[voiserPlayer]
“Bu kitabı yazma fikri pek bir şeylerin olmadığı ve kimselerin de umursamadığı bir yerde doğdu. İnsanların çoğunun beyaz ve fakir olduğu bir yerde…” Bu tarife uyan ve Amerika’nın uçsuz bucaksız topraklarına yayılmış binlerce yer ve bu yerlerin milyonlarca sakini… En son Oscarlık Nomadland’e veya Netflix’in Maid’ine konu olan fakir beyazlar. Matt Wray’ın Not Quite White: White Trash and the Boundaries of Whiteness başlıklı kitabı bu kesimin 1930’lar öncesi ele alınışına bir bakış atıyor.
İngilizler Amerika kıtasına on yedinci yüzyılın başlarında ayak bastı. Takip eden yüzyıl boyunca kıtaya Avrupa’dan göç devam etti. Varolan nüfus da doğal yollardan çoğaldı. On sekizinci yüzyıl başı itibarıyla Avrupa kökenli beyaz nüfus en kuzeyde Maine’den en güneyde Georgia’ya kadar Appalachianlar ve Atlantik arasındaki dar şerit boyunca yayılmıştı. Avrupa-kökenli beyaz nüfus dört farklı sınıfa ayrıldı. Toplumsal hiyerarşinin en tepesinde büyük toprak sahipleri vardı. Hiyerarşinin ikinci sırasında küçük toprak sahipleri, üçüncü sırasında ne toprağı ne de borç yükümlülüğü olanlar ve en altında ise borç yükümlülüğü altında belirli bir süre çalışmak zorunda olanlar vardı.
Bu toplumsal hiyerarşinin oluştuğu yüzyıl boyunca ne toprağı ne borç yükümlüğü olanların oluşturduğu üçüncü grubun aleyhine gelişmeler oldu: İlk olarak tarım yapılabilecek araziler büyük toprak sahiplerinin elinde toplandı, bu yüzden üçüncü grubun sınıfsal yukarı doğru hareketliliği sınırlandı. Ayrıca hem Avrupa’dan daha fazla borç yükümlülüğü olan beyazlar hem de Afrika’dan daha fazla köle ithal edildi, bu yüzden de söz konusu grubun iş imkanları daraldı. Neticede bu grup büyük oranda kolonyal şehir merkezlerinde daralan hayat alanlarından ayrılmak zorunda kaldı ve henüz toprak mülkiyetinin oturmadığı ve kolonyal otoritenin nispeten zayıf olduğu sınır bölgelerine göç etti.
Virginia ve Carolina eyaleti arasındaki sınır bölgelerine yerleşenlere, 1720’li yılların sonunda bu bölgeyi ziyaret eden William Byrd II, sakinlerinin günlerini salt tembellik yaparak geçirdiği efsanevi ülke “Lubberland”den ilhamla “lubbers” lakabını taktı. Lubbers kelimesi bu insanlara yönelik küçümseyici bir tabirdi elbette, ancak düşmanca bir tabir değildi. Bahsi geçen grup kolonyal otorite için fiziki bir tehdit değil, hayat tarzlarıyla çok çalışmayı önceleyen politik ekonomi için ahlaki bir tehdit oluşturuyordu.
Sınır bölgelerinde yerleşik fakir beyazların nüfusları da arttı ve on sekizinci yüzyılın ikinci yarısı itibarıyla ahlaki bir tehdit olmanın ötesine geçmeye başladı. Zira artık bu sınır sakinleri haydutluk ve dolandırıcılık yapıyor, böylelikle hem sınır ötesindeki Kızıl Derililer için hem de sınır berisindeki beyaz yerleşimciler için gerçek bir güvenlik tehdidi oluşturuyordu. Artık bu insanlara yeni bir lakap, “crackers”, takıldı. Bu tabiri bilinen yazılı bir kaynakta ilk olarak Gavin Cockrane isimli bir kolonyal subay kullanacaktı.
On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısı itibarıyla fakir beyaz Amerikalılar için yeni bir lakap daha üretilmişti: “kil/toprak yiyicileri.” Bu lakabı Augustus Baldwin Longstreet’in tipsiz, tembel ve düşük zekalı karakteri, “Ransy Sniffle” popülerleştirdi ki Ransy’nin ayırt edici özelliği kırmızı kil ve böğürtlenle beslenmesiydi. Zaman geçtikçe fakir beyaz Amerikalılar için kullanılan küçümseyici tabirlere yenileri eklendi: redneck, hillbilly, squatter, rag tag, Bob-tail, sandhiller, barrenite ve diğerleri. Öyle ki yirminci yüzyıl itibarıyla Amerika’nın farklı bölgelerinde fakir beyazlar için yüzlerce küçümseyici ve aşağılayıcı lakap kullanılıyordu.
