[voiserPlayer]
“Benim iç kendimdir tuvalimde olan” der Picasso, “çünkü onu çizen benim… Ne yaparsam yapayım, o orada olacaktır. Hatta orada ondan fazlasıyla olacaktır. Gerisi mi? İşte o sorun.” Bir zamanlar sanatçı tuvale iç kendisini değil, iç kendisinin dışındakileri, yani gerisini gözünün gördüğü haliyle ve olabildiğince detayıyla dökerdi. Sanata bu yaklaşım Picasso’ya kadar hakim yaklaşım olarak kaldı. Ancak Picasso’ya gelmeden, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren de bu yaklaşıma sanatsal bir meydan okuma zaten gelişmişti. Avant-Garde olarak isimlendirilecek bu meydan okuma en keskin dönemeci yirminci yüzyılın ilk on yılında, Paris’in günah ve sanat semti Montmartre’de aldı. Sue Roe’nun In Montmartre: Picasso, Matisse and the Birth of Modernist Art’ı modern resim sanatının 1900’lü yıllarda aldığı bu dönemeci ele alıyor.
Georges Braque, Andre Derain, Henry Matisse, Pablo Picasso, Maurice Vlaminck… Avant-Garde bayrağını daha ileri taşıyacak bu öncü isimlerin yolu yirminci yüzyıl başında sanat dünyasının kalbi Paris’te kesişti. Hepsi resim sanatında özgün fikirler arayışında ve o özgün fikirleri sanatlarına taşıma peşindelerdi. Ve bu cesaret gerektiren bir şeydi. Fakirliği göze almak gerekiyordu, resmi/devlet sanat kurumları tarafından göz ardı edilmeyi de. Öyle ki Picasso’nun Paris’i ilk kez ziyaret ettiği 1900 yılında Paris’te süregiden Dünya Fuarında Fransa standında gösterime giren resimlerin neredeyse tamamı sanatın resmi kalesi Ecole des Beaux-Arts’tandı, sadece iki tanesi avant-garde resimdi.
Ancak aradan geçen kırk küsür yıl boyunca avant garde da oldukça mesafe kat etmişti. Artık kendi özel akademileri ve alternatif sanat sergileri vardı: 1884 yılında Salon des Independants açıldı, 1903 yılında Salon D’Automne. Ayrıca Fransız Ambroise Vollard, Amerikan Berthe Weill, İspanyol Pere Manach gibi küçük sergi sahibi destekçileri, bu isimlere daha sonra katılacak, Fransız Bernheim-Jeune’ler, Amerikalı Stein’ler, Rus Sergei Shchukin, Alman Daniel-Henry Kahnweiller gibi büyük servet sahibi koleksiyoncuları vardı.
Bütün bunlar avant-garde sanattaki keskin dönemeci mümkün kılanlardı. Dönüşümü başlatan ve sürükleyen iki itici güç vardı. Birincisi adı geçen sanatçıların içten gelen yeni bir şeyler deneme dürtüleri. Diğeri ise dışsal bir faktör olarak fotoğraf. Bir akşam Montmartre’da arkadaşları ile toplanan Picasso, içtiği esrarın da etkisiyle, artık yaşamak için bir sebep kalmadığını itiraf edecekti, zira artık fotoğraf vardı. Derain ise şöyle diyecekti: “O dönem fotoğraf dönemiydi. Bu hepimizi etkilemiş olmalı ve hayatın anlık tek bir çekimine … karşı tepkimizdi.”
