen oğlum doğduğunda Türkiye ile Polonya benzer seviyelerdeydi. Polonya artık “Batı Avrupa” standartlarında değerlendiriliyor. Unutmayalım: Geri getiremeyeceğimiz tek kaynak, zamandır.
Üçüncüsü, çetrefillik. Meseleleri halının altına süpürünce, çoğu durumda meseleler karmakarışık hale geliyor. Çözümün maliyeti artıyor. Hatta bazı durumlarda reçete öyle acı hale geliyor ki tedaviye başlamayı kimsenin gözü kesmiyor. Başıboş sokak köpekleri meselesi bunun en güncel örneği.
Dördüncüsü, duygusal etkiler. Sorunlar yıllar boyu çözülmeyince toplum, “kendini kurtaran kaptan” bencilliği, “bizden adam olmaz” yılgınlığı ve “dünya bizi kıskanıyor” kibri arasında sıkışıyor. Bunun neticesi kuralsızlık, güvensizlik veya “aşırı” diye nitelenen siyasi hareketlerin yükselişi olabiliyor.
Neden Böyle?
Bu durumun sebeplerini düşününce aklıma dört temel sebep geliyor:
Birincisi, ülkemizde başarısızlığın maliyeti düşük. Sorumluluğu anonim hale getirmek yaygın: bazen dış güçler, bazen kader, bazen doğa, bazen belli toplumsal kesimler, bazen de muğlak bir “hepimiz.” Çözüm beklentisinin düşmüş olması ve yılgınlığın yayılması bu eğilimi daha da besliyor.
İkincisi, coşkulu nutukların rantı yüksek. Kutuplaşmanın yükseldiği her ortamda olduğu gibi performans değil cafcaflı bir temsil önem kazanıyor. Doğal olarak karar vericiler buna göre şekilleniyor. Üstelik, bu durum kamusal alanı yok ettiği için makul çözümün aranacağı ve buna rızanın üretileceği kanallar tıkanıyor.
Üçüncüsü, çözümsüzlüğü sürdüren aktörler var. “Aktör” kelimesini özellikle kullanıyorum, zira bunların bir kısmı adeta tiyatro sahnesinde rol icra ediyor. Mesela maksimalistler –çetrefil konuların aslında çok basit çözümleri olduğunu, bunları kendilerinin keşfettiğini ve ancak onların dedikleri harfiyen uygulanırsa işlerin hallolacağını düşünenler. Mesela ahlakçılar –problemlerin rasyonel müzakerelerle değil ahlaki prensiplerle çözüleceğini söyleyenler. Mesela “sorun yok”çular –toplumun bir kesiminin sıkıntı duyduğu bir alanı kendilerine dokunmadığı veya siyasi/ kültürel hassasiyetlerine uymadığı için “yok” farz edenler. Mesela “genel geçer”ciler –kimsenin karşı çıkmayacağı temel prensipleri söyleyip sorunun nasıl hallolacağını geçiştirenler. Mesela demagoglar –kutuplaşma üzerinden şöhret/siyasi rant devşiren ve konuların uzamasından doğrudan yararlananlar.
Dördüncüsü sebep ise bir şekilde yapılan hamleler kurumsallaşamıyor. Siyasi, ekonomik ve sosyal hayatta atılan adımlar kısmi ya da konjonktürel kalıyor.
Nasıl Çıkarız?
Bu durumu değiştirmek için üç adımla işe başlayabiliriz:
Birincisi, kararlılık. Meseleleri mesele etmemenin bizatihi bir mesele olduğuna karar vermemiz lazım. Bu başlangıç noktasından sonra fırsat ve tehditleri görebileceğimiz vizyona, belirsizlik içinde zor kararları alabilecek iradeye ve bunları eyleme geçirecek icraatçı yaklaşıma ihtiyacımız var. Geçen yıl İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığım Yeninin Yürüyüşü konuşmamda bunları açıklamıştım (video: https://www.youtube.com/watch?v=y2Q6PZgQXM8&t=1s metin: https://benimpencerem.com/yeninin-yuruyusu-vizyon-irade-icraat/)
İkincisi, kamusal alan. Sorunların gündeme getirildiği ve müzakere edildiği alanları oluşturmalıyız. Bu TBMM komisyon toplantılarından öğrenci kulübü sohbetlerine, sosyal medya hesaplarından kişisel bloglara, kamu idarelerine verilen dilekçelerden gönüllü faaliyetlere kadar uzanan çok geniş bir saha. Buna ilaveten, kendi görüşümüzü desteklese bile, nefret dili, hakaret, tehdit vb. ile kamusal alanı terörize eden üslupla mücadele etmeliyiz.
Üçüncüsü, konu bazlı ittifaklar. Marifet iltifata tabidir. Çözüm getiren seslere, tüm diğer görüşlerine tamamen katılma gibi gerçekçi olmayan bir çıta koymadan destek vermeliyiz. Rasyonel ilerleme ancak konu bazlı işbirliği veya ittifaklarla mümkün.
Meseleleri mesele ettiğimiz, meseleleri çözdüğümüz ve giderek daha “lüks” meselelerle karşılaştığımız günler diliyorum.
Fotoğraf: Daria Glakteeva