Üretilen bütün lakaplar içinde “poor white trash” veya kısaca white trash fakir beyazlar için bütün ülke çapında kullanılan şemsiye bir lakap oldu. İronik olan ise bu tabirin Virginia’da köleler tarafından üretilmiş olması ki bu, fakir beyazların [muhtemelen tarlalarda değil de sahiplerinin ev ve malikanelerinde çalışan (house negro)] köleler tarafından bile küçümsendiğini gösterir.
Fakir beyaz Amerikalılara yönelik küçümseyici ve aşağılayıcı lakaplar artadursun, açıktan ve tevilsiz beyaz ırkın üstünlüğüne dayanan bir politik ekonomi için böyle bir grubun varlığı acı bir iç çelişkiydi. Aslında “white trash” tabiri de kendi içinde bir çelişkiydi, zira white beyazlık, saflık ve temizliğin timsali iken, trash tam tersiydi. İkisinin bir arada bulunmaması gerekiyordu. Dolayısıyla, fakir beyazların varlığının politikleşmesi ve en nihayetinde sosyal politikaların konusu olması kaçınılmazdı.
On dokuzuncu yüzyıl ortası itibarıyla beyaz fakirliğinin kaynağı üzerine iki zıt duruş ortaya çıktı. Bu iki zıt duruş Amerika’yı iç savaşa sürükleyen kölelikle doğrudan ilişkiliydi. Birinci duruş kölelik taraftarlarının duruşuydu ve beyaz fakirliğinin sebebinin genetik-biyolojik olduğunu iddia ediyordu. Örneğin Daniel Hundley, fakir beyazların İngiltere’nin Virginia kolonisine gönderdiği fakirlerin, suçluların ve borç yükü ile gelenlerin torunları olduğunu iddia etti. İkinci duruş kölelik karşıtlarının duruşuydu ve köleliğin beyaz fakirliğinin sebebi olduğunu iddia ediyordu. Bu görüşe dayanarak Harriet Beecher Stowe, köleliğin kamusal eğitimin ve dini terbiyenin yaygınlaşmasını ve orta sınıfın gelişimini engellediğini ileri sürdü. Neticede ise bu şartlar beyaz fakirliğini yaratıyor ve sürdürüyordu.
Bu iki zıt duruş yirminci yüzyıl başı itibarıyla beyaz fakirliğinin çözümü için sosyal politika önerileri farklı iki alternatif harekete evrildi. Birinci duruş eugenics hareketine dönüştü ve beyaz fakirliğinin en nihai çözümü olarak bu sınıfın mensuplarının, rızaları dahi aranmaksızın, kısırlaştırılmalarını önerdi. Hareket bu önerisini hayata geçirmede nispeten başarılı da oldu: 1907 yılında sadece bir eyalette, Indiana’da kısırlaştırma kanunu yürürlükteydi, 1920’li yılların sonunda ise 23 eyalette.
Aynı dönemde köleliği beyaz fakirliğinin kaynağı olarak gören ikinci duruş ise kancalı kurt (hookworm) hastalığı karşıtı harekete evrildi ve beyaz fakirliğine çözüm olarak bu hastalıkla mücadeleyi önerdi. Bu hareketin iddiasına göre bahsi geçen hastalık fakir beyazları tembelliğe itiyordu, dolayısıyla da fakirliğe… Bu doğrultuda hastalığın yaygın olarak görüldüğü güney eyaletlerinde kapsamlı bir kamu sağlığı girişimi başlatıldı, kapsamlı anketler ve testler yapıldı, tedavi klinikleri kuruldu ve eğitim kampanyaları başlatıldı.
Matt Wray’ın Not Quite White’ı Amerika’nın kronik, ancak en azından akademik camia tarafından büyük oranda göz ardı edilen bir sorununu ele alıyor: beyaz fakirliği sorununu. Ancak Wray, niyetinin aksine, konuyu ele aldığı teorik çerçeve ile sorunun daha da göz ardı edilecek olmasına katkıda bulunuyor. Zira Amerika’da sorunun esas kaynağı elbette zenginliğin eşitsiz dağılımı. Hep böyle olageldi. Ancak Wray’in konuyu ele aldığı teorik çerçeve beyaz (white) çalışmaları ve sınır (boundary) kimlik kurguları. Wray bu iki teorik çerçeve içinde kalarak sorunun esas kaynağını göz ardı ediyor. Bu haliyle, istemeden de olsa, aslında Amerika’nın siyasi, iktisadi ve kültürel elitlerinin sorunun üzerini nasıl örttüğünün de güzel bir örneğini vermiş oluyor.