Fotoğraf ve mümkün kıldığı sinema, ressamların yüzlerce yıldır yaptıkları işi ellerinden alıyordu, hem de çok daha iyi bir ürün ortaya koyarak. Resim sanatında artık yeni menfezler veya arklar açmak gerekiyordu. Resim sanatı daha önce belirtildiği üzere zaten bir dönüşüm içindeydi. Braque, Derain, Mattisse, Picasso, Vlaminck bu süregiden dönüşüme omuz verdi ve öncekilerden ilham aldılar: Paul Gauguin, Henry Rousseau, George Seurat, Paul Signac, Vincent Van Gogh ve diğerlerinden. Ve elbette Paul Cezanne’dan. Öyle ki Picasso yıllar sonra onun için “benim tek ustam!” diyecek ve ekleyecekti. “Onun resimlerine sadece baktığımı düşünmüyorsunuz değil mi? Ben yıllarca onları çalıştım. Cezanne! O hepimiz için bir baba gibiydi.”
Matisse, Derain ve Vlaminck’in arayışları fovizm (fauvism) akımına, Picasso ve Braque’ın arayışları ise kübizm (cubism) akımına evrildi. Fovizm cesur, parlak ve sıra dışı renk kullanımıyla resim sanatına yeni bir açılım getirirdi ki renklerin bu kullanışı onlara vahşiler anlamına gelen “les Fauves” lakabını kazandırdı. Bu akımın lider ismi Henry Matisse’ti ve Madame Matisse in a Green Hat isimli tablosu Fovist nitelikte ilk sergilenen çalışmasıydı. Salon d’Automne’da 1905 yılının Ekim ayında sergilenen çalışmada Matisse, eşi Amelie’yi meyve ve çiçeklerin kümelendiği mavi ve yeşil renklerin farklı tonlarıyla hakim olduğu, yer yer sarı ve turuncu renkleri ile bezenmiş devasa bir şapka ile resmeder. Amelie’nin omuz ve göğüs bölgesini açıkta bırakan giysisinde de mavi ve yeşil renkler ve tonları hakimdir, elbisenin bir de göze çarpan parlak turuncu bir kuşağı vardır. Tabloda renklerin abnormal kullanımı da çarpıcıdır: Amelie’nin saçları ve kaşları kahverengi iken resimde farklı olarak turuncu renktedir. Aynı şekilde boyun bölgesi, sanki akşam güneşi çarpıyormuş gibi turuncunun tonlarındadır. Ayrıca alnında yatay bir koyu yeşil şerit vardır, burnu açık yeşil renkle çevrelenmiş, omuz ve göğüs kısmı da normal deri renginden farklı olarak yeşil renginin tonlarındadır. Tablodaki renklendirme öylesine sıra dışıdır ki Salon’un müdürü jüriden resmi kabul etmemelerini ve bunu Matisse’e bir iyilik olarak yapmalarını ister. Jüri resmi kabul edince ise müdür, “Zavallı Matisse. Düşündüm ki, burada hepimiz onun arkadaşlarıyız” diyecektir.
Fovizm resim sanatında sıra dışı renk kullanımı ile bir açılım ararken, Kübizm sıra dışı şekil çizimi ile bir açılım aradı. Bu akımın lider ismi Pablo Picasso’nun Les Demoiselles d’Avignon isimli tablosu Kübist nitelikte ilk çalışmasıdır. Çalışma dördü ayakta, teki squat halinde beş çıplak kadını resmeder. Resmin en sağında ayaktaki kadın maskeli, squat halindeki ise maskeli gibidir. Kadınların ne bakışlarında ne de pozlarında belirgin bir çıplak olma veya cinsel bölgelerini gösterme kaynaklı bir çekinme veya utanma tavrı vardır. Hatta hepsi, gözlerini tabloya bakana cesurca dikmiştir. Ayrıca kadınların vücutlarının, özellikle yüz bölgelerinin şekli de acayiptir. Kadınlardan en soldaki aslında kafasını tabloya bakana değil, diğer kadınlara doğru çevirmiştir, ancak gözleri normal göz gibi tabloya bakana yöneliktir. Soldan ikinci ve üçüncü kadınların gözlerinin büyüklükleri orantısız ve aynı zamanda konumları itibariyle asimetriktir. Bütün kadınların burunları fazlasıyla büyüktür ve soldan ikinci ve üçüncü kadınlarınki profilden görünüş olarak çizilmiştir. En sağda squat halindeki kadında ise bu anormallikler en had safhadadır. Burun hem profildendir hem de anormal derecede büyüktür. Gözler asimetrik ve orantısızdır. Ağzın yeri de burnun hemen altında değildir, fark edilir biçimde solundadır. Son olarak vücudun bazı bölgeleri üçgen veya kare olarak çizilmiştir, ki ilerleyen yıllarda insan, nesne veya manzara çizimlerinde bu geometrik şekiller daha da sıklıkla kullanılacaktır. Picasso’nun Les Demoiselles d’Avignon zamanına göre sıra dışı bir tablodur. Öyle ki ressam bu tabloyu ilk başta aralarında avant-garde ressamlarının da olduğu yakın çevresindekilere gösterir ve ilk tepkiler öylesine olumsuzdur ki Picasso resmi on beş yıl daha sergilemeyecektir.
Fovizm ve Kübizm resim sanatında farklı menfezlerden açılım yapsalar da aslında aynı prensip peşinde akımlardı: sanatçı tuvale, Picasso’nun tabiriyle, iç kendisini dökmeliydi veya dış realiteyi objektif hali ile değil, kendi sübjektifinin süzgecinden geçen hali ile resmetmeliydi. Bu halleriyle de resim sanatında salt tekniğe dair bir kopuşu değil, felsefi bir kopuşu da temsil ediyorlardı.
Sue Roe, In Montmartre’de bu kopuşun resmini çiziyor. Ve bunu öncü sanatçıların ve onlarla yolları bir şekilde kesişen diğer sanatçıların, galericilerin ve koleksiyoncuların hayat hikayeleri üzerinden yapıyor. Roe, anlatısına avant-garde sanatın kadınlarının, Picasso’nun Fernande’ının, Matisse’in Amelie’sinin, Derain’in Amelie’sinin, hepsinin dostu Gertrude Stein’ın ve Gertrude’un Alice’inin hayat hikayelerini de yediriyor ve diğer karakterlere ve olan bitenlere onların da gözünden bakmayı ihmal etmiyor. Roe ayrıca kopuşun mekanı Montmartre ve çevresindeki hayat koşullarını da detayıyla tarif ediyor ve Montmartre’ın eğlence dünyasının ve sokaklarının dansları, güzellikleri ve dramlarıyla isimlerini bilmediğimiz nice ilham kaynağını da unutmuyor.
Roe’nun çizdiği olabildiğince detaylı bir resim, capcanlı renklerle çizilen, karakterlere ve olan bitenlere farklı perspektiflerden bakılan. Ancak Sue Roe’nun In Montmartre’ının önemli bir eksikliği de var. Nazarlık kabilinden sayılamayacak kadar büyük. Bu eksiklik resim sanatının tarihi ve tekniğine ilişkin kitapta sunulan bilgilere ilişkin. Söz konusu alanlarda nispeten derin bilgisi olmayan birisinin In Montmartre’ın koyduğu esas soruyu başka kaynaklara müracaat etmeden anlaması çok zor. Fovizm ve Kübizm akımları resim sanatının dönüşümünde tam olarak neyi temsil etmektedir? sorusunu.