Fakirlik salt beyazların bir kesimine has bir sorun değil. Her çeşit ırk, cinsiyet, etnisite, din ve mezhepten kişi ve grupların kendini içinde bulduğu bir durum. Akademik camianın yapageldiği fakirliği bu farklı grupları birleştirici bir öğe olarak vurgulamak değil; ırk, cinsiyet, etnisite, din ve mezhep eksenli ve daha da artan alt kimlik kategorileri ile bölmek. Üretilen, kurgulanan her alt kimlik grubu nihayetinde yaşadığı sorunların kaynağı olarak beyaz Hristiyan erkek kimliği karşısında konumlandırıldı. Beyaz çalışmaları ise daha da özelde söz konusu beyaz Hristiyan erkek kimliğinin üstünlük iddiasına yoğunlaştı. Fakir beyazlar böylelikle ne kimlik çalışmalarının ne de beyaz çalışmalarının araştırma nesnesi olabildi, neticede de büyük oranda göz ardı edilegeldi. Wray’in de yaptığı, aslında sorunun fevkalade farkında olmasına rağmen, en nihayetinde aynısı.
Çağrışımlar
James Cameron’un yönetmenliğini yaptığı, Leonardo Di Caprio’nın fakir Jack Dawson’ı, Kate Winslet’in bir zamanlar varlıklı Rose DeWitt Bukater’ı ve Billy Zane’in zengin Caledon Hockley’i canlandırdığı Titanic isimli filmde bir bölüm vardır. Jack, Rose’un hayatını kurtarma karşılığında, Rose’un nişanlısı Caledon tarafından birinci sınıf yolcuların bölümüne yemeğe davet edilir. Jack bu yemekte fakir olması ile alakalı her türlü gizli ve açıktan hakaret ve küçümsenmeye maruz kalır. Yemek bittikten sonra erkekler daha yüksek meseleleri müzakere etmek üzere ayrılır, Jack’e de kendi dünyasına dönmek kalır. Ayrılırken Jack, Rose’u kendi dünyasına davet eder, lümpen proleterlerin dünyasına[1]. Rose bu davete icap eder ve Jack’in dünyasını gözleriyle görür.
Film bu bölümde iki farklı ve zıt dünyayı çarpıcı bir şekilde karşı karşıya getirir. İlkinde her davranışın, hareketin, konuşmanın, belirli bir etiquette çerçevesinde disipline edildiği yemek ortamı. Diğerinde ise yeme içme adabından kadın erkek ilişkilerine, davranışları düzenleyen tamamen zıt bir etiquette’in veya etiquette’sizliğin hakim olduğu eğlence ortamı. Titanik filminin bu bölümde canlı bir resmini çizdiği aslında Amerikan beyazlarını ayıran derin sınıfsal yarık. Amerika’da Hockley’ler kadar Dawson’ların da olduğu gerçeği. Filmin örtük olsa da resmini çizdiği başka bir şey daha var. Caledon ve Jack’in Rose’un kalbini kazanmak için giriştiği rekabet, iki sınıfın “gerçek Amerikalılığın” ne olduğuna ilişkin giriştiği tarihi rekabetin temsili. Ve bu rekabet halen daha süregidiyor.
[1] “Avare gezginler, terhis askerler, salıverilmiş mahkumlar, firari kürek mahkumları, dolandırıcılar, şarlatanlar, fakir fukara (Lazzoroni), yankesiciler, üçkağıtçılar, kumarbazlar, pezevenkler (maquereaus), genelev sahipleri, hamallar, okur yazar takımı (literati), sokak müzisyenleri, çöplükçüler, bıçak bileyiciler, tenekeciler, dilenciler – kısacası, o bir oraya bir buraya atılan, belirsiz, dağınık yığın veya Fransızların La boheme’i… o bütün sınıfların dolandırıcısı, süprüntüsü, artığı.” Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i.
Matt Wray, Not Quite White: White Trash and the Boundaries of Whiteness, Duke University Press, 2006.
Fotoğraflar: Ferdinand Stöhr