Kitabın kurgusu kronolojik, Picasso’nun Paris’e geldiği gün başlıyor. Resim sanatına ilişkin tartışmalar ve arka plan bilgileri kitabın akışına yediriliyor ve bunun için bazen geçmişe dönüşler yapılıyor. Ancak bu dönüşler anlatım boyunca orada burada yapıldığı için kaçınılmaz olarak derli toplu değil, hatta son derece dağınık kalıyor. Daha da önemlisi tartışmalar yeterince bilgilendirici değil. Mesela, Empresyonizm (Impressionism)’le başlatılabilecek avant-garde sanatın itiraz ettiği, karşı çıktığı ve Fransa’nın resmi sanat kurumları tarafından da din gibi savunulan sanat akımı neydi ve temel özellikleri neydi? Bu çok hayati tartışma kitapta yok. Yine Empresyonizm’den kopan ve Fovizm ve Kübizm’e daha doğrudan etkileri olan Empresyonizm-sonrası ressamların resim sanatına tanıttıkları? Nispeten Signac ve Cezanne üzerine tartışmalar var, ancak yeterli değil. Picasso’nun hepimizin babası dediği, Matisse’in ressamın Three Bathers tablosunu ilham kaynağı olarak yanında tuttuğu Paul Cezanne’in tam olarak bu ikiliye ve diğerlerine etkisini, verdiği ilhamın içeriğini anladığımı iddia etmem çok zor. Bu haliyle de kitap, okuyanı çok farklı açılardan doyursa da bu konuda aç bırakıyor.
Çağrışımlar
“Pek de analitik sayılamayacak bir tür” der Eric Hobsbawm, “parlak moda tasarımcıları … niçin bazen gelmekte olan şeyleri profesyonellerden daha iyi tahmin edebiliyorlar? Bu tarihte en anlaşılması güç sorulardan birisidir.” Hobsbawm bu savı bütün sanatlara yayarak ekler, “genellikle kabul edilir ki bu sanatlar liberal-burjuva toplumunun çöküşünün işaretini çoktandır veriyorlardı.” “1914 itibariyle geniş ve henüz tanımına kavuşmamış ‘modernizm’ örtüsü altında kendine sığınak bulacak hemen hemen her şey çoktan yerlerini almıştı: kübizm; expressionism; fütürizm; resimde saf soyutlama; işlevcilik ve mimaride süslemelerden kaçınma; müzikte tonlamayı terk etme; edebiyatta gelenekten ayrılma.”
Avant-Garde sanat İngilizlerin “Viktoryan Çağ”, Fransızların “Belle Epoque” dediği, insan aklına ve o aklın ürünlerine inancın tam olduğu bir dönemde, o dönemin hakim sanat anlayışına bir isyan olarak doğdu ve gelişti. Bu isyan, Hobsbawm’ın dediği gibi, yaklaşmakta olanın sezgisi miydi? Ve o yaklaşmakta olana ilişkin peygamber-vari bir uyarı mıydı? Belki de.
Ancak Sue Roe’nun In Montmartre’ında çizilen resim başka bir resim, avant-garde resmin öncü isimlerinin en insani halleriyle arz-ı endam ettiği bir resim. Arayan, deneyen, başarısız olan, bunun üzerine hayal kırıklığı yaşayan, ümitsizliğe kapılan ve vazgeçen… Ne Picasso, ne de Matisse, Roe’nın çizdiği resimde aşkın bir aklın, şaşırmaz bir sezginin sahibi olarak karşımızdalar. Aşkınlık veya insanüstülük gösterdikleri bir şey varsa, o da vazgeçtikten bir süre sonra kendilerini toparlayabilmeleri ve bir kez daha sınırları zorlamaya cesaret edebilmeleri… veya sahip oldukları Rocky Balboa’lık ruh. Kendi sözleriyle,
“Dünya sadece gün doğumu ve gökkuşaklarından ibaret değildir. Çok adi ve pis bir yerdir ve senin ne kadar sert olduğunun da bir önemi yok, zira en nihayetinde o dünya seni dizlerinin üzerine çökertecek ve eğer sen izin verirsen seni sürekli orada tutacak. Sen, ben veya hiç kimse, hayat kadar sert vuramaz. Ve senin ne kadar sert vurduğunun da bir önemi yok. Önemi olan, ne kadar sert darbe alırsan al, yoluna devam edebilmek, ne kadar çok darbe alırsan al yoluna devam edebilmek. İşte böyle kazanılır… Anneni ziyaret etmeyi de unutma.”
Sue Roe, In Montmartre: Picasso, Matisse and the Birth of Modernist Art, Penguin, 2014.
Fotoğraf: Henrique Ferreira